Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

12.02.2009, 08:19

Bediüzzaman ve demokrasi

Hadis-i şerif Meâli


Kim ki, bir iş yapmak istediğinde Müslüman bir kimseyle istişare ederse, Allah onu işlerin en doğrusuna iletir.

Câmiü's-Sağîr, No: 3552


12.02.2009




Bediüzzaman ve demokrasi



1908 yılında Meşrutiyetin ilânıyla birlikte parlamento ve anayasanın yeniden yürürlüğe girmesini şeriat adına alkışlayarak sahip çıkan Bediüzzaman, meşrûtiyetin hakikatlerini “sarahaten ve zımnen ve iznen” dört mezhepten çıkarılacak hükümlere dayandırmanın mümkün olduğunu ileri sürmüştür. Anayasa, meclis, kanun üstünlüğü, adalet, eşitlik gibi meşrutiyet çatısı altında toplanabilen bütün hakikatlerin ya açık hükümler halinde veya işari olarak veyahut izinle dört mezhebin bünyesinde yer aldığını; dolayısı ile meşrutiyeti “delâil-i şeriat” ile kabul eden Bediüzzaman, şeriatın hakiki mesleğinin bu hakikatler olduğunu söyler.

Böyle yapmaktaki maksadı ıslam âlimlerini istibdat taraftarı olarak kabul eden ve şeriatı istibdada müsait zanneden zihniyetin bertaraf edilmesi idi. Alimler ve şeriat böyle bir zan altında kalmaktan kurtarılmalıydı. Lâkin bu zanna kuvvet verecek temâyüller de yok değildi.

Meşrutiyet görüntüsü altında ve hürriyet zemininde yeni bir istibdadın gelme ihtimali vardı. Bazı insanlar, ortamdan istifade ile kendi maksatlarına meşrutiyeti âlet etme peşinde idiler. Buna mani olmak ve yeni tip bir istibdadın önüne geçebilmek için Bediüzzaman, Ayasofya’da bir nutuk irad ederek parlamenterleri “meşrutiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telkin ve öyle telâkki” etmeleri yolunda uyarmıştır. Çünkü meşrutiyet uygulamalarının şer’î olduğu ve şeriat çerçevesinde kalınması gerektiği açıktır. Cahil fertler ve avam tabakası hürriyeti kayıtsızlık olarak anlarsa sefahat ve itaatsizliğe sürükleneceklerdir. Hürriyet, şeriatın adabı içinde yaşanmalıdır. Zaten hakikî hürriyet de başkalarının sınırlı olan hürriyetlerinden müteşekkildir. Hürriyeti sınırsız yaşama uğruna kul olduğunu unutan fert, nefsin istibdat ve esareti altına girmiş olacaktır.1

Bediüzzaman, dünyevî saadet, yani sosyal refah ve kalkınma için, kaçınılmaz bir şart olarak gördüğü o zamanın anayasal parlamenter rejimi olan meşrutiyeti “hakiki adalet ve meşveret-i şer’iyyeden ibaret” olarak tarif etmiştir.2 Hakiki adaletin gerçekleşmesi için gerekli olan parlamento, şeriatın iki âyetle emretmiş olduğu meşveretin bir tezâhürü, kanun üstünlüğü ise bir diğer şarttır. Kanun önünde eşitlik olmaksızın adaletten söz etmek mümkün değildir.

Bediüzzaman’a göre her zamanın bir modası vardır ve yönetimler bulundukları zamanın modasına, yaşadıkları toplumun o günkü yapısına uygun olarak ortaya çıkarlar. Buna göre, istibdadın hâkim olduğu zamanlarda nokta-i istinat kuvvettir; “hâkim, hissiyât ve cebr”dir. Meşrutiyet yönetiminde ise kuvvetin yerini hak, cebrin yerini muhabbet, hissiyâtın yerini ise fikir almıştır. Meşrutiyet zamanlarının hâkimi “hak, marifet, kanun ve efkâr-ı âmme”dir. Meşrutiyetin esaslarından olan parlamento, şeriatın emrettiği meşveret olduğu gibi, efkâr-ı âmme (kamuoyu), çoğunluğun iradesi ve seçim gibi esaslar şeriatın kaynaklarından olan “icmâ-i ümmet ve rey-i cumhur” esaslarına tam bir uygunluk arz etmektedir.


ıSıM DEğıL, MUHTEVA VE MÂNÂ ÖNEMLı

Bediüzzaman, Meşrutiyet yıllarında yazdığı eserlerinde, meşrutiyeti şeriat adına savunurken, “şeriatın ve müsemmâ-i meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim” diyerek ismin değil, muhtevanın ve mananın önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Başka bir ifade ile meşrutiyet ismini taşıyan şey ile şeriatın uygunluğunu iddiâ ederek ispatlamıştır. Bu tavır gerçekten dikkat edilmesi gereken bir tavırdır ve Bediüzzaman’ın bu tavrı “tebeddül-ü esmâ ile hakikat tebeddül etmez”3 ölçüsüne uygundur. Meşrutiyet bir isimdir, önemli olan onun hakikati, yani müsemmâsıdır. Bu ölçüyü te’yiden yine Bediüzzaman bir makalesinde, “Umum makalatımdaki umum hakaikta nihayet derecede musırrım. şayet zaman-ı mazi canibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa zamanın ilcaatına göre bir libas giydireceğim. şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukala mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatleri tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim” demektedir.



Zamanın modasına göre libas giydirmek ve çatlayan yerleri yamalamak tâbirleri bizi Bediüzzaman’ın “O zaman meşrutiyet. şimdi o kelime yerine cumhuriyet konulmuş”4 ve “cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet”5 ifadelerine götürmektedir. 1909’da gazetelerde neşrettiği makalelerini 50’li yıllarda yeniden neşrederken yaptığı düzeltmeler ve düştüğü dipnotlarında yer alan bu ifadeler, aynı ölçünün uygulanmasından başka bir şey değildir. Zaten anayasal parlamenter sistemin o günkü ifadesi olan meşrutiyeti destekleyen Bediüzzaman, Cumhuriyet döneminde çok partili demokratik hayata geçildiğinde Demokrat Parti’yi destekleyerek, hem demokratik bir uygulama olan siyasal katılımda yerini almış, hem de nazarî olarak demokratik parlamenter sistemin savunucusu olmuştur.

“Eskişehir Mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. (...) Hulefa-i Raşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi” şeklindeki ifade bu çizginin bir göstergesidir. 1935’te Eskişehir Mahkemesinde yaptığı müdafaada kullandığı bu ölçü, 1911’de Münâzarat adlı eserinde ortaya koyduğu ölçü ile de aynıdır. Meşrutiyet döneminde ortaya koyduğu esasların Cumhuriyet döneminde de geçerli olduğu su götürmez bir hakikattir. Daha sonra sadece zamanın modasına göre bir elbise giydirilmiştir. Zaten eski eserlerini yeniden neşrederken “Nur Talebelerine bir ders-i içtimâîdir” notunu düşmeyi ihmal etmemiştir. “Önemli olan isim değil, ifade ettiği mana ve muhtevadır” gerçeğinden hareketle, Bediüzzaman’ın Cumhuriyet öncesi yazdığı eserlerinde açıklığa kavuşan müsemmâ-yı meşrutiyet ile şeriatın uygunluğu, demokrasi ve şeriatın uygunluğu olarak anlaşılmalıdır. Çünkü Bediüzzaman’ın meşrutiyet için yaptığı tarif ve açıklamalar bugünün yönetim biçimi olan demokrasiye uygulandığında hiçbir çelişki ve uyumsuzluk görülmemektedir.

1935’te Eskişehir Mahkemesi müdafaasında öne sürdüğü söz konusu iddiaya, adeta 1911’de kendisine sorulan bir soru kaynak teşkil etmektedir: “şimdiki meşrutiyet nerede, onların harekâtı nerede, hilafet ve saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musafaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar vardır.”

Bediüzzaman cevabında hakikatlerin değişik şartlar ve farklı zamanlarda değişik isimler kazanmalarının mümkün olacağını vurgulayarak meşrutiyeti kanun kuvveti olarak tarif ettikten sonra, Dört Halife Dönemi ile esaslı bir paralellik arz ettiğini ifade ediyor.6 Anayasal parlamenter rejimin veya diğer bir ifadeyle demokratik yönetim şeklinin şeriata muhalif olduğu iddiasına ise “Ruh-u Meşrutiyet şeriattandır” diyerek ruhu, yani mana ve muhtevayı öne çıkaran bir cevap veriyor. Bununla birlikte, zamanın hükmü olan “ilca-yı zaruret” yani zaruretin


getirdiği ile teferruatta geçici olarak şeriata muhalif uygulamaların da olabileceğini kabul ederek bu durumun “muvakkat” olacağını öne sürüyor. Böyle demokratik bir yönetim esnasında bütün yapılanların demokrasinin gereği olarak addedilmemesi lâzım geldiğini ise onun “Meşrutiyet zamanında ne oldu ise Meşrutiyetten veya onun müsemmasından kaynaklanmadığı” şeklindeki tespitinden çıkarmak mümkündür. Çünkü demokratik bir yönetimde meydana gelen birtakım bozukluk ve aksaklıkların demokrasiden kaynaklandığı iddiâ edilerek demokrasi veya onun müsemmasının mahkûm edilmesi elbette adaletli değildir. Buradan hareketle denilebilir ki, demokrasinin uygulamalarında şeriata uymayan teferruâta ait hadiselerin gösterilmesi demokrasinin şeriata uygun olmadığını ispat için yeterli değildir. Bediüzzaman’a göre şeriata muhalif gibi görülen bu hâller ilca-i zaruret ile ortaya çıkmış olabilir. Zaten “yeryüzünde hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata uygun olsun; hangi adam var ki, bütün halleri şeriata uysun.” Öyleyse bir şahs-ı manevi olan hükümetin de tamamıyla masum olması beklenemez. Kusursuz bir yönetim ve hükûmet Bediüzzaman’a göre hayalidir ve muhaldir. Ayrıca böyle haller zaruretten kaynaklanmışsa şeriatın “Zaruretler haramları mübah kılar” kaidesince zaruretin gereğini uygulamak da vaciptir. Meselâ; kangren olmuş bir parmak kesilmelidir.7

Bu konudaki bir diğer yaklaşım da hükümet ve parlamentonun işleyişi ile ilgilidir. Dinin zaruriyâtı hükmünde olan değişmeyen ahkâm, parlamentonun teşri, yani yasama yetkisi dahilinde değildir. Meclis, siyasî maslahatlar ve iktisadî politikaların gerekleri üzerine çalışacak ve yürütmeyle ilgili kanunları yapacaktır.8 Kaldı ki, meclisin veya hükümetin ilcâ-i zaruret ile yaptıklarının şeriata uygun olmaması halinde yine endişeye gerek yoktur; çünkü “şeriatın ancak binde biri siyasete taalluk eder. Siyasetteki bir ihmal ile şeriat ihmâl edilmiş olmaz.”9 Öte yandan yöneticilerin ıslâmiyet’i yaşayıp yaşamamalarından doğan bir endişe de yersizdir. Çünkü hükûmet hizmetkârdır; idare bir maharet ve sanattır; iş ve sanat konusunda kişinin mahareti gözönüne alınmalı, günlük yaşantısı ölçü olmamalıdır; çünkü “fasık bir adam güzel çobanlık yapabilir; ayyaş bir adam ayık iken iyi saat yapabilir.”10

Anayasal parlamenter rejimin şeriata uygun olmadığını iddiâ edenler, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, ancak zalimlerdir” âyetini delil olarak gösterdiklerinde ise Bediüzzaman’ın cevabı nettir: “Hükmetmemek, tasdik etmemek mânâsındadır.”11 Sözkonusu iddiaya göre anayasa ve parlamentonun yaptığı kanunlar çerçevesinde icraat yapan hükümet, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmediği için şeriata uymayan bir durum ortaya çıkmaktadır. Halbuki bu âyetlerin Yahudileri muhatap alarak onların o zamandaki bazı tavırlarını kastettiğini bilen, hükümlerin bazısının mutlak olmayıp mukayyet olduğunu, yani zaman ve şartlara göre yorumlanıp anlaşılması gerektiğini ve Kur’ân’ın ıstılahınca “hükm”ün “tasdik” olduğunu bilen bütün müfessirler gibi Bediüzzaman da “hükmetme”yi inkâr etmemek olarak almış ve “ımtisâl etmemek, inkâr etmek değildir” düsturuyla durumu değerlendirmiştir.

Demokratik bir rejimde diğer dinlere ve inançlara mensup olanlarla birlikte yaşamanın da şeriata muhalif olmadığını izah eden Bediüzzaman, “Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olmayınız” âyetiyle yasaklanan dostluğun “onların Yahudilik ve Nasraniyet cihetlerine ait” olduğunu vurgulayarak diğer dinlerin mensuplarıyla yapılan ticaretler, anlaşmalar ve kurulan paktların onların sanat, ticaret ve diğer sıfatları ile ilgili olduğunu ifade eder. Kanunlar çerçevesinde onlarla birarada, aynı toplumun içinde yaşamak, sözü edilen âyetin hükmüne dahil değildir. Onlarla kurulan dostluklar ve münasebetler dinleri ve zatları için değil, sanatları ve sıfatları içindir. Çünkü bir kâfirin bütün sıfatları kafir olmak gerekmez. Bir Müslüman diğer insanların güzel sıfatları ve sanatı için dostluklar kurabilir, münasebetler geliştirebilir. Zaten şeriatın da gayr-i müslim kadınlarla evlenmeyi yasaklamamış olması bu ölçüye binâendir.12


SONUÇ

Meşrutiyeti şer’î deliller ile meşrû kabul eden Bediüzzaman Said Nursî, şeriat adına hürriyet ve meşrutiyeti müdafaa ederken, kendi ifadesi ile, “nâm-ı mukaddes-i şeriatı, meşrutiyet kuvvetiyle i’lâ ve meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle ibka” etmeyi hedeflemiştir. şimdiki ifade ile “şeriatın mukaddes ismi meşrutiyetin kuvveti ile yükselecek ve meşrutiyet de şeriat kuvveti ile ayakta duracak, varlığını devam ettirecektir.”

Bu hedefi bugünkü şartlara uygulayacak olursak, ıslâmiyet, demokratik yönetimlerin tatbik edildiği ortamda en yüksek mevkide yerini alacak ve onun yüceliği herkes tarafından kabul edilecektir. Mükemmel mânâdaki demokrasi de ancak ıslâmiyet’in yaşandığı ortamda gerçekleşecek ve devam edecektir.

(Bu yazı, 6.9.2002 tarihli Enstitü

Sayfası’nda yayınlanmıştır)


Dipnotlar:

1- Divan-ı Harb-i Örfi, ss. 12-16. 2- a.g.e., s. 14. 3- a.g.e.,.s. 29. 4- a.g.e., s. 49. 5- a.g.e., s. 53. 6- Münazarat, s. 38. 7- a.g.e., s. 39. 8- a.g.e., s. 41. 9- a.g.e., s. 53. 10- a.g.e., s. 56. 11- a.g.e., s. 124. 12- a.g.e., ss. 70-71.


12.02.2009

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir