Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Alkan

Usta

  • Konuyu başlatan "Alkan"

Mesajlar: 1,694

Hobiler: Risale-i Nur, Kur'an dinlemek

  • Özel mesaj gönder

1

27.05.2005, 20:54

27 Mayıs ın düşündürdükleri


27 Mayıs muazzam bir kırılma noktasıdır. O tarihte demokrasi tabii mihverinden çıktı, fırladı.27 Mayıs olmasaydı, tabii ekseninde olağan gelişme devam etseydi, sol da olacaktı sağ da, ama mutedil ve dengeli biçimde düşünceyle var olacaktı; Türkiye 1970’lere varmadan kendi demokratik ve ekonomik dengesinin kişilikli gücüne kavuşacaktı. Darbe işte bunu engellemiştir.

Menderes liderliğindeki Demokrat Parti iktidarının hataları hiç mi yoktu? Tabii ki vardı. Onların yaptığı en büyük hata, “hataya sevk edildiklerini anlamamaları” idi. Bir sinir harbinin taarruzuna ve hilesi maruz bırakıldıklarını fark edememeleriydi. Tepkisel duygularına engel olamamalarıydı.

ınternete baktım, “Tankları harekete geçirdik, bir öğrenci paletlerin altında çiğnendi.” diyor, o günleri yaşamış olduğu anlaşılan yazar. Sözünü ettiği kişi bizim lisenin orta kısım öğrencisi Nedim Özpulat. Tanklar öğrencilerin üzerine falan yürümedi; öğrenciler tankların üzerine çıkıp şenlik yaptılar. Bu arada da, elini kolunu sallayarak bağırıp çağıran Nedim kardeş, dengesini kaybettiği için tankın tepesinden düştü. Olay tamamen bir kazadan ibaretti. Protesto şenliğinde oluşmuş bir kaza. Turan Emeksiz’in de doğrudan hedef alınarak değil, sekme bir kurşunla öldüğü balistik raporları falan ortaya serilerek açıklandı.

Bırakın üniversite gençliğini, liseler dahi, CHP kaynaklı faaliyetlerle tahrik edilmişti. Gençlik kollarının kullanıldığını, hiç değilse bu kadarını, kendileri de itiraf etmişlerdi zaten. Bahçe duvarındaki gençlerin önüne gelen “propaganda ve tahrik” ekiplerinden biriyle konuşmuştu. “Ağabeyleriniz kurşunlanıyor, siz duracak mısınız? Siz bu vatanın evlatları değil misiniz?” Beden eğitimi sırasında, çağırıp pencere parmaklığı arasından bunları söylemişlerdi. “Eylem çağrısı” okul okul dolaşılarak iletildi CHP gençlik kolları tarafından. Nedim’cik orta kısım öğrencisiydi. şenliğe gider gibi güle oynaya katıldı ve belki de hayatında ilk defa bir tankın üstüne çıkıp tezahürat yapmaya çalışırken hayatını kaybetti. Bunun adı da “tanklarla çiğnediler” oldu.

Gençler, en azından onlarca öğrencinin hedef alınarak öldürüldüğüne inandırılmıştı. Asker sessizdi ve dostça davranıyordu. Köprünün üzerinden karşı tarafa yürünürken, bir genç kız, belli aralıklarla sıralanmış süngülü askerlerden birinin önüne dikildi ve ağlayarak “kime taktın o süngüyü” diye haykırdı. Asker hiç ona bakmadan, bir emir almış gibi, süngüyü çıkarıp belindeki yerine koydu. “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu? Kahrolası diktatörler bu dünya size kalır mı?” nakaratını Plevne Marşı’nın bestesiyle söylüyorlardı. Ne diktatörler vardı ne de gençleri vurmaya çalışanlar. Ayakta durmaya çalışan ama duramayacağı anlaşılan bir ‘seçilmiş iktidar’ın yani 14 Mayıs 1950’den beri yaşanılan demokrasi’nin sonu getirilmek isteniyordu. Yakınımız olan bir asistan hanım bile “Anfiden çıkan öğrenci kalabalığına rastgele ateş açılmış, birçok genç hayatını kaybetmiş” diyebiliyordu o günün akşamında…

Herşey bahaneydi

Bütün bunlar niçindi? DP iktidarı güya dikta kurma kararında olduğu için! Askerin tutumu belli, diktayı ne ile kuracaktı DP? Birkaç polisle mi? Ankara’da Menderes gösteri yapanların arasına dalmış, “Ne istiyorsunuz?” diye soruyor ağlamaklı ve perişan bir eda ile. Yakasının biri kırılıp üste çıkmış, öğrenciler onu adeta tartaklamışlar. Ve bu adama ‘diktatör’lük ithamı yöneltiliyor! Senaryo apaçıktı. 28-29 Nisan olayları ve sonrasında devam eden olaylar, her şeyin bittiğini gösteriyordu. Fısıltı gazeteleri insaf ve vicdan ölçüsü tanımıyordu. Kıyma makineleri ve betona karıştırma hikayeleri bile anlatılıyordu. Gençler katliama tabi tutuluyormuş, Hitler’i aratan insanlık dışı uygulamalarla! Muhalefet de fetvayı vermişti: “Suçluların telaşı içindesiniz. Gayri meşru iktidara karşı direnmek hak’tır.” Sokak hazırlanmış, yeşil ışık yakılmıştı. Babam DP’ye değil, Bölükbaşı’ya oy verirdi. Onun bu fetvaya katıldığını ve “ıktidarın zulmü ile halkın tahammülü arasındaki denge bozulunca ihtilal meşru hale gelir” dediğini duyunca, “Yazıklar olsun” diyerek kahırlanmıştı. Bölükbaşı meclisteki çoğunluğa “zalimin uşakları” hakaretini yöneltecek kadar ileri giden ve belki de CHP’den daha etkili olan bir kavganın içindeydi. CHP biliniyordu ama, Bölükbaşı muhafazakar bir çizginin oy verilmese de sevilen bir portresiydi, onun inandırıcılığından CHP yararlanıyordu. Yine de 27 Mayıs’tan sonra yapılan seçimde DP’nin mirasçısı olarak meydanlara çıkmış ve epeyce de oy almıştır sevgili Bölükbaşımız!

27 Mayıs, aylar öncesinden kendini duyurmuştu. Nereye gittiğimiz belliydi. 1957 yılında seçim yapılmış ve yeni seçimlerin yapılmasına sadece bir yıllık bir zaman kalmıştı ama, her şeyin bittiği belliydi. “Seçime gitseydiler darbe olmazdı” deniliyor. O ortamda seçim yapılamazdı. 1957 Seçimleri’nde CHP kendini kazanma umuduna çok şartlandırmış ve büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. 1960’ta yeni bir seçim yapılabilse bile iktidara gelemeyeceğini biliyordu. Daha sonra DP kadroları tamamen tasfiye edildiği halde CHP seçim kazanamayacak ve yeni kurulan “DP halefi partiler” çoğunluğu elde edecekti. AP yüzde 34,8, YTP yüzde 13,7, CKMP yüzde 14... Toplam yüzde 62,5! Bu oyların hepsi, Yassıada’da manen de bitirildiğine inanılan DP’nin oylarıydı. CHP 1957 seçimlerindeki kadar bile oy alamamıştı. Hele senatoda (ki statüsü muhtemel CHP iktidarına göre hazırlanmıştı) 150 üyenin ancak 36’sını alabilmişti CHP. Sandıkların açılıp tahminlerin yıkıldığı noktada, CHP ileri gelenleri (Orhan Eyüboğlu, Orhan Birgit...) askere koşup “bir çare bulun, kaybediyoruz” diyebilecekti. Yani 1960’ta yapılacak bir seçimin CHP’yi yatıştırması mümkün değildi. Bunun kesin ispatı, 1961 Seçimleri’ni dahi iptal ettirmeye çalışmalarıdır.

Dertleri demokrasi falan değildi. Halk birilerini seçip iktidar yapmıştı; çünkü seçmesini bilmiyordu! Bunlara daha fazla tahammül edilemezdi! Zaten ihtilal hücreleri, 1954’ten, hatta daha öncesinden beri kurulmaya başlamıştı. Hepsi kendi hatıralarında kendi kalemleriyle yazdı bunları. 14 Mayıs’ın intikamını alma hırsının önüne geçilemezdi, en rasyonel tedbirler alınsaydı bile geçilemezdi. 27 Mayıs, 14 Mayıs’ın intikamını alma eylemidir, CHP’nin eseridir, entelektüel ve seçkinci bir irtica olgusudur, sonraki bütün darbelerin ve müdahalelerin de kaynağıdır.

“Gitti Menderes”

1950-1960 arasında Türkiye’nin büyük kalkınma hamleleri yapması aydınları ilgilendirmiyordu. Rakamlar ortadadır. Ülke adeta bir büyük şantiye haline dönüştü. ınternette “ekonomik kronoloji” sayfaları var; herşeyi bilenler bile yeni bir hayret ve hayranlıkla okur o sayfaları. Ben Menderes’i sabahın köründe toz toprak arasında Cadillac’ıyla yol almaya çalışırken gördüm. “Babaa!” diye seslendi genç şoförlerden biri, 50 metre ötede durdu ve el salladı. Ülkesinin sevdalısıydı. “Bu taaddi’yi, bu zulmü, bu yol kesiciliği bize nasıl reva görürsün. Niçin müzaheretinizi esirgersiniz” diye, yaşlı gözlerle yalvarıyordu ısmet Paşa’ya. Metin Toker “Bu resmen himaye istiyor” tepkisiyle kınıyordu onu. “Sen ısmet Paşa’sın. Demokrasi kuruldu. Köşenden (iyi çalışıyor bu çocuklar) desene. Demokrasinin yerleşmesine, makus talihin dönmesine yardımcı olsana.” ricası ve bekleyişi içindeydi. Menderes bu adamdı. Diktatör kim, Menderes kim!

Bir sabah, babamın, zabtetmeye çalışılıp da arada bir küçük patlamalar yapan hıçkırıklarıyla uyandım. Ben seçim meydanlarında büyüdüm. 1954 Kıztaşı’nda Bölükbaşı’yı Yusuf Türel’i dinlediğimi hatırlıyorum. Babam, şuur eğitimi için elimden tutup götürürdü. Peki şimdi neden ağlıyordu? Bölükbaşı’lara gün doğmuştu işte. Ama o “gitti Menderes” diye ağlıyordu. “Tarafsız olacaklarmış. Kardeş kavgasını önlemek için yapmışlar” dedim ürkek bir sesle. “Laf onlar” dedi... “Bu darbe Menderes’in şahsında millete, istiklale darbe... Çok gördüler.” “Para gördük, cadde gördük, su gördük, ışık gördük... Onlar çok gördüler.” Hiç unutmadım o sabahı. Takdir ettiğim tarafları olsa bile, o sabahki sesin sahibini de hiç sevemedim.

Hataları yok muydu? Tabii ki vardı.

En büyük hataları, “hataya sevk edildiklerini anlamamaları” idi. Bir sinir harbinin taarruzuna ve hilesine maruz bırakıldıklarını fark edememeleriydi. Coşkularını frenleyip o kadar hızlı gitmenin mahzurlu olabileceğini düşünememeleriydi. ıyi niyetlerinden bazılarının dahi hasetlenebileceklerini hesaba katmamalarıydı. Sonra da, işe yaramayacağını ve hatalı olduğunu bildikleri çaresiz tepkisellik duygularına engel olamamalarıydı.

Pahalılık varmış! Yüzde kaç? En fazlası ne, ortalaması ne? O sıralar, “Bizim Radyo” adıyla Doğu Avrupa’dan yayın yapan ve Nâzım Hikmet tarafından yönetilen bir komünist radyo vardı. “Vatanı sattılar” “Hainler” diyordu. Nâzım’ın bu ifadeleri şiir diye basıldı da. Nâzım kahraman, Menderes hain!!! Londra-Zürih anlaşmalarını gerçekleştiren Menderes. ıdam sehpasına götürülürken yolda Ortak Pazar’ı konuşan adamlar, Cezayir’in direnişine gemiler dolusu silah göndermeyi beceren yürekler... Köylü Mehmet Efendi’ye, cevabi tebrik telgrafı gönderen başbakan. Birecik Köprüsü için Fırat’ın sularına gözyaşlarını karıştıran kişi... Bunlar hain, Nazım kahraman! “Kimseye iğbirarım yoktur” sözleriyle son mesajını verip bitmiş bedenini sehpaya doğru sürüklemeye gayret eden bir gönül adamı... Ve hain!

Menderes 17 Eylül’de asıldı, bir ay sonra millet sandık başına çağrıldı! Saraçhane Meydanı’nda 40 bin şemsiye. şemsiyeler yağmurdan korunmaya değil, gözyaşlarını saklamaya yarıyor. Yavuz Selim’deki bakkal Salih Amca’ya orada rastladım. Çocuk gibi ağlıyordu. Gümüşpala’yı dinleyen falan yok. Bir araya gelip birbirimize bakalım, birbirimizi takviye edelim, beraber ağlayalım diye gelmiştik oraya... Kim tanır, kim dinler Gümüşpala’yı.

Asıl kırılma noktası

27 Mayıs muazzam bir kırılma noktasıdır. O kırılmanın meydana getirdiği yırtılma ve kayma, hâlâ bir denge bulamadı. Aynen depremin fay hattı gibi... Bir noktada 4-5 metrelik bir kitle kayması olmuşsa, o kaymanın gerektirdiği denge yırtılması sonuna kadar gider ve ondan sonra yeni bir denge oluşur.

27 Mayıs’ta demokrasi tabii mihverinden (ekseninden) çıktı, fırladı. 1960’lı 1970’li yıllarda bazılarının gelişme gibi gördüğü ideoloji furyası, baraj duvarının patlamasından oluşan su baskınlarına benzer. Darbe oldu, şimdi ne olacak? Fikir lazım. Al sana fikir! Her türüyle hepsi ‘yanılmışız’la sonuçlanan ve birkaç nesli kaybettiren nedamet okumaları, yazmaları... Bir ifrat’lar meşheri... Bol bol hareket (aksiyon), sıfır bereket. Millet’in kime oy verdiğinden çok, kime oy vermediği önemli. Bu millete liberallik dersi vermek ayıp bir şey. Aydınlar bu milletin (müspet anlamda) liberal karakterini bozmak için ellerinden geleni yaptılar, başaramadılar. Hele, sol-sağ ifratçılıktan sonra, onu liberal ifratçılık adına zorlamak, çok daha büyük bir ayıp...

27 Mayıs olmasaydı, tabii ekseninde olağan gelişme devam etseydi, sol da olacaktı sağ da, ama mutedil ve dengeli biçimde düşünceyle var olacaktı; Türkiye 1970’lere varmadan kendi demokratik ve ekonomik dengesinin kişilikli gücüne kavuşacaktı. Engellediğiniz budur işte.

O insanlar, öldürüldükten sonra bile yolsuzluktan yargılandılar. Bir tek leke bulunamadı. Bir de şimdiki halimize bakın... Sehpa ve ip masraflarını bile ailelerinden tahsil etme teşebbüsüne vasıf bulunabilir mi? ışte böyle zihniyet yapısı idi, demokrasinin ve milletin bahtsızlığı... 27 Mayıs’ın hikayeleri anlatıldı sadece. Fikri-sosyolojik tahlili yapılmadı.

(aksiyon

http://www.netgazete.com/papers/gazete/yeniasya.jpg

buradan da yeniasya nın ilk sayfasındaki ilgili bolumu okuyabilirsiniz....

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir