misak ayın 12'sine kadar sanırım başka bir şehirde,
bir yerden bana cevap geldi,onu buraya aktarıyorum,
başka bir yerden daha cevap gelirse onu da aktarırım inşa'Allah,
Değerli kardeşim; Bu sözün hadis olduğu bir çok alim kabul ettiği gibi Bediüzzaman da eserlerinde hadis olarak bahseder. Başta bu hadis-i kudsinin kaynağını vereceğiz. Ayrıca bu hadis-i kudsinin manası ve hakikatını vereceğiz. Selam ve dua ile
"Levlâke" hadîsinin kaynakları şudur
El-Leali-l Masnua Suyutî 1/272; ]-el Esrar-ül Merfüa Aliyy-ül Kari sh: 295-296; aynı eser Tahkik Muhammed Said Zalûl sh: 194; El- Feraid-ül Mecmua fevkani sh: 326; Keşf-ül Hafâ-Aclunî 2/164; şerh-üş şifa Aliyy-ül Karî 1/6
Hem El- Hâfız Aclûnî hem de, Aliyy-ül Karî eserlerinde "Levlâke" sözü mânası itibariyla hadîs olmasa dahi, mânası itibarıyla doğru ve haktır demişlerdir. Aynı kanaati ıbn-i Teymiyye dahi fetva kitabı 10/ 96-98'de izhar etmiştir.
Divan ve tasavvufki kitaplarından me'haz olarak bir kaçının da ismini veriyoruz:
Levami-ül Ukul Ni'metullah bin Veli sh: 15: Divaın-ı Mevtana Câmî sh: 4; Divan-ı şeyh Ahmed-i Cezerî 1/190 ve hakeza Divan-ı Mevlâna Hâlid, Mektubat-ı Imam-ı Rabbanî ve bütün bunların yanında umum ümmetin telâkki-i bil-kabulü
şu aıklamaları okumanızı rica ederiz.
Bu pek mühim, çok esrarlı hadîs-i kudsî ahkâm-ı şeriat hakkında vürûd eden sair hadîsler gibi kuvvetli bir senedi yoktur. Kütüb-ü Sitte ile ta'bir olunan altı meşhur ve sahih hadîs kitapları içerisinde de yer almamaktadır. Lakin hiçbir muhaddis (Ibn-ül Cevzî ve Sagani gibi az bazı müteşeddidler hâriç) hu hadîsin doğruluğuna ve hak olan mânasına birşey diyememiş, ilişememişlerdir. Telâkki-i ümmetçe mânasının doğruluğu kat'î olduğu halde, cumhuru muhaddisînce de mânasının doğruluğu teslim edilmiştir. Ancak kuvvetli bir senedinin olmadığını da beyan etmişlerdir. Bunun yanında, ekser mıhaddislerin yanı sıra, bütün evliya-i ümmet ve ümmetin umumunun her zaman lelakki-i bil-kabulü olmuş olan bu hadîsi hak, doğru ve kat'î olarak kabul etmişlerdir. Ayrıca meşhur birçok hadîs kitaplarında da, seneden de bu hadîsi te'yid edecek, şahidi olacak, onun benzeri ve aynı mânasında birçok rivayet ve haberler mevcuddur. Binaenaleyh, bu hadîs, seneden zaif de olsa. onun aynı mealinde vürûd eden sair hadîslerle senedindeki za'fiyet zail olmuş olur. Hiçbir senedi olmasa da, bu durumlarla kuvvetlenmesi der-kârdır.
Hem bu hadîs-i kudsî bir çok sahih hadîslerin müştereken işaret ettikleri gayet yüksek ve derin bir hakikatin pek âlî merkez-i nuranisine- bakmaktadır. Mevzu-u bahis hadislerden her bir hadîs, o merkez-i nuranînin ayrı bir tarafını, ayrı hir köşesini ehli olanlara izhar ederler. Mezkûr hadîsler tek-tek ele alındığında, faraza bazıları senedleri itibariyle zaif de olsalar, aynı hakikatın merkez-i nuranîsine ayrı ayrı parmak işaretleriyle bakmaları cihetiyle, omuz-omuza verir, kuvvetlenirler. Bu husustaki büyük muhaddislerin görüşlerini kitabın "Hadîs ılmi Bölümü"nde kaydetmişiz.
Kaziye şöyle olmak gerektir ki; ya mes'elenin tamamı hakkında gelen hadîslerin hepsi -hâşâ- doğru değil, gayr-i sahihdir.. veyahutta, gelen hadîsler her rivayetiyle tamamı sahih ve doğrudur. Yani; Ya mûcibe-i külliyedir veya salibe-i külliyedir.
Pek derin, yüksek ve çok ince hakikata bakan rivayet ve hadislerin bir tanesi sahih ise, yani mânası doğru ve hak ise, diğer hepsi de sahihdir denilir. Çünkü az sonra kaydedeceğimiz hadîs ve rivayetlerin hepsinin baktıkları hakikat, birdir, müttehiddir, mümtezicdir. Aksini düşünmek için, bütün o rivayet ve hadîslerin hem toptan hem de tek-tek gayri sahihliğinin ispatı gerekir ki, bu mümkin değil, olmamış ve olmayacaktır da… Zira bu hadîslerden seneden bir-ikisi zaif ise de, diğerleri seneden sahih ve sağlamdır. Hiç olmazsa mevzuluktan uzak zaif hadîslerdir. Bu mes'eleyi, hu tarzda sadece Hadis ilmi durumuna göre yazdım. Yoksa ilim, hakikat, tahkik ve keşfiyat-ı sâdıka babında yüz kere, bin kere ispatı yapılmış, ortadadır.
Bahsini ettiğimiz birleşik ve tek ve kudsî olan mes'ele ve hakikata bakan ve işaret eden sair hadîs ve rivayetlerin kaydına geçiyoruz.
l- Resul-i Ekrem (A.S.M.)'ın sahih fermanıyla: Evvelu halekellahu nuri…
Yani: "En evvel Cenab-ı Hak benim nurumu yarattı." Bu hadîsin me'hazleri, 842 no.lu kısımda kayıtlıdır.
2- Kuntu nebiyyen ve ademe beynerruhi velcesedi. Ve aynı mealde daha birçok rivayet ve hadisler…
Yani: "Ben Peygamber iken, Adem (A.S.) henüz ruh ve cesed arasında idi." Bu hadîsin me'hazleri: Miftah-u Künûz-is Sünne sh: 449, 450; El-Fetavi-l Hadîsiye Heysemî sh: 115; Müsned-i Ahmed 4/66, 5/59 ve 379; El-Felh-ül Kebir 2/33 ve 334; Hilyet-ül Evliya, ıbn-i şad ve ıbn-i Hibban'dan nakil; Ed-Dürer-ül Münteşire sh: 126, Ibn-i Hibban ve Hâkim'den nakil; Kenz-ül Ummal 2/409; Tirmizî hadîs no: 3069; Mu'cem-üt Taberanî El-Kebir hadîs no: 12571 ve 12646; Eş-şeriat Acürrî sh:416 ve daha bunlar gibi birçok me'hazler...
3- Evvel uma ğelekellahu cevhereten fenezere ileyha binezerilheybeti fezabet verte’edet min ğavfi rabbiha fesaret maen…
Uzun ve meşhur hadîs...
Yani: ilk evvel Cenab-ı Hak bir cevhereyi yarattı. Sonra ona heybet nazarıyla baktı. O madde ve cevhere Rabbisinin havfından erimeye ve titremeye bağladı. Sonra da su olarak teşekkül etti... ilh.
BU meşhur ve bütün ülema-i ümmetçe makbul ve bir çok ehl-i tefsir
ınnessemavati velarde kaneta retken fefeteknahuma…
Âyetinin tefsirinde kaydettikleri bir hadîs-i şeriftir.
4- Kudsî bir nur halinde sulbden sulbe ve alından alına intikal eden Nur-u Muhammedi hakkındaki hadîs veya hadîslerdir.
Bu hadîs veya hadîslerin numune için sadece iki-üç me'hazini veriyoruz: EI-Havî Lil-Fetavî Suyutî 2/413; El-Metalib-ül Âliye 4/177; Kenz-ül Ummal 12/427; Delâilin Nübüvve Ebu Naim 1/85; Mecma-üz Zevaid 8/215 Eş-şeriat Acürrî sh: 428
ışte mezkûr dört mcs'ele ve hakikat hakkında gelen birçok hadîs-i şerifler, görüldüğü üzere, aynı hakikatin ayrı ayrı köşelerini tarif ediyorlar. Bu dört mes'eleden birisi hakkında gelen hadîslerden birisi sahih ise, diğerleri de sahih olur. Hatta bil-farz, hepsi zait de olsalar, yine de birlik içinde kuvvetlenirler.
şimdi "Levlâke" hadîsinin aynı meâl ve mânasındaki sair hadîslerin me'hazlrrini veriyorum:
Cem'-ül Fevaid 2/442 Taberanî-i Evsai ve Sagir'in Hazret-i Ömer'den (R.A.) tahric ettikleri uzun hadîsin âhirinde Ve levlahu (Ya Muhammed) ... hadîsi; keza, eş-şeriat sh: 427'de Hazret-i Âdem'e (A.S.) (Levlahu ma ğelkuke) .. . hadîsi ve Müsned-ül Firdevs 5/227 Ibn-i Abbas'dan rivayet: Yekulullahu azze ve celle: Ve izzeti ve celali levlake ma ğelektul cennete ve levlake ma ğelektu nare…
Aynı hu hadîsi, ıbn-i Hacer-i Askalanî Tesdid-ül Kavs eserinde de nakleder. ıkinci hadîsin Türkçe meali; Cenah-ı Hak Resul-i Ekrem'e hitaben: "Sen olmasaydın Cennet’i halketmezdim, yine sen olmasaydın Cehennem’i yaratmazdım." buyurmuştur.
Dikkat edilirse, şu üstteki hadîs, Levlake levlake lema ğelektul eflak hadîsinde mâna ve çerçeve itibarıyla daha geniş ve daha kuvvetlidir. Çünki "Sen olmasaydın, sen olmasaydın, ben felekleri, yani gökleri veya kâinatı yaratmazdım" ile. "Sen olmasaydın ben Cennet ve Cehennem’i yaratmazdım" arasında çok fark vardır. Birincisinde maddî âlem-i şehadet ve gökler veya kâinat vardır, ikincisinde âlem-i bekada olan ve kâinatın hilkatinin neticesi ve nihayeti olan Cennet ve Cehennem vardır.
Cennet ve Cehennem'in hilkatinden söz eden hadîsin me'hazleri:
Kenz-ül Ummal hadîs no: 32025’tedir. Bu hadîsi, ıbn-ül Cevzî'nin bu zamanda taklidciliğini yapan şam'lı Nâsirüddin El-Elbanî bile sadece zaif görebilmiş. (Bak: Silsilet-ül Abadîs-i Azzaif No:282)
Yine, aynı mânadaki hadîslerden birisi de: EI-Esrar-ül Merfûa Aliyy-ül Kari sh: 295 ve 296'da ıbn-ül Asakir'in {Tarih-üş şam) eserinden tahric etmiş olduğu uzun hadîsin âhirinde
Levlake levlake lema ğelektul eflak Yani: "Sen ya Muhammed olmasaydın, ben dünyayı halketmezdim."
Bir başka hadîs ise Es-Sîret-ül Halebiyye 1/354 ve 355'de, Hazret-i Adem'in malum hata ile Cennet'ten çıkarıldığı zaman, Hazret-i Mııhummed'in (A.S.M.) ismini şefaatçi alarak, Allah'a yalvarmış, Cenah-ı Allah da O'nu affetmiş. Sonra Âdem'e sormuş: "Muhammed kimdir? Onu nasıl bildin?" Âdem (A.S.): "Ben onun ismini senin isminle birlikle Arş'ın kavaiminde (direklerinde) görmüştüm. Ondan bildim ki; eğer O, senin yanında mahlukatın en sevgilisi olmasaydı, onu kendi ismine ilâve etmezdin" demiş.
Asıl mevzumuz, olan "Levlâke" hadîsinin kaynakları şudur
El-Leali-l Masnua Suyutî 1/272; ]-;i-Esrar-ül Mertüa Aliyy-ül Kari sh: 295-296; aynı eser Tahkik Muhammed Said Zalûl sh: 194; El- Feraid-ül Mecmua fevkani sh: 326; Keşf-ül Hafâ-Aclunî 2/164; şerh-üş şifa Aliyy-ül Karî 1/6
Hem El- Hâfız Aclûnî hem de, Aliyy-ül Karî eserlerinde "Levlâke" sözü mânası itibariyla hadîs olmasa dahi, mânası itibarıyla doğru ve haktır demişlerdir. Aynı kanaati ıbn-i Teymiyye dahi fetva kitabı 10/ 96-98'de izhar etmiştir.
Divan ve tasavvufki kitaplarından me'haz olarak bir kaçının tda ismini veriyoruz:
Levami-ül Ukul Ni'metullah bin Veli sh: 15: Divaın-ı Mevtana Câmî sh: 4; Divan-ı şeyh Ahmed-i Cezerî 1/190 ve hakeza Divan-ı Mevlâna Hâlid, Mektubat-ı Imam-ı Rabbanî ve bütün bunların yanında umum ümmetin telâkki-i bil-kabulü...
Abdulkadir BADILLI (Risale-i Nurun Ulvi Kaynakları)
"Levlâke" hadîsinin hakikatı şudur
değerli kardeşim! Kainattaki bütün kemalatın menşei ve esası nur-u Muhammedidir. Her şey, kemalini ve cemalini O’nunla buldu. Sorduğunuz soruya iki şekilde cevap verilebilir.
1- anlaşılmaz bir kitap muallimsiz olsa manasız bir kağıttan ibaret kalır. Allah bu dünyayı ve içindekileri, kendi cemalini ve kemalini görmek ve göstermek için yarattı. Cemalini ve kemalini göstermek istediği şuur sahibi mahlukatın başında da, insan gelmektedir. Kendisi kendine layık bir şekilde cemal ve kemalini tefekkür etmektedir. Fakat insan dediğimiz mahlukun, Allah’ın istediklerini kendi başına anlaması mümkün değildir.
Madem kainat insan için yaratılmış, ve madem insan yalnız başına ılahi hakikatı anlaması mümkün değildir. Öyleyse insanların nazarını mahlukattan ve masivadan çekecek Peygamberler olacaktır. Bu peygamberlik makamı, Allah’ın en çok sevdiği insanlardan oluşacaktır. Bu peygamber dediğimiz seçkin insanların arasında da vahiyde belirtildiği gibi, en sevgili kul ve en şerefli kişi Hz. Muhammed’dir( a.s.m).
2- Hz. Muhammed ( a.s.m)in duası, bu kainatın yaratılması için bir sebeptir. Yani Asrımız alimlerinden Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadesiye “Allah, ezeli ilmiyle Peygamberimizin, kainatın ve cennetin yaratılması hususunda ki ısrarlı ve ihlaslı duasını kabul etti ve bu kainatı halk etti”. ışte O’nun bu duası olmasaydı Allah kainatı ve içindekileri yaratmazdı.
Çünkü O zat (a.s.m) bütün enbiyanın seyyididir, bütün evliyanın reisidir. O geldikten sonra dünya rahata kavuştu. Bu noktadan O’na olan sevgi, başka bir sevgidir. Fakat madem Allah’ın zatı mahlukatın zatına benzemez. Ve hadsiz derecede mükemmel ve alidir. Elbette sıfatları da benzemez. Yani ilmi, iradesi, kudreti ve muhabbeti de mahlukatın sıfatlarına benzemez. Allah’ımızın Peygamberimize olan muhabbetini aklımızla anlamamız mümkün değildir. Çünkü Allah’ın ne sıfatlarını, ne zatını ne de fiillerini aklımız almıyor. Elbette muhabbet-i ilahiyeyi de anlamamız iktidarımız haricindedir.
Size ılm-i heyetimizden Prof. Dr. Alaaddin Başar hocamızın Nur-u Muhammedi hakkında ki bir soru ve cevabını gönderiyoruz. selam ve dua ile.
Soru: “nur-u muhammedî” ne demektir?
Cevap:
“Allah göklerin ve yerin nurudur (onları varlık nuruna kavuşturandır)” (Nur suresi, 35)
Nur, her çeşit karanlığın, zulmetin zıddı.
ılim nurdur; cehalet karanlığını yok eder.
Hidayet ayrı bir nur; dalâlet onunla ortadan kalkar.
ıman da nurdur, küfür karanlıklarını mahveder.
Her nur bir zulmeti giderir ve bir hakikati gösterir.
ışte, bu âlem yaratılmazdan önce her şey yokluk karanlığında idi. Cenâb-ı hakk lütuf ve ihsanıyla bu karanlığa son verdi ve bütün varlıklara çekirdek olacak ilk mahlûkunu yarattı. Bu varlık nur-u muhammedî idi
“Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur” hâdis-i şerifi üzerinde biraz durmak gerekiyor. Çünkü, bu konuda bir takım yanlış yorumlar yahut yersiz itirazlar eksik olmuyor.
Bilindiği gibi canlıların bütün karakterleri genetik şifrelerinde yazılı. Bu yazı, kader kalemiyle işlenmiş bir ilâhî program. Bir tohumdaki şifrede ne ağacın şeklini, ne gövdesinin sertliğini, ne yaprağının yeşilliğini, ne de meyvesinin tadını bulabilirsiniz. Dna’da bütün bu özellikler baz sıralaması şeklinde yazılı, ama o program ne serttir, ne yumuşak; ne yeşildir, ne kırmızı. Bunların hepsi o şifrede bir plan, bir program olarak mevcut, ama ağacın bütün özelliklerini o şifrede aynen bulmaya çalışmak da boş bir çaba. Bu noktayı dikkate almadan, bütün mahlûkatın nur-u muhammedî’den yaratılışını düşünen adam, yıldızlarla, ormanlarla, denizlerle bu nur arasında bir benzerlik kurmaya kalkışır ve aldanır.
Bizim yaptığımız planlar da bir yönüyle öyle değil mi? Bir evin bütün bölmeleri plandadır, ama plandaki mutfakta yemek pişiremezsiniz.
“nasıl esmada bir ism-i azam var, o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır” ( sözler ) ısm-i azam, bütün isimleri içine aldığı gibi, nakş-ı azam olan insan da bütün varlık âleminde tecelli eden isimlere mazhar. “bir şey mutlak zikredilince kemâline masruftur” kaidesince, insan denilince de insanlık âleminin en ileri ferdi ve risalet semasının güneşi olan hz. Muhammed (a.s.m.) akla gelir.
Bütün ilâhî isimler ilk defa nur-u muhammedî de tecelli etmişler. Meselâ, onda muhyi isminin tecellisi var ve o nur hayat sahibi. Sonraki safhalarda yaratılacak olan bütün hayatlar, ilk defa onda tecelli eden bu ismin ayrı tezahürleridir. O nurlu hayat, bütün hayatların başlangıç noktası ve çekirdeğidir. Ama, bütün hayat çeşitleriyle resulullah efendimizin (a.s.m.) o pak ve münezzeh ruhu arasında bir ilişki kurmaya kalkışmanın da yanlışlığı ortadadır.
Bir başka misâl: muhafaza etmek, hıfzetmek bir ilâhî fiil.
Nur-u muhammedî de hafiz ismi de tecelli etmiş ve daha sonra yaratılacak “levh-i mahfuza”, “çekirdeklere”, “yumurtalara”, “nutfelere” ve nihayet “hafızalara” bir çekirdek gibi olmuş.
“mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numûnesini ve esasatını câmi' olsun.” (sözler)
Vahdetü’l-vücut meşrebinin sahibi Muhyiddin arabi hazretlerine göre, ebede kadar yaratılacak bütün varlıkların mahiyetleri (kendi ifadesiyle ayan-ı sabiteleri), tâbiri caizse nuranî bir çekirdek halinde, Allah’ın ilminde mevcuttu. Bütün mahiyetleri icmalen taşıyan bu ilk taayyün mertebesini muhyiddin arabî hazretleri, “hakikat-ı muhammediye”, “âlem-i vahdet”, “vücud-u icmâli”, “nur-u muhammedî” gibi isimlerle dile getiriyor.
Buna göre, nur-u muhammedî, bütün mahiyetlerin ortak ismidir ve eşyanın yaratılmasıyla bu mahiyetler ilim dairesinden kudret dairesine geçmişlerdir.
imam-ı rabbanî hazretleri de şöyle buyurur:
“hakikat-i muhammediyeden terakki vaki oldu mânâsında yazdığım cümleye gelince, bu hakikatten murat, o hakikatin zıllıdır ki o hakikat için “hazret-i ilmin icmâlinden ibarettir” demişler ve “vahdet” tabirini kullanmışlardır.”(mektûbat c. 2)
Âlem-i vahdet, muhyiddin arabî hazretlerinin ilk taayyün mertebesine verdiği dört isimden birisi.
Bilindiği gibi vahdet birlik mânâsına geliyor, kesret ise çokluk. Çekirdekte vahdet vardır ve bu vahdetten kesret doğmuştur. Onlarca dal, yüzlerce meyve, binlerle yaprak kesreti ifade ederler ve bu kesret âlemi bir vahdetten doğar. Sonsuz yıldızların kaynaştığı sema, yine sonsuz canlıların oynaştığı yer yüzü, sayısını bilemediğimiz melekler âlemi ve daha nice varlıklar hep kesreti ifade ederler ve bunların tamamı âlem-i vahdetten, nur-u muhammedî’den doğmuşlardır.
Nur külliyatından önemli bir ipucu: “muhakkak, semavat ve arz bitişik idiler, biz onları ayırdık” meâlindeki âyet-i kerime’nin değişik tefsirleri nazara sunulduktan sonra şu mânâya da yer verilir:
“mezkûr âyetin tabaka-i avama ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki: nur-u muhammediyeden (a.s.m.) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundan infisâl ettirilmesine işarettir.” Mesnevî-i nuriye
Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi, bu hikmet âleminin yaratılış çekirdeği olan nur-u muhammedî’den âlem safha safha yaratılmış. Bütün fizik âleminin, semavat ve arzın yaratılışı da bu kaide çerçevesinde gerçekleşmiş. Bu nurdan, bir “madde-i aciniye” yaratılmış ve bu öz macun, bu şifre mahlûk; göklerin ve yer küremizin yaratılmasında esas olmuş.
“Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur” hadis-i şerifinin devamında âlemin yaratılış safhaları sırayla, kalem, levh, arş, hamele-i arş olan melekler, kürsi, diğer melekler, gökler, yerler... şeklinde ifade edilir. Belki de, göklerin ve yerlerin yaratılmasından önceki safhalarda, yaratılış doğrudan doğruya nur-u muhammedî’den gerçekleştirilmiş, bu safhada ise nur-u muhammedî’den bir öz madde yaratılmış ve göklerin ve yerin yaratılmasında bu çekirdek esas olmuştur. Her şeyin bir sebebe bağlandığı bu hikmet dünyasında, şu görünen âlemin başlangıcının böylece takdir edilmiş olması ilâhî hikmete en uygun olanıdır.
Maddenin nurdan yaratılması garip karşılanmamalı. Nitekim madde dediğimiz şeyin, aslında, kesifleşmiş bir enerji olduğu bilinmektedir. Atomun, parçalandığında enerjiye dönüşmesi, işin temelinde kuvvet ve kudretin bulunduğunu gösterir. Bunlar ise kesif ve maddî değil, lâtif ve nuranîdirler.
“melekler nurdan yaratıldı. Cinler ise dumanlı alevden yaratıldılar” hâdis-i şerifi cinlerin de nur-u muhammedî’den doğrudan yaratılmayıp bir başka şekilde, yahut bir başka safhada var edildiklerini bize ders verir.
“hiçbir şey yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin” meâlindeki âyet-i kerimeye göre, her şey Allah’ı bilmekte, hamd ve tesbih etmektedir. Kâinatın gerek ilâhî ilimdeki ilk icmâline, gerek şehadet âlemine çıkışındaki o çekirdek varlığa “nur-u muhammedî” denilmesinden anlaşılıyor ki, Allah’ı bilmede, onu hamd ve tesbih etmede en ileri mertebe Allah resulüne (a.s.m ) aittir. Bütün ilâhî isimlerin en ileri mertebesine de, o (a.s.m.) mazhardır. Kâinatın yaratılmasından asıl gaye o’dur. Diğer varlıkların yaptıkları bütün ibadetler, erdikleri bütün marifetler ve zevk ettikleri bütün muhabbetler onun yanında ancak bir gölge gibi kalır.
“hem ism-i âzama mazhar olan resul-i ekrem aleyhissalâtü vesselâm'ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i ilâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir.” Sözler
Demek ki, o ilk yaratılışta ruh-u muhammedînin ulviyeti, parlaklığı ve berraklığı diğer bütün mahiyetleri âdeta gölgede bırakmış ve o ilk çekirdek varlığa nur-u muhammedî denilmiş.