Cumhuriyet ki, adâlet, meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir
Hakikat
26 Şubat 1324 (Mart 1909)
Dinî Ceride, No: 70
Biz ‘Kalû Belâ’dan Cemiyet-i Muhammedîde dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız, Tevhiddir. Peymân ve yeminimiz, îmandır. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü’min Îlâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakkî etmektir. Zira, ecnebîler fünûn ve sanâyi silâhıyla bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhıyla Îlâ-yı Kelimetullah’ın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkârla cihad edeceğiz.
Amma cihad-ı haricîyi Şeriat-ı Garrânın berâhin-i kàtıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak iknâ iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki, adâlet ve meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinâyettir. Ve şimâle müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa, istibdat tevzî olunmuş olur. “Şüphesiz ki Allah, mutlak kuvvet ve kudret sahibidir” hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümfermâ olacaktır.
İttifak hüdâdadır, hevâ ve heveste değil. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu. Şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesâil-i Şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz. Yeis, mâni-i her kemâldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdâdın yadigârıdır.
Bu cümlelerin mâbeynini rabtedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütâliînin fikirlerine havâle ediyorum. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 64
***
Birinci cinâyet: Geçen sene bidâyet-i hürriyette elli-altmış telgraf umum şark aşîretlerine Sadâret vasıtasıyla çektim. Meâli şu idi:
“Meşrûtiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mes’ele ise; hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrûtiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”
Her yerden bu telgrafların cevabı, müsbet ve güzel olarak geldi. Demek vilâyat-ı şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Tâ yeni bir istibdat onların gafletinden istifade etmesin. Nemelâzım demediğimden cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim.
İkinci cinâyet: Ayasofya’da, Bayezit’te, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulemâ ve talebeye hitaben müteaddit nutuklarla Şeriatın ve müsemmâ-yı Meşrûtiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın Şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki: “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir” (Keşfü’l-Hafâ, 1:462, No: 1515) hadîsinin sırrıyla, Şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zâlimâne tahakkümü mahvetsin.
Herhangi bir nutuk irad ettimse, herbir kelimesine kimsenin bir îtirazı varsa, bürhan-ı kat’î ile ispata hazırım. Ve dedim ki: Asıl, Şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-i Meşrûtiyet-i meşrûadır.
Demek Meşrûtiyeti, delâil-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklîdî ve hilâf-ı Şeriat telâkki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ulemâ ve Şeriatı, Avrupa’nın zunûn-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştığımdan cinayet ettim ki; bu tarz muâmelenizi gördüm.
Divân-ı Harb-i Örfî, s. 21-23
02.11.2009