EHL-ı BEYT-ı MANEVı
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ev halkı. Ehl-i Beyt, bir evde yaşayan aile fertleri, aile demektir. ıslâm fıkıh terminolojisinde bir terim olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'in hısımlarından kendilerine zekât verilmesi yasaklanan aile fertlerinin tamamını ifade etmek için kullanılmıştır. Hadislerde; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ailesi, eşleri ve çocuklarıyla Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'dir Rasûlullah (s.a.s.) ile ehl-i beyt'e de salât ve selâm getirmek müslümanların bir görevidir.
Ehl-i beyt terimi Kur'ân-ı Kerîm'de yüce Allah Ehl-i Beyti şu âyette belirtmiştir: "Ey Peygamber hanımları, evlerinizde oturun; eski câhiliyedeki gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın, zekâtı verin; Allah'a ve Peygamber'e itâat edin. Ey Peygamber'in ev halkı, Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister." Rasûlullah (s.a.s)'in eşlerinin, diğer bir deyimle mü'minlerin annelerinin ev halkından olduğu bu âyetten anlaşılmaktadır. Ayette, "Ey ev halkı" ifadesiyle onlar kastedilmektedir. Çünkü âyetin başında "Ey Peygamber'in hanımları" hitâbı vardır. Bu terim, bir adamın hanımlarını ve çocuklarını kapsamaktadır. Hz. Ali ve ailesi de ehl-i beyt'tendir. Enes b. Mâlik'in rivâyetine göre: Hz. Peygamber (s.a.s), altı ay boyunca Fâtıma'nın kapısının önünden geçtiğinde, sabah namazına giderken, "Ey ehl-i beyt namaz, namaz..." demiş ve Ahzâb suresinin otuz üçüncü âyetini okumuştur. Ebû Ammâr'ın ve başkalarının rivâyet ettiği hadis de şudur: ''Rasûlullah, (s.a.s.) beraberinde Ali, Hasan ve Hüseyin olduğu halde geldi. Her birinin elini kendi eli içine almıştı. ıçeri girdi ve Hz. Ali ile Fâtıma'yı önüne oturttu; Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i de kucağına aldı; sonra elbisesini onların üzerine örterek şu âyet-i kerimeyi okudu: 'Ey ehl-i beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.' Sonra devamla, 'Allah'ım, bunlar benim ehl-i beytimdir. Benim ev halkımın temizlenmeye en fazla hakları vardır' diye dua etti." Bu hadis, çeşitli muhaddisler tarafından birçok râvîden rivâyet edilen sahih bir hadistir.
Hâdislerde, Rasûlullah (s.a.s.)'in eşleri Ümmü Seleme veya Hz. Âişe'nin, Hz. Peygâmber'e kendilerinin de ehl-i beyt'ten olup olmadıklarını sorduğu, bunun üzerine Rasûlullah'ın ona: ''Sen benim için seçilmişsin" buyurduğu nakledilmiştir. Zeyd ibn Erkam, "Rasûlullah (s.a.s.)'in hanımları da ev halkındandır. Ancak onun ehli beyti kendisinden sonra onlara zekât verilmesi haram kılınmış olan Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleridir" demiştir. Mevdûdî, Rasûlullah'ın bir örtü altına alarak ehl-i beyt'ine dua ettiğine dâir hadisler Müslim, Tirmizî, ıbn Hanbel, ıbn Cerir, Hâkim, Beyhâki gibi muhaddislerin ve Ebû Said el-Hudrî, Hz. Âişe, Hz. Enes, Hz. Ümmü Seleme ve başka birçok râviden bu hadisin nakledildiğine değinerek; Kur'ân'ın Hz. Peygamber'in hanımlarının ev halkından olduğunu açıklıkla beyân ettiğini, Hz. Peygamber'in buna ilâveten Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i de dahil ettiğini vurgulamaktadır.
Ehl-i beyt, kavram olarak ortaya çıkışından beri birtakım ihtilâflı konulara yol açmıştır. Hatta şiâ'nın doğuşuna ilişkin önemli bir yol ayrımıdır. Hem Sünnî hem şii kaynakları, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekâleyn hadisi diye bilinen iki hadis kaydetmektedirler. Sekâleyn hadisi şiî literatüründe önemli bir yer tutmaktadır. Gâdir-i Hum'da Hz. Peygâmber'in ''Size iki ağır emanet bırakıyorum; onlara sımsıkı sarıldıkça hiçbir zaman sapıtmazsınız..." buyurduğu rivâyet edilmiştir. Nesaî, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekaleyn hadisini bir arada vererek ikisinin de Gâdir-i Hûm'da söylendiğini yazmaktadır
Hadîsin Müslim'deki Zeyd b. Erkam (ö.68/687) rivâyeti şöyledir. "Mekke ile Medine arasında Hûm denilen bir su başında bulunurken Rasûlullah hutbe irâd etmek üzere ayağa kalktı; Allah'a hamd ve sena etti, vaaz ve hatırlatmalarda bulundu; sonra, 'Haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icâbet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum: Bunların birincisi, Allah'ın kitâbidir; onda mutlak hidâyet ve nur vardır. Bundan dolayı sizler Allah'ın kitâbına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız' buyurdu. Böylece Allah'ın kitâbına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi; sonra da şöyle dedi: 'Diğeri de ehl-i beyt'imdir. Ben, ehl-i beyt'im hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum” Alimler hadisin lâfzını, "Allah'ın Kitabı ve Râsûlullâh'ın sünneti" şeklinde açıklamaktadırlar. Zeyd b. Erkâm, ayrıca Hz. Peygamber'in eşlerinin de ehl-i beyt'ten olduğunu, asıl ehl-i beyt'ten kasdın Peygamber'den sonra sadaka almaları haram olanlar yani Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleri olduğunu belirtmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir başka hadisi şöyle nâkledilmiştir: "Zekât, Muhammed 'e de Muhammed 'in akrabalarına yakışmaz; o insanların kiridir'' "Biz ehl-i beyt 'iz bize zekât helâl değildir." Ebû Hureyre'nin Buhârî'deki rivâyetinde de, "Hasan b. Ali-çocukken- zekât hurmalarından bir hurma aldı. Hz. Peygamber (s.a.s.) atması için 'kaka kaka' dedi. Sonra 'Sen bilmiyor musun ki biz zekât yemeyiz' buyurdu" ifadesi vardır.
Ehl-i Beyt'in Kerbelâ hadisesinden sonra siyasetle ilgisini kesip kendisini tamamen ilme vermesine rağmen Emevi ve Abbâsilerin onlar üzerindeki baskısı her zaman devam etmiştir. Ali Zeynelabidin, oğulları ımam Zeyd ve Muhammed Bâkır (v.114) Hz. Peygamber'den tevârüs ettikleri ilmi sürdürmüşlerdir, Muhammed Bâkır'ın oğlu ımam Câfer-i Sâdık (v.14
Ehl-i Beyt'in fikrî, fıkhî ve ilmî mirasını sistemleştirmiş, ımam Zeyd'in, Hz. Ali'nin torunlarından en-Nefs-üz-Zekiye'nin, ıbrahim'in, Abdullah b. el-Hasen'in şahâdetlerini görmüştür.
Hz. Ali yoluyla gelen ehl-i beyt; Hasan, Hüseyin, Muhammed ıbn el-Hanefiyye, Abbâs ve Ömer'den yayılmıştır. Hz. Ali şehid edildikten sonra (661) yerine Hz. Hasan halife seçilmiş ve halifeliğinde suikasta uğramış, iyileştikten sonra hutbesinde şöyle demiştir: "Ey Irak halkı bizim için Allah'tan korkun. Biz sizin emirleriniz ve misafirleriniziz. Biz ev halkıyız. Çünkü Allahu Teâlâ bizim hakkımızda, "Ey Ehlü'l-Beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister" diye bahsetmiştir."
şiâ'ya göre mâsum olan ve ehl-i beyt'den gelen on iki ımam şunlardır: Hz. Ali, Hz. Hasan Hz. Hüseyin, Ali Zeyne'l-Abidin, Muhammed el-Bâkır, Câfer-i Sâdık, Musa el-Kâzım, Ali er-Rıza, Muhammed el-Cevad, Ali el-Hâdî, Hasan el-Askerî, Muhammed el-Mehdi. Ehl-i Beyt'in Hz. Ali'den gelen imamlarına tarih boyunca zulmedilmiş, bunların birçoğu şehid edilmiştir.
Hz. Peygamberin Ehl-i beytinden gelenler günümüzde ıslâm âleminin değişik yerlerinde yaşamaktadırlar. Hz. Hüseyin soyundan gelenlere Seyyid, Hz. Hasan soyundan gelenlere şerif denilmektedir. .
Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyt'inin işleriyle meşgul olan görevlilere tarihte “Nakîbü'l-Eşrâf” denilmiştir. Nakîbü'l-Eşrâf, Peygamber hânedânı efrâdının umûmî bir vâsisi hükmünde olup, gördüğü vazifenin şerefinden ötürü en yüksek mansıblardan sayılmış, ıslâm devletlerinde her zaman bunlara hürmet ve ta'zimde bulunulmuştur.
Manevî Ehl-i Beyt:
Fatiha suresinde yüce Allah’ın istikamet üzere olan hidayet ehlinden olmamız için yapmamızı istediği duada hidayet ve istikamet ehli olanları da “Allah’ın kendilerine nimet verdiği kimseler” olarak açıklamıştır. Kur’an-ı Kerim kendilerine nimet verilenleri ise “nebiler, sıdıklar, şehitler ve salihler” olarak açıklanmıştır.
Kur’an “Sırat-ı müstakim ehli ve hakiki niam-ı ilahiyeye mahzar nev-i beşerdeki taife-i enbiya ve kafile-i sıddıkîn ve cemaat-ı şühedâ ve esnâf-ı salihin”in liderlerine vasıfları ile işaret etmektedir. Enbiya ile kast edilenin peygamberimiz (sav) olduğu açıktır. Sıddıkîn ile Ebu Bekir Sıddık (ra) a , şühedâ ile Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali oldukları ima edilmektedir. Hem üçünün de şehit olacaklarına ihbar-ı gayb vardır.
Peygamberimiz (sav) Ehl-i Beytin dünyaya dalmamalarını istemiş ve yüce Allah’a şöyle dua etmiştir. “Allah’ım ehl-i beytin rızkını dünyada ancak kendilerine yetecek kadar ver.” Yine peygamberimiz (sav) “Benden sonra ehl-i beytim katle ve sürgüne maruz kalacaklardır” buyurur.
“ımamlar Kureyş’tendir” Hadisi:
ımam önder ve rehber demektir. ımamlara emirler de denmektedir. Emirler ise iyiliği emreden ve kötülükten sakındıranlardır. Bir idareci iyi olanı değil de kötü olanı emretmeye, iyilikten nehyetmeye başlamışsa emir olmaktan çıkmış, kendi kendisini emirlikten azletmiş, zulme yönelmiş demektir. Zalim idareci emir vermeye yetkili değildir. ımam ümmete yol gösteren, ümmeti doğruya iyiye yönlendiren kimse anlamındadır.
ıki çeşit imam, önder vardır. Birincisi dünya ilerinde rehber ve önder olan idareciler. Diğeri de din işlerinde yönlendirici olan, kendisine müracaat edilen, hidayet rehberi alimlerdir. Kitap ve sünneti sırlarına göre taviz vermeden yorumlar, ihtilafları önler, şüpheleri giderir, imanları artırırlar. Bunlar mücedditlerdir. Peygamberimiz (sav) bunlar hakkında “Her yüz sene başında dini tecdit eden bir müceddit gelir” buyurmuşlardır. “On iki halife olduğu müddetçe ıslam aziz olacaktır. Onların hepsi de Kuryştendir. Bu on iki imamın ilki Ali sonuncusu Mehdidir.” buyurarak sayılarını belirlemiştir.
Hem dinde hem de dünya işlerinde önderliği kendilerinde toplayanlara ise “Halife” denilir. Bunun için Hulefa-i Raşidîne “Hâdiyen-Mehdiyyen” denilmiştir. Hulefa-i Râşidinden sonra ilk müceddit ve halife Ömer bin Abdülaziz’dir. ıkinci asırda ımam-ı şafii ve sonraki asırlarda ımam-ı Rabbanî, Mevlanâ Halid-i Bağdâdî ve Bediüzzaman Said Nursî hazretleri mücedditdirler ve hepsi de Ehl-i Beyte mensupturlar. Yani Kureyşîdirler. Peygamberimiz (sav) bunlar hakkında “ımamlar Kuryştendir.” “Ümmetim ihtilaftan ancak Kureyşi sevmekle kurtulabilir. Kureyş Ehlullah’tır. Kureyş Ehlullah’tır. Kureyş Ehlullah’tır. Arapta hangi kabile ona muhalif olursa şeytanın hizbinden olur” buyurarak Ehlullah’ın Kureyşî olduğunu ve olacağını belirtmişlerdir. Bunu teyit eden bir diğer hadis de şudur: “Zamanın imamını tanımayan cahiliye ölümü ile ölür.” Zamanın imamı iki şekilde anlaşılmalıdır. Birincisi devlet başkanına, idareciye isyan etmeyerek itaat içinde yaşamak, anarşi ve teröre bulaşmamak, isyana kalkışmamak ve toplumun huzurunu bozmamak. ıkincisi de zamanın din müceddidine muhalefet etmeyerek o hidayet rehberine uyarak hak yoldan ayrılmamaktır. Böylece küfür, bid’at ve dalalet yollarından kendini korumuş olur. Bunun için peygamberimiz (sav) : “Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisine benzer; ona binen kurtulur” buyurmuşlardır.
Peygamberimiz (sav) kendisinin vefatından sonra Müslümanların birliğinin “Kureyş’e tabi olmakla sağlanacağı” gerçeğini “ımamlar Kureyş’tendir” hadisi ile beliğane ifade etmiştir. "Yeryüzünde iki kişi de kalsa bu iş (Emirlik) Kureyş'ten ayrılmaz." Çünkü o günün şartlarında Arabistan’da en güçlü ve şerefli kabile Kureyş idi. Arapların birliği ancak Kureyş’e uymakla sağlanabilirdi. Diğer Arap kabileleri ancak Kureyş’in liderliğine razı olurlardı. Kuryş’ten olan Hulefa-i Raşidin o zaman hem Arapların hem de Müslümanların birliğini sağlamıştır. Daha sonra muhtelif milletlerin Müslüman olmaları ile ıslamiyet Arabistan’ın dışına taşması sonucu ve ayrı ayrı ıslamî devletler teşkil etmeleri ile bu hadisin manevi olarak yorumlanmasını netice vermiştir. Çünkü peygamberimiz (sav) Selmân-ı Fârisî (ra) için ıranlı olduğu halde “Selman bendendir, Ehl- Beytimdendir” buyurmuşlar, onun da Kureyşî ve Ehl-i Beytten olduğunu ifade etmişlerdir. Bu hadis gösteriyor ki Sünnet-i Seniyyeyi kendisine rehber edinen maddeten ehl-i beyt olmasa da manen ehl-i beytten sayılabilir.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurur: “Ey Peygamber! Müslümanlara de ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarımı, ehl-i beytimi sevmenizdir” demesini emrederken, gerçekte, ümmetin takip edeceği doğru yolu, inançlarını ve şeriatın hükümlerini öğrenmekte kime başvuracaklarını göstermektedir. Kur’an-ı Kerim, bu vesileyle ümmeti Ehl-i Beyt’in yoluna sevk etmek istemiştir. Bu ayetten ve Peygamberimiz (sav) in “Size iki şey bırakıyorum” hadisinden ıslam muhakkikleri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (ra) ın neslinden gelen sünnet-i Seniyyeyi envâr-ı hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyeyi neşreden dinin ve sünnetin muhafızı olan müceddit ve müçtehitleri kast ettiğini ifade etmişlerdir.
Bediüzzaman “Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz necat bulur, kurtulursunuz. Biri Allah’ın kitabı, diğeri Âl-i Beytim” hadisini izah ederken “Âl-i Beytten vazifesi olan risaletçe muradı sünnet-i seniyesidir. Çünkü Sünnet-i seniyyenin membaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden hakiki Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl- Beyte hakiki dost da olamaz. Öyle ise sünnet-i Seniyyeye ittibaı meslek edinenler neslen Âl-i Beytten olmasalar da hizmet ve vazife cihetinden manen Al-i Beytten sayılırlar. Hakikat dersini üstadı Hz. Ali (ra) dan aldığını söyleyen Bediüzzaman “Nur mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır” diyerek Eh-l Beyt sevgisinin esas olduğunu belirtir.
Yine Bediüzzaman “Madem Risale-i Nur şakirtlerinin en büyük üstadı Hz. Peygamber (sav) den sonra “Celcelutiye”nin şehadetiyle ımam-ı Ali (ra) dır, onun muhabbetini esas alan şiiler ve Aleviler risale-i Nur’un derslerini Sünnilerden ziyade dinlemeseler, Âl-i Beyte muhabbet dâvâları yanlış olur” der.
