Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

16.09.2006, 22:58

Kahve, tv ve mezarlara göçen beyinler!



Ali FERşADOğLU

Kahve, tv ve mezarlara göçen beyinler!





Goethe Üniversitesi Arap-ıslâm Bilim Tarihi Enstitüsü Direktörü Prof. Dr. Fuat Sezgin, “Müslüman bilim adamları duraksamasaydı atom iki yüzyıl önce parçalanabilecekti. Modern anlamıyla birçok bilim dalının kuruluşu ve kökeni Müslümanlara dayanıyor. Bugünkü Batı medeniyeti ıslâm medeniyetinin çocuğudur, devamıdır. Ancak bugün bunu ne Batılılar, ne de Müslüman dünyası biliyor” diyor.

Matematik, tıp, astronomide olduğu gibi, Portekizlilere mal edilen modern denizcilik biliminin de kurucusunun Müslümanlar olduğunu söyleyen Sezgin’e göre, 15. yüzyılda Müslümanlar denizde mesafe ölçebiliyordu.

Batılıların “Müslümanların bizden çok ileride olduklarına şüphemiz kalmadı. Ama nasıl oluyor da bu kadar ileri insanlar bugün bu kadar geri haldeler?” sorularına mukabil “Ben de 60 yıldır bu sorunun cevabını arıyorum” diyen Prof. Sezgin, “Evvelâ, umumiyetle dinin veya dinin bir müessesesinin gerilemede mesul olduğuna inananlar var. Ben bunu tamamıyla reddediyorum. ıslâm dini, bu ilimleri hiçbir medeniyette tanımadığım bir şekilde geliştirdi ve zirveye çıkardı. Himaye etti. Tabiî bu, ıslâm dünyasında mutaassıplar yoktu mânâsında değil. Ama onlar hiç tesir icra edemediler... Din, ilmi teşvik ediyordu, asla baltalamıyordu. En büyük alimlerin, tabiî ilimler sahasındaki kitaplarını okuduğumuz zaman bakıyoruz Bismillah ile başlıyor, Elhamdülillah ile bitiyor. Modern bir bilim adamı nasıl çalışıyorsa onlar da öyle çalışıyorlardı. Bu şartlar altında Müslüman dünyada ilim büyük bir gelişme gösterdi. 16. yüzyılın sonlarına doğru ıslâm medeniyeti ve bilimi duraklamaya başladı”1 diyor.

ıstatistiklere göre, bugün de 6 bini aşkın ilim adamı ve akademisyeni Batı üniversite ve araştırma merkezlerine kaptırdık. Buna beyin göçü deniyor.

Beyin göçü, bu değil aslında. Çünkü, oralarda yine ilim-fikir üretiyorlar. Asıl beyin göçü kahvelerde, tv karşısında ve mezarlarda! Acaba hiç çalıştırılmadan kaç yüz milyon beyin mezara göçtü; kaçı kahvelerde ve tv karşısında öldü!

Beyin araştırmaları ve sinir-bilim dalı uzmanları, bir insanın günde ortalama on bin sinir hücresini yitirdiğini, ömrü boyunca da yüzde 5’lik bir kaybı olduğunu belirterek, bunu önlemenin yolunun, beyni kalıpsallıktan çıkartıp şaşırtmaktan ve hafıza geliştirme yöntemlerini kullanmaktan geçtiğini tesbit etmişlerdir.


Beyin hücrelerinin ölmesinde en büyük faktör strestir. Strese yol açan ise olumsuz düşüncelerdir.2 Beynimizin hafıza şubesinin zayıflaması ve harap olmasının bir diğer sebebi, daha doğrusu en büyük sebebi, onu çalıştırmamak, yeni bilgilerle takviye etmemektir.

Kullanılmayan duyu ve uzuvlarımız tıbben dumura uğradığı gibi, birer cevher olan zekâ ve hafıza da çalışmazsa paslanır. Beyin hücreleri dışındaki tüm vücut hücreleri hemen her sene kendisini yenilemektedir. Beyin hücrelerimizin yedi yılda bir yenilendiği ve beyin hücrelerinin ölümünün, yaşlılıktan değil, kullanılmamasından ileri geldiği ifade edilmektedir. Nörolojik araştırmalar, beynin çalıştırılmadığında hantallaşarak sair uzuvlar gibi kireçlendiğini göstermiştir.

Bilhassa televizyonun düğmesine hâkim olmalı; bu mümkün değilse ya ondan uzak durmalı, ya da onu evden uzaklaştırmalıyız. Yoksa o beynimizi göçürecek!


Dipnotlar:


1. Zaman, 12.04.2004.;

2. Prof. Dr. Nurselen Toyga, Yeni Asya/25 Mart 2003.

16.09.2006

E-Posta: afersadoglu@hotmail.com fersadoglu@yeniasya.com.tr

Alkan

Usta

Mesajlar: 1,694

Hobiler: Risale-i Nur, Kur'an dinlemek

  • Özel mesaj gönder

2

16.09.2006, 23:08

bugün haber7'de bir haber okudum gerçekten bu TV'den uzak durmak gerekiyor ve aynı zamanda çok okumak...

ıki doktorun, psikiyatrist Dr.Hamdi Kalyoncu ile nörolog Dr.Fikriye Ovak’ın ‘okuma’nın önemi ve insan psikolojisi ve beyni üzerindeki olağanüstü etkilerini anlatmak için birlikte hazırladıkları Okuma Psikolojisi isimli kitap, kitap okumanın insan için ne kadar hayati önem taşıdığını ortaya koyuyor:“Bilimsel çalışmalar, insan beyninin okumayla korunduğunu gösteriyor: Okumayla, beyin kan akımı, beyin elektrik aktivitesi ve metabolizmasında büyük artışlar görülüyor.” diye ifade edilmiş hareket noktası. Okuma eyleminin insan beyni üzerindeki doğrudan etkisinin tespit edilmiş olması sizce de ilginç değil mi?

Daha da ilginci, beynimizdeki sinir hücrelerinin ölümü bunama noktasına kadar varıyor da pek çok insanın beynindeki bu hayati ve çok ciddi soruna yeterince duyarlılık gösterdiği söylenemiyor: “20 yaşından itibaren herkesin beyninde her gün 50 bin civarında sinir hücresi ölür, ancak yerlerine yenileri gelmez. Vücudun, ölünce yenilenmeyen tek hücresidir sinir hücresi.. Bu ölümler, başka bazı faktörlerle de artarsa kaçınılmaz olarak az veya çok bunama ortaya çıkar.” Meğer okumamak bir insanın kendine yapacağı en büyük kötülükmüş de haberimiz yokmuş.

Oysa okumak, beyindeki sinir hücrelerini koruyormuş ve ölümlerini durduruyormuş: “Okumayan kişi, 20’li yaşlardan itibaren sürekli ölen sinir hücreleri ile bunamaya doğru yol alır. Düzenli okuyan kimseler ise, başka bir organik sebeb yoksa bundan kurtulma şansını elde eder. Çünkü okumak beyin hücrelerini korur.” Okumak, beyni koruyormuş yani.

Hemen burada, insan için ‘okuma’nın ve ‘düşünme’nin en üst iki zihinsel eylem olduğunu hatırlamakta yarar var. Okuma Psikolojisi’nin daha ilk yazısında, okuma olmadan insanın akli melekelerinin yeterince görev yapmadığına ve okumanın insan beyni, psikolojisi ve davranışları açısından son derece önemli olduğuna vurgu yapılıyor.


haberin devamı
http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=185325
"ey bedbaht nefsim! acaba ömrün ebedi midir? hiç kat'i senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?

3

17.09.2006, 00:54

Mankurt Efsanesi ve Televizyon

Televizyon, icat olduğu günden beri, insan hayatı üzerindeki tesirini devam ettirmektedir. Onu icat eden(ler), muhtemelen insan hayatına bu kadar güçlü te- sir edeceğini bilmiyordu. Albert Einstein'in atom bombasının tesirinin ne olacağını önceden bilemediği gibi... Başlangıçta önemsiz gibi görünen bu teknolojik âlet, 20 ve 21. yüzyılda dikkate alınması gereken bir güç olmuştur. Tv karşısında oturan milyonlarca kişi, aynı anda tesir altına alınabilmektedir. Bazı programları milyarlarca kişi aynı anda izleyebilmekte ve bu programlardaki kişiler, hadiseler ve mesajlar evimize girmektedir. Evlerimizin başköşesine kurulmuş bu kutunun tesirinde kalmadan yaşamak, 21. yüzyıl insanı için neredeyse imkânsızdır. Tv'nin kişi, aile ve toplum hayatına tesirleri, şimdilerde daha çok konuşulmaya başlandı. Ancak bu gücü elinde bulunduranlar, ne yazık ki, onun tesirleri hakkındaki bilgileri kamuoyuna aktarmamaktadır.

Tv'nin tesirlerini; kısa, orta ve uzun vadede olmak üzere üçe ayırabiliriz. Hiroşima ve Nagasaki'ye atılan atom bombalarının tesirleri ile bu tesirler daha iyi izah edilebilir. Atom bombası ilk atıldığında 100 bin insan öldü. Bu, katliamın kısa vadedeki en şiddetli tesiri olmuştu. Orta vadede o şehirler yaşanamaz hale geldi ve Japonya, savaşı kaybetti. Uzun vadede ise, radyasyon sebebiyle kolsuz-bacaksız çocuklar dünyaya gelmeye, başta kanser türleri olmak üzere çeşitli hastalıklar ortaya çıkmaya başladı. Kısacası atom bombasının tesirleri yıllar sonra bile hissedilmekteydi.

Televizyonun kısa, orta ve uzun vadede nasıl ortaya çıktığını fark edemediğimiz vahîm neticeleri, tarihin derinliklerinde kalmış; fakat birilerinin hâlâ birçok topluma uyguladığı Mankurt Efsanesi’ni hatırlatmaktadır. Tv'nin Mankurt Efsanesi’ne benzeyen yönlerini okuduğumuzda onun zararlarını fark edip, ona daha mesafeli olacağız.

Efsaneye geçmeden önce, tv'nin niçin bu kadar tesirli olduğunu cevaplamaya çalışalım. Bunun için ilk olarak, "Acaba kaç saat tv karşısında kalmaktayız?'' sorusunun cevabını arayalım. Yapılan çalışmalar, birçok kişinin saatlerce tv karşısında kaldığını veya tv bulunan bir ortamda çalıştığını göstermektedir. Birçok yerde hayat, tv'nin görüntüsü veya sesi ile devam etmektedir. Çocuklarımız tv karşısında saatlerce çizgi film veya farklı prog-ramlar izlemektedir. ınsanın gördükleri ve duydukları şuuraltında bir tesir bırakır. şuuraltı beslenmesi ise, insan hayatına çok mühim neticeleriyle derinden tesir eder. Öyleyse tv görüntü ve seslerinin hayatımıza tesiri var mıdır? Sağlıklı düşünen her insan bu soruya "evet'' diye cevap verecektir. Bir kişi tv seyretmese bile, çevresinde tv seyredenler olduğu için, dolaylı bir tesir altında kalmaktadır. Televizyon, bilhassa çocuk ve gençlerin şuuraltına, davranışlarına ve zihnî fonksiyonlarına tesir etmekte ve onların hayatı algılamalarını ve davranışlarını değiştirmektedir. Kısacası hayatın her köşesinde tv ve buna bağımlı olan insanları bulmak mümkün olmaktadır.

Mankurt Efsanesi tarihin derinliklerinde Türk kavimlerine uygulanan bir işkence ve asimilasyon şekli olarak bilinmektedir. Bu efsaneye göre kafasına ıslak koyun derisi geçirilen kişi, güneşin altında günlerce bekletilmekte, ıslak deri yavaş yavaş kurumakta ve kişinin kafasına müthiş bir basınç yapmaktadır. Güneşin altında kafası gittikçe sıkılan kişi, yapılan işkencenin dayanılmaz tesiriyle kendisini, geçmişini, ideallerini ve şahsiyetini şekillendiren birçok değeri kaybetmektedir. Bu şekilde mankurtlaşanlar, şuuru kaybolmuş, yönlendirilmeye açık, kendi geçmişine ve benliğine hissiz, duygulardan yoksunlaşmış, sahibine şartsız olarak bağlı birer robot haline gelmektedir.

Mankurt haline getirilenlerin maruz kaldığı değişme ile, tv kıska-cındaki kişilerin yaşadığı değişme arasında büyük benzerlik vardır. Tv karşısındakilerde, belki koyun derisinin yaptığı ağrı ve işkence hali yoktur; ama bu iki hadise karşısındaki değişme tarzı benzerdir. Tv karşısında saatlerce savunmasız bir şekilde kalan kişiler, gördüklerinin tesiri altında kalmakta, hayat ve olaylara tv’nin istediği gibi bakmakta, ekranda gör-düklerini model alarak giyinmekte, buna göre eğlenmekte ve yaşa-maktadır.

Sistemli değişme ve zamana yayarak değişme önemli kavramlardır. Bugün gelinen durum çok kısa zamanda olsaydı, herkes değiştiğini fark edebilecekti. Ancak değişmenin zamanla ve yavaş yavaş olması, kişinin değiştiğini fark etmemesi sonucunu getirmektedir. Tv'nin yıllar içinde yaptığı değişme şahsın şuuraltı ile birlikte değişmesi ve bu şuuraltı değişmenin kişi-nin günlük davranışlarına aksetmesini doğurmaktadır. Tv'nin insana tesirini şu örnek ile daha iyi açıklayabiliriz. Elinize beyaz bir kâğıt alın ve üzerine her gün bir nokta koyun. Bir yıl sonra o kâğıt simsiyah olacaktır. Başka bir örnek verecek olursak; yurdundan ve içinde yetiştiği toplumdan uzakta yaşayan kişiler, zamanla içinde yaşamayı sürdürdükleri yeni toplumun değer ve normlarına maruz kalarak, farkında olmadan değişirler. Değişmeler yavaş olmaktadır. Televizyon seyircisinin de şuuraltı zamanla değişir ve bu değişme günlük konuşmalara, davranışlara, ideal ve düşüncelere aksederek, kişiler âdeta mankurtlaşırlar.

Devletler, kültürlerini yaymayı ve asimilasyonu bugün, belki tank ve top ile gerçekleştirmiyorlar; ama bunu tv ile sistemli bir şekilde ve yavaş yavaş yapıyorlar. "Globalleşme'' sloganıyla artık tek tip konuşan, tek tip giyinen, tek tip yiyen, tek tip yaşayan, sun'î ve sığ idealleri olan, sadece maddiyata kilitlenmiş kitleler oluşmaktadır. Çünkü tv'lerde çocukluktan itibaren uygulanan değişim programı sonucu; kişiye daha iyi hayat, daha çok para, daha çok konfor, var olmak için yok etmek, her hâdiseden cinsî mevzulara girizgâhlar, menfaat için aldatma, bencillik ve israf gibi insanı değersizleştiren mesajların binlercesi verilmektedir. Artık, evin kızı bir mankeni model almakta, delikanlısı sevdiği bir sanatçı gibi giyinmekte, küçük çocuğu ise; tesirinde kaldığı filmin çocuk kahramanı gibi konuşmakta ve davranmaktadır. Katliamlar, özgürlük için savaş; haksızlıklar, adalet; yanlışlıklar, doğru gibi aktarılabilmektedir. Dolayısıyla toplumlar değerlerinden zamanla uzaklaşmakta, yabancı kültür gittikçe yaygınlaşmaktadır. Mankurtlaşan insanların, değerlerine yapılan saldırılara hissiz kalması gibi, tv karşısında erozyona mâruz kalan insanlar da, giderek bazı olaylara duyarsızlaşmakta ve birer "teknolojik mankurt'' haline gelmektedir. Bu şekilde kendine göre farklı kültürel kimlik taşıyan, ama kişiliği olmayan içi boşaltılmış topluluklar, hemen her ülkede boy göstermektedir.

Hiroşima ve Nagasaki'de atom bombasının kısa vadedeki tesirine karşılık tv'nin kısa vadedeki tesiri, bir günde binlerce insanın ölümü değil, milyonlarca insanın yavaş yavaş ölmesidir. Tv'nin tesiri daha çok orta ve uzun vadede görülür. Orta vadede mânevî köklerinden kopuk ve kıymet hükümleri olmayan çocuklar yetişirken, uzun vadede fertlerin tek tek değişmesi neticesinde, bütün bir toplum ve kültürün yozlaşması gerçekleşir.

Günümüzün çaresiz ailesi, kendini bu tehlikeden nasıl koruyacak? Bu sorunun cevabı oldukça önemlidir. Bu konuda en güzel cevap alternatif malzemeler ve metotlar oluşturarak tv'ye olan ihtiyacı azaltmak olacaktır. şu an için bir muhasebe yapalım: En son ne zaman bütün aile bir arada gezinti yapabildik? En son, çocuklarımız ile ne zaman ve ne kadar süre oyun oynadık? En son hangi akrabamızı ziyaret ettik? Ailemiz ile birlikte en son ne zaman kitap okuduk? Acaba tv'ye ayrılan vaktin kaçta kaçını çocuklarımız ve ailemiz için ayırıyoruz? Günlük tv seyrettiğimiz süre içinde kitap okusak, şu an kaç kitap okumuş olurduk? Bu soruları çoğaltmak mümkündür. Bu sorulara açık yüreklilikle cevap verdiğimizde, tv'nin hayatımızdaki yeri daha iyi anlaşılacaktır.

Tv'nin zararları çok fazla olmakla birlikte, bazılarını sıralayalım:
1- şiddet görüntüleriyle şiddet uygulamaya meyelan hasıl etme,
2- Gayri ahlâkî görüntülerin çocuğa ve aileye menfî tesirleri,
3- Seviyesiz eğlence kültürünün özendirilmesi,
4- Oluşturulan modellerdeki kişiler arası münasebetlerin sığ ve menfaat kaynaklı olması,
5- Kültürel değerlerin yozlaş-tırılması ve başka kültürlerin özendirilmesi,
6- Aile fertlerinin birbirleriyle olan münasebetini azaltması ve yalnızlığa sebep olması,
7- Mühim hâdiselere karşı sistemli bir hissizleşme,
8- Korku kültürünün yaygın-laştırılması ve bundan menfaat elde etme,
9- ınsanları çaresizliğe ve karamsarlığa iten konuların reyting malzemesi yapılması,
10- Çalışarak kazanma yerine, ‘Çalışmadan köşeyi dön!’ anlayışının yerleştirilmesi,
11- Tüketim ve kazanç uğruna her türlü değerin çiğnenmesi,
12- ınsanlara yalancı cennetler oluşturularak, gerçeklerden koparılması.

Buna benzer daha birçok zararlı tesiri saymak mümkündür. Kişi-nin; şiddet ve gayri ahlâkî sahnelerin, sigaraya ve alkole özendirici, doğruluğu enayilik olarak tasvir eden görüntülerin tesiri altında kalmadığını söylemesi, kendini kandırmasından başka bir şey değildir.
Tv hakkındaki bu kadar aleyhteki ifadelerden sonra bu âlete düşman olma veya bu teknolojiyi toptan reddetme gibi bir durumun anlaşılmaması için, bu âletin hayırda ve insanı yüceltme yolunda da kullanılabileceğini söylememiz gerekir. Ancak bu yol daha zordur. Zaten bütün tahripler, yakıp yıkmalar, bozmalar hep kolay olmuştur. Faydalı, iyi, güzel ve hayırlı işler ise, muhakkak zor olacaktır. Kâinat kitabından tefekkür tabloları, tabiattan insanı düşündüren ve güzel mesajlar sunan belgeseller, tarihimizden ders çıkarılacak ve gençlerimizi eğitme maksadıyla hazırlanmış filmler, çocuklarımıza insan ve vatan sevgisini, çevre koruma hassasiyetini, güzel ahlâkı, mânevî ve millî değerlerimizi tanıtma adına hazırlanmış çizgi filmler sunma, tabii ki, zor, masraflı ve vakit alıcı işlerdir. Ancak nesillerimizin mankurtlaşmasını engellemek, onları tv'nin zararlı tesirlerinden kurtarmak ve kendi öz değerlerimize sahip çıkmak istiyorsak, bu âletin iyi yönde ve şuurlu kullanılması için de gayret bizlere düşmektedir.



Sızıntı Dergisi-şubat 2004
Yıl :26 Sayı :301
"Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdiklerini, yâr et bize erdirdiklerini"

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir