Talihsiz Bir Konuşma
Bugün yeni Papa’yı yazacaktık, ama Genelkurmay Başkanı Org. Özkök’ün konuşmasında yer alan fâhiş ve incitici ifadelerin âcilen değerlendirilmesi, daha doğrusu eleştirilmesi, hattâ tepki gösterilmesi gerektiğini düşündüğümüz için, Papa’yı bir gün sonraya bırakıp Paşa’yı öne almak zorunda kaldık.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki, Özkök’ün bu konuşması, şimdiye kadar sürdürdüğü ve genel hatlarıyla dengeli sayılabilecek çizgiden keskin bir sapmayı ifade ediyor.
Halbuki o denge, Türkiye’de iki buçuk senedir yaşanan nisbî rahatlamanın en önemli dayanaklarından biriydi.
Türkiye’nin “gerekirse bin yıl” 28 şubat cenderesinde tutulmasını isteyen birilerinin bu çizgiden ciddî şekilde rahatsız oldukları ve her vesileyle Komutanı iğneleyip ona karşı ısrarlı ve yoğun bir yıpratma kampanyası yürüttükleri mâlûm.
Özkök’ün bu kampanyaya rağmen mâkul çizgisini dirayetli bir şekilde sürdürdüğü de.
Tâ ki, önceki güne kadar. Ne yazık ki o gün Harp Akademisinde yaptığı konuşmasının bilhassa ıslâm ve irtica başlıklı bölümleri, bu çizgide çok ciddî bir kırılmaya işaret ediyor.
Gerçi Özkök’ün bu konulardaki tavrı önceden de pek sağlıklı değildi, aksine problemliydi. Ama bu durum genel yaklaşımlarına hakim olan denge görüntüsü içinde bir bakıma flulaşıyor ve çok fazla dikkat çekmiyordu.
Ancak son konuşma işi tersine çevirdi.
ABD’nin BOP kapsamında Türkiye’ye biçtiği “ılımlı ıslâm” rolünü reddedeyim derken, nüfusunun yüzde 99’una yakını Müslüman olan Türkiye’nin bir “ıslâm ülkesi” de olmadığını iddia etmenin mâkul bir izahı olabilir mi?
“Türkiye ıslâm devleti değildir, çünkü laiktir” diyorsunuz. Tamam. Ama işi “ıslâm ülkesi de değildir” noktasına kadar götürmek niye?
Peki, “TSK dine saygılıdır, ama irticaya karşıdır” dedikten sonra, bu saygının ne şekilde tezahür ettiğine dair en küçük bir örnek verme ihtiyacı duymadan, tam bir 28 şubat ağzıyla “irtica” yığınağı yapmanın anlamı ne?
Dinî grup, tarikat ve cemaatleri “irticaî unsurlar” olarak niteleyip, “cumhuriyet ve demokrasinin hoşgörülerini ustalıkla kullanan bir aldatma içinde olmak”la suçlamanın insafla, hakkaniyetle ve ülke gerçekleriyle uzaktan yakından en ufak bir alâkası var mı, olabilir mi?
Eğer o cemaatlerin, uğradıkları onca haksızlığa rağmen sabırla vermeyi sürdürdükleri manevî hizmetler olmasaydı, Komutanın yakındığı “ahlâkî ve kültürel çöküntü” çok daha korkunç ve vahim boyutlara varmaz mıydı?
Özkök, “irticaî unsur” olarak nitelediği kesimlerin toplumla ve devletle barış içerisinde olmasından da şikâyetçi. Ne yani, bu da mı suç? Dinî grupların topluma ve devlete savaş açarak, zaten son olaylarla gerilmiş olan ortamı bir de onların provoke etmesi mi isteniyor?
Doğrusu anlamak mümkün değil.
Komutan irtica için söylediklerini “irticaî terör örgütleri” ile sınırlasaydı, hattâ yelpazeyi biraz daha genişleterek “radikal dinî gruplarla dinî motifli siyasal gruplar”ı da işin içine katıp orada dursaydı belki bir mantığı olabilirdi.
Ama bütün dinî gruplarla tarikat ve cemaatleri de “irticaî unsur” olarak gören bir bakış, toplumun çok büyük bir çoğunluğunu karşısına alıyor ve sık sık söylenen “TSK her kesimiyle milletin özüdür” sözüyle de çelişiyor.
Genelkurmay Başkanının “irticaî unsurlar”a atfen “Laiklik, milliyetçilik, din-devlet ilişkisi, din-toplum ilişkisi, din-birey ilişkisi, birey-devlet ilişkisi gibi kavramlar üzerinde yeni tanımlar ve yorumlar getirmek suretiyle, laiklik kavramının içini boşaltma gayretine girişmişlerdir” iddiası da bilimsel tavırla bağdaşması imkânsız bir telâşın ifadesi olarak, bugüne kadar sergilediği entellektüel kimlikle çelişmekte.
Zira sıralanan başlıklar etrafında yapılacak tartışmalar ve bu çerçevede geliştirilecek yeni tanım ve yorumlar laiklik kavramının içini boşaltmaz, aksine onu daha da zenginleştirir.
Göründüğü kadarıyla, son zamanlarda memleketin geneline yeniden ârız olan bulutlanma, kasavet ve inkıbaz hali, Genelkurmay Başkanının şimdiye kadarki dengeli yaklaşımını da olumsuz yönde etkilemiş durumda.
Keşke o talihsiz konuşma hiç yapılmasaydı!
Kazım Güleçyüz