www.sorularlaislamiyet.com 'a sorduğum bir soruya aldığım bir cevaptır,
Bütün Islam ulemasi Sahabeler arasinda olan olaylarin, onlarin adaletine ve sahabe olmalarina zarar vermeyecegi konusunda ittifak etmislerdir. Hatta içtihat ederek karar verdikleri için hata bile etseler en azindan içtihat sevabi alirlar.
Soru: Müslümanlarin, sahabeler arasinda meydana gelen ayriliklara nasil
bakmasi gerekir?
"Ismet" yani, "ilâhî bir koruma ile günahlardan korunma" sifati, ancak
peygamberlere mahsustur. Hatasiz, kusursuz olmak ancak onlara hâstir.
Sahabeler, bu sifatla nitelenmediklerinden onlarin yüzde yüz hatadan
âzâde
olduklari söylenemez. Ancak su var ki, herhangi bir Müslüman hata
islemekle
Islâm dairesinden çikmadigi gibi, bir sahabe de hata islemekle
sahabelik
serefinden çikmaz.
Dört hak mezhebin bütün müçtehitleri, sahabe-i kirâm arasinda geçen
ayriliklari söyle degerlendirmislerdir: Sahabe-i kirâmin her biri kendi
basina birer müçtehittir. Kur'an ve hadiste açikça beyan edilmeyen
konularda
içtihat yapma, en evvel onlarin hakkidir. Fikih biliminin yönteminde
kesinlesmis bir kuraldir ki, bir kimsede içtihat rütbesi varsa, o
kimse,
baskasinin içtihadina uymaya mecbur degildir. Ashap arasinda çikan
muhalefetler, münakasa ve muharebeler içtihat farkliligindan dogmustur.
Hâsâ, nefsanî arzularin, isteklerin bu ayriliklarda payi yoktur. Çünkü,
onlar sohbet-i nebevi ile kin, adavet, düsmanlik gibi kötü sifatlardan
arinmislardir. Nefisleri böyle süfli seylerden temizlenip pâk olmus,
ulviyet
kazanmistir.
Evet, sahabe-i kirâmin her biri Islâm dininin tesisinde birer
müçtehittir.
Bilindigi gibi, içtihat eden bir kimse, yaptigi içtihatta isabet ederse
iki
sevap kazanir; isabet edemedigi takdirde içtihat etmesine mükâfat
olarak bir
sevap alir. Canlariyla, baslariyla, her seyleriyle Islâm'a mâl olan,
O'nun
yüceltilip yayilmasindan baska bir gayeleri olmayan o seçkin insanlarin
içtihatlari da yine Islâm'in yüceltilip yükseltilmesi içindir. Bu ask,
bu
azim onlarda o derece ileri gitmisti ki, Uhud Muharebesi'nde Peygamber
Efendimize zit görüs bildirmekten çekinmemislerdi. "Biz, Islâmîyet'in
basarisini sunda görüyoruz," diye görüslerini açikça ortaya
koymuslardi.
Sahabenin çogu Resulüllah Efendimize zit içtihatta bulunduklarindan,
Peygamberimiz (sav) onlarin içtihadina uymaya mecbur oldular. Daha
sonra
gerçeklesen olaylar Peygamberimizi hakli çikardi. O zaman Kur'ân-i
Azimüssân'in nâzil olmasi devam ettigi halde, Cenâb-i Hak ashâbi
uyarici bir
ayet bile indirmedi. Herhangi bir ayetle herhangi bir ikazda bulunmadi;
bilâkis peygamberimize eskisi gibi onlara fikir danismaya devam
etmelerini
emretti. Resulüllah Efendimiz de onlari ayiplamadi, yine bagrina basti,
sefkatle kucakladi, bu emir geregince onlarla fikir alis verisine devam
etti. Sadece bu hâl dahi, sahabe-i kirâmin, Allah ve Resulü indindeki
begenilirliklerini ve dinde içtihat sahibi olduklarini en açik bir
sekilde
göstermeye yeterlidir.
Simdi, insafla düsünelim. Içtihatta Peygamber'le farkli düsündükleri
halde,
ne Allah, ne de Resulüllah tarafindan uyarilmayan sahabeleri,
aralarinda
çikan ayriliklardan dolayi biz mi yargilayacagiz? Zerre kadar vicdan ve
basiret ve anlayisi olan bir kimsenin bu cinayete tevessül etmemesi
icap
eder.
Haddimizi tecâvüz ederek Islâm'in temeline kanlarini akitan o seçkin
cemaati
yargilamaya kalkar ve birini hakli çikarip, digerini tenkit edersek, o
hidayet yildizlarina hiçbir leke süremez, ancak kendi elimizle kendi
felâketimizi hazirlamis oluruz.
Kaldi ki, o yargiladigimiz kimseler, ashâbin ileri gelenleridir. Bir
kismi
Cennet'le müjdelenmistir. Bizim dedikodusunu ettigimiz o kisileri
Kur'an ve
Peygamber Efendimiz medh ü senâda bulunmustur.
Bu hususu hiç unutmamali, ashap arasinda çikan ayriliklarda mümkün
oldugu
kadar temkinde bulunmali, haddimizi bilmemekten büyük ölçüde
sakinmaliyiz.
Sayet, sahabelerin ayriligi Hakk katinda mesrû ve mâkul olmasaydi,
elbette
bunun için onlari engelleyecek bir emir indirilirdi. Nitekim sahabe-i
kirâm,
Peygamber Efendimizin (sav) yaninda yüksek sesle konustuklarinda su
uyari
ayeti indirilmistir:
"Ey iman edenler! Seslerinizi Resulüllah'in sesinden yüksek çikarmayin,
0'nun yaninda, birbirinizle yüksek sesle konustugunuz gibi konusmayin.
Siz
farkina varmadan amelleriniz bosa gider." (Hucürat, 2)
Hucürât sûresinde, müminlerin sû-i zandan sakinmalari söyle
emredilmektedir:
"Sizden biriniz ölü kardesinin etini yemek ister mi?" (Hucürât sûresi,
12)
Cenâb-i Hak bu ayet-i kerimede bir mümini giybet etmenin ölü eti yemek
kadar
çirkin ve mümine yakismayan bir davranis oldugunu bize haber veriyor.
Ya
giybet edilen bu mümin, sahabelerden, hem de onlarin en ileri
gelenlerinden
biriyse, artik meselenin tehlikesini siz takdir ediniz.
Resulüllah Efendimiz de bir hadis-i seriflerinde: "Ates odunu nasil yer
bitirirse, giybet dahi sâlih amelleri öyle yer bitirir" buyurmakla
bizleri
bu noktada siddetle ikaz etmektedir.
Hem kendi ahiret hayatimizin selâmeti, hem de Islâm'in gelecegi adina,
bu
hakikatlere kulak vermemiz lâzim ve elzemdir. Bir mümin diger bir
mümine
sû-i zan etmekten men edildigi halde, Islâm'in temeli, Hz. Peygamberin
çalisma ve silâh arkadaslari ve su andaki bütün Müslümanlarin
hidayetlerinin
vesilesi olan sahabe hakkinda, hele onlarin en ileri gelenleri hakkinda
sû-i
zan etmenin ne kadar sorumluluk gerektirdigi açikça anlasilabilir.
Akilli ve idrakli insanlar için en selâmetli yol, bu meselede ileri
geri
konusmaktan kaçinmaktir. Biraz düsünmekle hemen anlasilacaktir ki,
insanlar
bu âleme sahabeler arasindaki problemleri tahlil etmek, bu konuda bir
tarafa
hakli, digerine haksiz hükmünü vermek için gönderilmemislerdir. Ve bu
hususta bir kanaate sahip olmak, insanin yaratilis gayesi olamaz. Insan
bunun için degil, Allah'a hakkiyla kul olmak için yaratilmistir. Yâni,
dinimiz bizi sahabe ayriliklarinin tahliline degil, kullugun
gereklerini
yerine getirmeye dâvet ediyor.
Ashâb-i Kirâm Efendilerimiz, halifesinden neferine kadar ayni rizik ile
hayat buldu ve ayni heyecani paylastilar. Islâm'in gelismesinde,
yayilmasinda, yücelip gelismesinde gece gündüz demeyip, gizli ve
âsikâre,
durmadan çalistilar. Canlariyla, kanlariyla cihat ettiler ve
fedakârlikta
erisilmezlere eristiler. Kur'an aski, Peygamber aski için asiretlerine
karsi
koydular, ailelerini, çocuklarini, mal ve mülklerini feda ettiler.
Peygamberimizin nefsini, kendi nefislerine, çoluk çocuklarina, anne ve
babalarina tercih ettiler. Islâm binasinin temeline kanlarini
akittilar.
O günden bugüne, tâ kiyâmete kadar bütün Müslümanlarin dünyevî ve
uhrevî
saâdetlerine vesile oldular. Onlarin hepsine karsi derin bir
minnettarlik
beslemek, onlara dua ve onlari medh ü senâ etmek hepimiz için bir insaf
ve
vicdan borcudur.
Soru: sahabeler arasinda çikan savaslarin gerçek sebebi nedir?
H.z. Osman'in katili Yemenli bir Yahudi olan el-Gafikî idi. Hz.
Osman'in
sahadetiyle Ibn-i Sebe, davasinda büyük bir merhale kat'etmis
.oluyordu.
Artik nifak tohumlari meyvelerini vermeye baslamisti. Bu elîm hâdise
Müslümanlarin, Islâm dinini baska ülkelere ulastirmalarina engel oldu.
Islâm'in fütûhat ve teblig devri kapandi, bir duraklama ve çekisme
devri
basladi.
Bu merhaleden sonra Ibn-i Sebe, Hasimîlerle Emevîleri karsi karsiya
getirmek
için yeni bir plân hazirladi. Hz. Osman (r.a) Emevî, Hz. Ali ise Hasimî
oldugu için, Hz. Osman'i, Hz. Ali'nin öldürttügünü ve 0'nun yerine
geçmek
istedigini etrafa gizlice yayarak Emevîleri tahrik etti. Ibn-i Sebe,
bir
taraftan Hz. Ali'ye bu çirkin iftirayi yaparken, diger taraftan O'nun
halife
olmasi için açikça gayret gösteriyor, böylece halkin bu iftiraya
kanmasini
saglamaya çalisiyordu.
Bu maksatla, Misir'dan gelen kafileden, Yahudi asilli Ibn-i Meymun
riyasetinde bir heyet seçerek Hz. Ali'nin huzuruna gönderdi. Heyet Hz.
Ali'ye: "Malûmunuz oldugu üzere, bu ümmet bassiz kalmistir. Halifelige
de en
lâyik sizsiniz. Sizden bu vazifeyi deruhte etmenizi istiyoruz,"
dediler. Hz.
Ali (r.a) bu teklifi reddederek, onlari evinden kovdu.
Hz. Ali'den (r.a) böyle bir cevap alinmasi üzerine Küfelilerden bir
heyeti
Hz. Zübeyr'e ve Basralilardan bir heyeti de Hz. Talha'ya gönderdi. Hz.
Zübeyr ve Hz. Talha da Hz. Ali gibi bunlarin hilâfet tekliflerini
reddederek
huzurlarindan kovdular.
Ibn-i Sebe, onlardan da istedigini elde edemeyince bu defa
mütecavizleri
sevk ve idare eden Yahudi Gafikî'ye su talimati verdi: "Medinelileri
mescide
toplayiniz ve onlara hemen kendilerine bir halife seçmelerini
söyleyiniz.
Aksi takdirde hepsini kiliçla tehdit ediniz..."
Gafiki baskanligindaki âsiler, bu emir mucibince Medinelileri mescide
toplayarak onlara: "En kisa zamanda kendinize bir reis seçiniz. Sayet
siz
bugün bu vazifeyi yapmazsaniz, Ali, Zübeyr ve Talha da dahil olmak
üzere
hepinizi kiliçtan geçirecegiz," dediler. Bu tehdidi dinleyen Medine
halki,
Hz. Ali'nin (r.a) huzuruna çikarak, O'ndan halifeligi kabul etmesini
istirham ettiler. Hz. Ali de bu karisik durumu göz önünde bulundurarak
vazifeyi, hiç istemedigi halde, kabule mecbur oldu.
Az zaman sonra Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (r.a), Hz. Ali'ye (r.a) giderek
O'ndan, kitabin hükmünü icrâ etmesini ve Hz. Osman'in katillerinin
cezalandirilmasini istediler. Hz. Ali onlara hitâben: "Haklisiniz;
fakat
devlet henüz âsileri tam mânâsiyla sindirmis degildir. Onun için
devletin
olaylara hâkim olmasini beklemek gerekir..." dedi.
Hz. Ali (r.a), suçlularin tek tek belirlenerek sorguya çekilmelerini ve
gerekli cezaya çarptirilmalanni istiyordu. Hz. Âise, Hz. Zübeyr ve Hz.
Talha
(r.a) ise, su fikirdeydiler: "Fitne büyümüs, devleti hedef almis ve
halife
sehit edilmistir. Mesele sadece Hz. Osman'in katilinin bulunmasi
degildir.
Bu fitne hareketine katilanlanrin çogunun öldürülmesi gerekir. Bu
sebeble,
âsiler hemen cezalandirilmalidir."
Hz. Ali (r.a), Kur'an'in "Velâ tezîrû vâziretün vizre uhrâ" nassindan
hareket ile, "Birinin hatasiyla baskasinin mesul olamayacagi" görüsünü
ileri
sürerek, onlarin bu fikrine katilmadi(4).
Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (r.a), Hz. Ali'nin görüsünü ögrendikten sonra,
Hz.
Âise (r.anhâ) ile Mekke'de görüstüler ve âsilerin üzerine yürümek için
kuvvet toplamak üzere Basra'ya gitmeye karar verdiler.
Hz. Ali de (r.a), Hz. Âise, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in (r.a) Basra'ya
gittiklerini haber alinca devletin bütünlügünde bir parçalanma, bölünme
olmamasi için ordusuyla Basra'ya hareket etti ve Zikar mevkiinde
konakladi.
Hz.Ali (r.a) meselenin baris yoluyla halledilmesi için Ka'ka isminde
bir
elçisini Hz. Âise, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'e göndererek onlara,
tefrikanin
fenaligini, birlik ve beraberligin önemini, her seyin sulh yoluyla daha
iyi
hall olacagini anlatmasini istedi. O da bu emir geregince, Hz. Aise,
Hz.
Talha ve Hz. Zübeyr'in yanina giderek onlara Hz. Ali'nin görüslerini:
bu
yaranin ilâcinin sükûnet oldugunu, sükûnet gerçeklestikten sonra her
tedbirin alinabilecegini, aksi halde fitne ve fesat çikacagini, bunun
da
Islâm'a ve Müslümanlara getirecegi sikintinin büyük olacagini izah
etti.
Onlar: "Eger Ali bu fikirde ise, aramizda bir görüs ayriligi
kalmamistir."
dediler.
Bu neticeden her iki tarafin mensuplari da memnun oldular. Böylece bir
istikrar, bir sükûn hali hâsil oldu. Herkes kendisini emniyet ve huzur
içersinde görerek çadirlarina çekildiler.
Bu sulhtan, ziyade rahatsiz olan münafik Ibn-i Sebe, taraftarlarini
toplayarak onlara: "Ne yapip yapip savasi kizistirmaniz ve Müslümanlari
birbirine düsürüp kirdirmaniz lâzim. Sayet bir netice alamazsak, bütün
gayretimiz bosa gider; hedefe varamamis oluruz." dedi. Ve savasi
baslatmak
üzere yeni bir plân hazirladilar. Sabaha yakin saatlerde tatbike
koyulacak
bu yeni plân geregi, Ibn-i Sebe kendi adamlarini Hz. Ali (r.a) ile Hz.
Zübeyr ve Talha'nin (r.a) çadirlarinin etrafinda yerlestirdi. Bunlar
daha
sonra her iki tarafin çadirlarina baskinda bulundular. Gürültü üzerine
uyanan Hz. Zübeyr ve Talha (r.a): "Ne var, ne oluyor?" diye
sorduklarinda,
Ibn-i Sebe'nin adamlari, "Hz. Ali'nin adamlari (Kûfeliler) bize gece
baskini
yapti," dediler.
Bu haber üzerine Hz. Talha ve Zübeyr (r.a): "Anlasildi, Hz. Ali, harbi
kesmekte samimî degilmis." dediler. Öte yandan gürültüyü isiten Hz. Ali
(r.a): "Ne oluyor?" diye sordu. Yine Ibn-i Sebe'nin adamlari: "Karsi
taraf
bize gece baskini yapti. Biz de püskürttük." dediler. Hz. Ali de:
"Anlasildi. Talha ve Zübeyr bizimle sulh meselesinde ayni fikirde
degilmisler." dedi. Böylece on bin kisinin hayatina mâl olan Cemel
Vak'asi
meydana geldi. Hz. Talha ve Zübeyr de bu savasta sehit düstüler. Ibn-i
Sebe,
böylece Hz. Osman'in (r.a) katlinden sonra amacina dogru mühim bir
merhale
daha kat'etmis oluyordu.
Soru: Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasinda meydana gelen Siffin savasinin
iç
yüzü nedir?
Hz. Ali (r.a), Cemel Vak'asi'ndan sonra bir müddet Basra'da kaldi. Daha
sonra oradan Kûfe'ye geldi. Müslümanlarin büyük bir kismi, Fas'tan tâ
Çin
sinirina kadar Hz. Ali'ye (r.a) biat etmislerdi. Biat etmeyen, sadece
Suriyeli Müslümanlar kalmisti.
Hz. Ali (r.a) Sam Valisi Muâviye'nin ve dolayisiyla Suriye'nin biatini
temin
etmek için, her zaman oldugu gibi sulh yolunu tercih ederek kendisine
Cerir
ismindeki bir adamini elçi olarak gönderdi.
Ibn-i Sebe, Hz. Ali'nin (r.a) konuyu sulh yoluyla halletme tesebbüsü
üzerine, her zamanki gibi sulh yolunu tikamak için, yine harekete
geçti.
Çünkü, sayet sulh olursa, Hz. Ali (r.a) bundan sonra ilk is olarak Ibn
Sebe
taraftarlarini ele alacak, suçlular tespit edilince de âkibetleri çok
kötü
olacakti. Su halde, iki taraf da bir esas üzere barisacak olurlarsa
âsilerin
hezimete ugrayacaklari süphesizdi. Onun için, mutlaka bu sulha mani
olunmali
ve taraflar karsi karsiya getirilmeliydi. Ibn-i Sebe ve arkadaslari
hâdiseleri kendi lehlerine çevirecek bir hâlin dogmasini bekliyorlardi.
Nitekim, hâdiselerin seyri lehlerine cereyan etti. Çünkü Muâviye, Hz.
Ali'nin (r.a) bu teklifini kabul etmemisti. Neticede her iki taraf da
harp
hazirliklarini tamamlayip Muharrem ayinda Siffin'de karsi karsiya
geldiler.
Bununla beraber Hz. Ali (r.a) ile Hz. Muâviye (r.a) bu ayda harp
etmemek
için bir aylik bir mütareke yaptilar. Hz. Ali (r.a) bu mütarekeyi
firsat
bilerek Hz. Muâviye'ye sulh için yeniden heyetler yolladi.
Ibn-i Sebe, harbe mani olmak için giden heyetler içine Hâtem oglu Adiy
ve
Sebt gibi adamlarini soktu. Bu adamlar Hz. Muâviye'yi mütecaviz bir
lisanla
tehdit etmisler ve O'na karsi, "Siz de Cemel Vak'asi'nda hezimete
ugrayanlardan daha perisan olacaksiniz..." gibi tahrik edici sözler
sarf
ederek muhtemel bir sulha mani olmuslardi.
Ibn-i Sebe ve adamlari, bir taraftan da Hz. Ali'nin ordusunu bir an
evvel
harbe girmeye tesvik ediyor ve onlara, "Samlilarin da Cemel
Vak'asi'ndakiler
gibi hezimete ugrayacaklarini" telkin ediyorlardi. Neticede taraflar
yine
karsi karsiya geldiler ve Siffin Savasi gerçeklesti.