Yine Peygamberimiz (sav) “Çocuklarınızı üç şeyle terbiye edin: Kur’an öğretmek, Peygamber sevgisi ve Ehl-i Beyt sevgisi vermekle” buyurur. Ayrıca, “Size paha biçilmez iki ağır emanet bırakıyorum; ki bunlara sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmezsiniz. Bunlardan biri; gökten yere uzanan Allah’ın ipi ve Kitabullah olan Kur’an-ı Kerim; diğeri ise itretim yani Ehl-i Beytimdir. Bu ikisi havuz başında bana kavuşuncaya kadar asla birbirinden ayrılmazlar. Sizle bu ikisine sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmezsiniz” buyurmuşlardır.
Bediüzzaman Said Nursi (ra) bu konuda çok net olarak şöyle der: “Allahumme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala âli seyyidina Muhammedin kema salleyte ala ıbrahime ve ala âl-i ıbrahime fil-âlemine inneke hamidun mecîd” duası -umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua - bil müşahede kabul olmuştur ki; Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i ıbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki; umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve a'sarın mecma'larında o nuranî zâtlar kumandanlık ediyorlar. Ve öyle bir kesrettedirler ki; o kumandanların mecmu'u, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüt ile bir fırka vaziyetini alsalar, ıslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! ışte o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır ve Hazret-i Mehdi'nin en has ordusudur.
Evet bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an'ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âlî haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beyt'ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatın fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardır. şimdi de, kemmiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalpleri imanlı ve muhabbet-i nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-ı azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hâdisat-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip, tarîk-ı hak ve hakikata sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını; bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i ılahiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.
“Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i ılahî ile bilmiş ve ıslâmiyet za'fa düşeceğini anlamış. O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-ı mütesanide lâzım ki, Âlem-i ıslâmın terakkiyat-ı maneviyesinde medar ve merkez olabilsin. ızn-i ılahî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş. Evet Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü ıslâmiyet’e fıtraten, neslen ve cibilliyeten tarafdardırlar. Cibillî tarafdarlık zaîf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatlı, gayet şanlı, bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikata tarafdarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zât, hiç tarafdarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî ıslâmiyet cihetiyle Din-i ıslâm lehinde edna bir emareyi, kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünki fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir burhan ile sonra iltizam eder.”
Bu ifadeler hem nesebî hem de manevi olarak Ehl-i Beyte yöneldiği zaman Sünnet-i Seniyyeye ittibaı kendilerine meslek edinen Risale-i Nur talebeleri Ehl-i Beytten sayılmaları ciheti ile elbette Mehdinin en has ordusudur.
ışte bu cihetle “Risale-i Nur’un şahs-ı mânevisi Hz. Hasan (ra) ın altı aylık hilafetinin tamamlayıcısı ve devamıdır. Celcelutiye ve Cevşenu’l-Kebirden aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı imaniye noktasında Hazret-i Hasan (ra) ın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek, tam beşinci halife nazarı ile bakabiliriz. Çünkü adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mesut edebilir bir istidatta bulunan Risale-i Nur’dur, ve onun şahs-ı manevisi, Hz. Hasan (ra) ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevi veledi hükmündedir.”
Bediüzzaman’ın kendisi de neseben Âl-i Beytten olduğunu şu cümlelerle ifade etmektedir. “Hazret-i Ali (ra) ın ilm-i hakikat îtibarıyla şakirdi olduğumdan, manevi evladı olabilirim.” Ancak bu ismi Risale-i Nur’a veren Bediüzzaman müctehidlerden seyyid olmayan fakat ehl-i takvâ bulunanlar ‘ve alâ âlihî vesahbihî’ duasına dahil olduğunu” da delil getirerek güzel bir tevil ile neseben de Âl-i Beytten olduğunu ima etmektedir.
Sonuç:
13. asrın başında 12. imam olarak vazife-i imaniye ve ıslamiyeye başlayan, neşr-i hakaık- imaniye ile beraber, sünnet-i seniyeye harfien uyan ve sünnet-i Seniyyeyi ihya etmeyi meslek edinen Bediüzzaman ve eserleri olan Risale-i Nurlar ile muazzam bir şahs-ı manevi teşkil ederek günümüzde Ehl-i Beytin maddi ve manevi temsilciliğini bilfiil yapmaktadır. Hem Hz. Ali (ra)ın veled-i manevisi olup hakikat dersini ondan almakta, hem de Hz. Hasan (ra) ın hilafetini ikmal ederek tam hilafet görevini ifa etmektedir.
M. Ali KAYA