Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

15.03.2005, 20:37

Metin KARABAşOğLU 'Diyalog'a evet, ama kimlerle? *****

Okumanızı, hatta okurken bağlaç, noktalama ve kelimelerin değişik manalarına dikkat etmenizi tavsiye ettiğim bir yazı.



Metin KARABAşOğLU

‘Diyalog’a evet, ama kimlerle?




Türkiye’de son zamanlarda ilginç bir kamplaşma yaşanıyor. Bu kamplaşmanın anahtar kelimesi ‘diyalog.’ Bir yanda her kesimle, ama özellikle ‘ehl-i kitap’la ve özellikle de ‘Hıristiyanlar’ ile diyaloğun önemini ısrarla vurgulayanlar var; öte yanda, bu diyalog söylemine karşı ‘anti-diyalog’ söylem geliştirenler. Kamplaşmanın ‘diyalog’ tarafının mâkul bir kompozisyon arz ettiğini söylemek mümkün. Kur’ân’ın kâfirler ve müşriklerden ayrı tutarak ‘ehl-i kitap’ olarak tarif ettiği insanlar ile, Kur’ân’ın bu ayrımındaki hikmeti gözeterek hareket eden insanların bir diyalog zemininde buluşmaları son derece anlaşılır bir durum. Keza, inanç itibarıyla ‘ehl-i kitap’ kategorisinde dahi yer almayan, ama en celâlli sûre olarak Tevbe Sûresinin ‘ahdine vefalı’ tarifine pekâlâ uyan kişiler ile, Tevbe Sûresindeki bu nüansın farkında olan mü’minlerin bir diyalog zemininde buluşmaları da...

Buna karşılık, kamplaşmanın ‘anti-diyalog’ tarafında tam bir karmaşadan söz etmek mümkün. Bu kesim öyle karışık, öyle birbirine zıt unsurlar barındırıyor ki, insan şaşırıyor. Bu potanın içinde, kendisini Ülkücü olarak tarif eden kesimlerle birlikte, yıllar yılı bu kesimi can düşmanı olarak göregelmiş Maocular da var sözgelimi. Keza, kendi kuruluş tarihini Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla ve varoluşuyla özdeşleştirmeye çalışan, ama seksen senedir ‘cumhur’un inançlarıyla cedelleşmeyi aslî vazife edinen mâlûm gazete ile, bu gazetenin en ziyade karşısında gözüken mevkute de, ana hatlarıyla aynı potanın içinde. Dahası, kapatılmış bir partinin bugünkü siyasal sözcüleri ile bu partinin kapatılması için elinden geleni ardına koymamış isimler de bu çizgide buluşuyor.

Böylece, ilginç ve manidar bir manzara karşımıza çıkıyor. Meselâ, ne yaman çelişki ki, ‘din düşmanı’ olarak algılanagelmiş bir gazetenin bu sıfatın kendisine münasip düştüğü bir yazarı ile dinî hassasiyetini özellikle vurgulayan bir gazetenin yazarı, ehl-i kitapla diyalogdan yana tavır gösteren dindar kişilere ve kesimlere aynı huşunetle lâf söylemekte birleşiyor!

Bu noktadaki saldırının, zahirde belli bir isme ve o isim etrafında kümelenmiş belli bir dindarlar topluluğuna yönelik gibi gözüküyor gerçi. Ama, biraz daha dikkatle bakıldığında, bu saldırının sözkonusu ismin de istifade ettiği Risale-i Nur’a, Risale-i Nur müellifine ve Risale-i Nur’u me’haz kabul eden bütün kesimlere yönelik olduğunu görmek zor değil. Nitekim, bunu açıkça dillendirenlere de rastlanıyor, fırsat bulsa cesaret edip dillendireceği intibaı bırakanlara da...

Zira, ‘ehl-i kitapla diyalog,’ Kur’ânî bir temelde Bediüzzaman Said Nursî’nin büyük bir feraset ve büyük bir cesaretle dile getirdiği bir husus. 1911’de neşredilen ‘Münâzarât’ında ‘hürriyet’ bağlamında bu yönde bir açıklık sergileyen Bediüzzaman’ı, Birinci Dünya Savaşı şartlarında cephede telif olunan ışârâtü’l-ı’caz tefsirinde de bu hususa dair açılımlar sunarken görüyoruz. Hele ki Yeni Said döneminde, Deccal fitnesine karşı Müslümanlar ile Hıristiyanlarla ‘diyaloğ’undan öte ‘ittifak’ etmeleri lüzumundan ısrarla söz ediyor Bediüzzaman. “Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri lâzımdır. Çünki, her halde şimâl cereyanı, ıslâm ve ısevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, ıslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak” diyor.

Söylenmesi hâlâ daha cesaret isteyen bu sözler, düz mantığın aldatıcı rahatlığına sığınmış kişilerin o halde kaldıkları süreci kavramaları imkânsız bir feraset içeriyor.

Ama ne yazık ki, Risale-i Nur dairesi içinde yer alan kişilerin, Bediüzzaman’dan şu veya bu seviyede istifade etmiş insanların zihin ve icraat haritalarında yer alan bu husus, Kur’ânî temelleriyle birlikte sunulamadığı için, umuma mal olamamış bulunuyor.

Ve işin içine fikir veya uygulama planında sergilenen bazı zaaflar da girince, diyalog-karşıtı kesimler kendilerine gün doğduğunu düşünüyor!

Hele hele, “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin” meâlindeki Kur’ân âyeti de siyak ve sibakına bakılmaksızın ‘sloganlaştırılmış’ sûrette zihinlerine yerleştirilmişse, bu diyalog-karşıtı söylem, hızını alamayıp ‘diyalog’dan söz eden mü’minleri ‘küfür’le itham edebilecek kadar çirkinleşebiliyor.

Üstelik, en celâlli sûrede dahi Cenâb-ı Hakkın ‘ahdine vefalı’ münkirleri diğerlerinden ayırması; yine, Kur’ân’ın Yahudi ve Hıristiyanları ‘ehl-i kitap’ olarak sair gayrimüslimlerden ayırması gerçeğine rağmen...

Dahası, yine Kur’ân’ın ‘ehl-i kitap’la ‘en güzel bir şekilde mücadele’ ederek ‘aramızdaki ortak bir kelime’ye dâvet etmeyi mü’minlere emrettiği gerçeğine rağmen...

Dahası, ehl-i kitap içinde de, Hıristiyanları Yahudilerden ayırması ve “ıman edenlere sevgice en yakın ‘Biz Hıristiyanız’ diyenleri bulacaksın” (Maide, 5:82) buyurduğu gerçeğine rağmen...

Öte yandan, ‘diyalog’dan yana doğru bir tutum takınan mü’minlerin bu âyetin devamında ifade edilen tariflerle ilgili bir dikkat zaafından söz etmek mümkün; ki bu dikkat zaafının paralelinde uygulamada gerçekleşen zaaflar, diyalog-karşıtlarına malzeme üretiyor.

ışin bu kısmını, nasipse, Perşembe günü konuşalım...

15.03.2005

E-Posta: metinkarabasoglu@yahoo.com

Kaynak

ınşa'Allah diğer yazısını bekliyoruz Metin Karabaşoğlu'nun...
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

2

17.03.2005, 06:29

ışte yazının devamı


Metin KARABAşOğLU

Diyaloğun adresi!




Mü’minler arasında yaşanan fikrî ve fiilî gerilimlere bakıldığında, büyük bir kısmının ‘mutlaklaştırma’ problemiyle ilgili olduğu görülür. Bu mutlaklaştırma, bir de âyet veya hadise dayanarak yapılıyorsa, gerilimin had safhaya tırmanması kaçınılmazdır.

Diyalog söylemi ekseninde yaşanan tartışmalara baktığımızda, bu durumun tezahürlerini açık bir biçimde görüyoruz. Bu ülkede ve sair ıslâm diyarlarında, Hıristiyanlar deyince akıllara yerleşmiş Kur’ân âyeti herkesin mâlûmudur: “Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.” Mü’minlerin büyük kısmında Yahudilerin yanısıra, Hıristiyanlara bakışı da belirleyen, bu âyet ekseninde gelişmiş olup, âyetin hükmünü ‘mutlaklaştıran’ yorumlardır. Madem ki bu âyet Hıristiyanları ‘dost’ edinmeyi yasaklamaktadır; o halde, demek ki bir Hıristiyanları her hâlükârda ‘düşman’ bilmek gerekir. Onlara dostâne bir yaklaşım, âyetin hükmünü çiğnemektir!

Geliştirilen yorum, özetle, budur.

Oysa bu âyet, Hıristiyanlara karşı nasıl muhatap olacağımızı bize bildiren yegâne Kur’ân âyeti değildir. Kur’ân-ı Hakîm, bir diğer âyetiyle, mü’min erkeklerin Kitab ehli bir hanımla evlenmesine izin vermektedir. Ki, tek başına bu ikinci âyet, ilk âyetten hareketle geliştirilmiş ‘mutlaklaştırıcı’ yorumun isabetsizliğinin delilidir. Zira, insan kendisine ‘düşman’ bildiği ve ‘düşman’ olarak gördüğü biri ile evlenip evini ve çoluk çocuğunu ona emanet edecek değildir! Bu âyet de göstermektedir ki, ‘dost olmama’ emri, her hal ve şartta geçerli değildir, bilakis belli şartlar dahilindedir.

Ayrıca, başkaca âyetlerin yanında, şu iki âyet de, ‘her hal ve şartta düşmanlık’tan yana yer alanların yanıldıklarının, ‘diyalog’ üzerinde duranların ise isabet ettiklerinin delilidir:

“Ehl-i kitabla—zulmedenleri müstesna—,en güzel olan sûretten başkasıyla mücadele etmeyin ve deyin ki: ‘Biz hem bize indirilene, hem size indirilene iman ettik. Bizim ilâhımızla sizin ilahınız birdir.” (Ankebût, 29:46)

“De ki: ‘Ey ehl-i kitab! Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye gelin. Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş koşmayalım, ve Allah’ı bırakıp bazımız bazımızı ilahlaştırmasın.” (Âl-i ımran, 3:64)

Bu noktada, en ziyade gözden ırak kalmış âyet ise, son birkaç yazımızda mealen zikrettiğimiz, Maide Sûresinin 82. âyetidir. Bu âyette Cenab-ı Hak mü’minlere düşmanlıkta en ileri gidenler olarak ‘Yahudiler ile müşrikler’i haber verirken, ‘mü’minlere sevgice en yakın’ olanların ise “Biz Hıristiyanız” diyenler olduğunu bildirmektedir. Bu âyet de, hakikat-ı halde, yine Maide Sûresinde yer alan (âyet: 51) ‘dost edinmeme’ âyetini ‘mutlaklaştırarak’ yorumlamaya mani teşkil etmektedir.

Maamafih, zikrettiğimiz diğer âyetlerle birlikte, özellikle Hıristiyanlarla diyaloga mü’minleri teşvik ve sevk eden bu âyetin son cümlesi ise, diyalog ekseninde geliştirilen yaklaşımları ve tartışmaları ifrat-tefrit zemininden çıkarıp mü’minleri vasat bir noktada buluşturur niteliktedir. Zira, Rabb-ı Rahîm, sözkonusu âyette, “Mü’minlere sevgice en yakın olarak, her halde, ‘Biz Hıristiyanız’ diyenleri bulacaksın” buyururken, bu ‘sevgice en yakın’lığı üç sebebe dayandırmaktadır: “Çünkü bunların içinde kıssîs’ler [ilim ve ibadetle meşgul keşişler], ruhban’lar [dünyadan yüz çevirmiş rahipler] vardır; ve bunlar kibirlenmezler [büyüklük taslamazlar].”

Açıkçası, her Hıristiyanım diyen de, mü’minlere ‘sevgice en yakın’ değildir. Mü’minlere ‘sevgice en yakın’lık, bir Hıristiyanın kendi inandığı şekilde Hâlık-ı Zülcelâle tanıma ve O’na ibadet etme iştiyakı ve gayreti ile; O’nun rızası için dünyadan uzak durabilme yeteneği ile; ve de yine kendi itikadınca kulluğunu, dolayısıyla kibir ve gururun kulluğun edebine aykırılığını idrak edebilme kapasitesi ile ilgilidir. Yani, diyalog söyleminin en birinci muhatabı, bir bütün olarak Kur’ân’dan ve bilhassa Maide sûresinin 82. âyetinden anlaşıldığı üzere, özellikle Hıristiyanlar; Hıristiyanlar içinde de bu üç vasfa daha yakın olanlardır. Bir kez daha vurgularsak: Allah’ı tanıma ve O’na ibadet etme yolunda azamî gayret sarfedenler; O’nun rızası yolunda, bu dünyadan, dünya menfaatinden, dünya için dinini satma gibi hallerden uzak durma yeteneği gösterenler; ve yaratılmışlıklarını, kul olduklarını bilmenin bir göstergesi olarak sair insanlara karşı ve de hakka karşı ‘büyüklük taslamaktan,’ kibirden uzak duranlar...

Ve, ilgili âyetin son cümlesinde yer alan bu üç tarif nazara alındığında, yaşadığımız çağda dinsizlik ve ahlâksızlığa karşı Hıristiyanlarla işbirliği lüzumunu ısrarla vurgulayan ilk isim olarak Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerine, bilhassa lâhika mektuplarına yer etmiş bir nüansın hikmeti, daha aşikâr biçimde beliriyor. Manidardır, bu noktada Hıristiyanlarla değil diyalog, ‘ittifak’tan dahi söz eden Bediüzzaman, ancak bu çabaların muhatabı olarak ‘herhangi bir’ Hıristiyanı değil, ‘Hıristiyanların hakikî dindar ruhanileri’ni bize gösteriyor. Bediüzzaman’ın gösterdiği bu adres, âyetin tarifine nasıl da denk düşüyor!

Açıkçası, âyetin tarif ettiği üzere, feraset ve cesaret timsali bir Kur’ân talebesi olarak Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’ânî bir temelde dile getirdiği ‘diyalog’ ve hatta ‘ittifak’ teşebbüslerinin muhatabı, kendi bildiği ve inandığı şekilde de olsa, aslî derdi ‘Allah’ı tanımak, O’na ibadet etmek, O’nun rızasını kazanmak’ olan insanlardır; ‘hakikî dindar’ ruhanîlerdir.

Yani, mefhum-u muhalifi ile tarif edecek olursak, dünya menfaati peşinde koşan Hıristiyanlar değildir, Hıristiyan siyasetçiler değildir; kendisini sair insanlardan ve de Müslümanlardan üstün gören, mağrur ve kibirli Hıristiyan din adamları da değildir.

Oysa, bugün diyalog söylemi ekseninde gelişen tartışmalarda, yanlış ve isabetsiz bir surette diyalog-karşıtı bir tavır sergileyen kesimlerin dayandığı bir zemin var ise, bu, diyalog söylemini bugün en ziyade vurgulayan bir mü’minler topluluğunun bu haklı ve isabetli çabasındaki bir uygulama yanlışıdır. Bu uygulama yanlışı da, diyalog yelpazesine girenler arasında, hatırı sayılır oranda ‘dünya menfaati’ni arayanların bulunmasıdır. Ki bu durum, vâkıa öyle olsun olmasın, bu söylemin son tahlilde ‘Amerikan şahinleri’nin çıkarlarına hizmet ettiği, yani ‘kullanıldığımız’ duygusu ve intibaı uyandırmaktadır. Ki, haksız biçimde, sığ ve düz bir mantıkla, üstelik bir mü’minler topluluğuna ‘küfür’ izafe edecek derecede haddi aşarak diyalog-karşıtlığı sergileyenler, en ziyade bu ‘intiba’dan nemalanmaktadır.

Bu noktada, ‘Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleri’ ile—diyalogdan da öte—’ittifak’tan söz eden Bediüzzaman’ın, ‘dostumuz ve kardeşimiz’ diye tarif ettiği bir mü’min ‘Amerikan sefiri vasıtasıyla’ bir teşebbüs dile getirdiğinde “Sefirlerin kafası siyasetle meşgul olduğundan ve Risale-i Nur siyasetle alâkası olmadığından, siyasî bir kafa, çabuk takdir edemiyor. Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı” dediğini de hatırlayalım.

Hem, hatırlamakla da kalmayalım.

Unutmayalım...

17.03.2005

E-Posta: metinkarabasoglu@yahoo.com

http://www.yeniasya.com.tr/2005/03/17/ya…karabasoglu.htm
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

mihmandar

Orta Düzey

Mesajlar: 260

Konum: ANKARA

Hobiler: Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

3

18.03.2005, 15:25

Maşaallah, Metin KARABAşOğLU güzel yazmış.. Üstad ise "Münazarat"ta bu meseleyi kısaca ve yeterli miktarda izah etmiş.

Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır. ("Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin." Mâide Sûresi, 5:51.) Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?

Cevap:
Evvelâ: Delil kat’iyyü’l-metîn olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz.

Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.

Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!

Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. ışte bu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dahil değildir. (Münazarat)

Alıntı

“De ki: ‘Ey ehl-i kitab! Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye gelin. Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş koşmayalım, ve Allah’ı bırakıp bazımız bazımızı ilahlaştırmasın.” (Âl-i ımran, 3:64)


Üstad da arapça "Teşhis-ül ıllet" kitabında "Cihad" meselesini izah ederken bu ayeti nazara vererek bu ayete öncelik vermemiz gerektiğini söylüyor.

4

18.03.2005, 18:12

evet, maşa'Allah,

yaptığın nakil için Allah razı olsun abi,

Metin Karabaşoğlu ve Ümit şimşek gibi eski yazarların gazeteye dönmesine sevindik, inşa'Allah diğerleri de döner...
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

barish

Orta Düzey

Mesajlar: 387

Konum: USA

Meslek: PHD ogrencisi

Hobiler: Risale, Pirlanta, Matematik

  • Özel mesaj gönder

5

18.03.2005, 22:14

suan amerikada oldugum icin hicbir gazeteye abone degilim ama elimde bolca metin karabasoglu yazilari var ve okumak zevkli oluyor....

Yeni Asya gazetesini onu kadrolarina kazandirdiklari icin kutlarim...

hurmetler
barish
"Arkadas, gel bana bu Nur'larin elmaslarini kesfetmeye yardimci ol ve ben de sana "Allah razi olsun" diyeyim."

6

22.03.2005, 09:24

Metin KARABAşOğLU

‘Ene’ üzerine bir hasbihal




Bediüzzaman Said Nursî’nin Risâle-i Nur’la ortaya koyduğu tefekkürün anahtar kavramlarından biridir ‘ene.’ Ne var ki, çoklukla, Sigmund Freud’un ‘ego’ ve Carl ‘Jung’un ‘ben’ kavramlaştırmasıyla karıştırılır. Dahası, ıslâmın evlâtlarının ‘Batısız’ birşey düşünemeyeceğine şartlanmış sömürgeleşmiş zihinler, onun ‘ene’ kavramlaştırmasını bir ‘ithal ürün’ olarak algılayıp, üstünde Freud veya Jung damgası bulmaya çalışırlar.

Bilmezler ki, Bediüzzaman’ın bu kavramlaştırmasının kökü, Batıda değil, yine ıslâm coğrafyasındadır. ‘Ene,’ bin küsur yıldan beri ıslâm düşüncesinde, özellikle de tasavvuf irfanında kullanılagelmiş bir kavramdır. Ve Bediüzzaman, ıslâmî düşünce geleneğinin bir altın halkası ve müceddidi olarak, bu kavramı geliştirmiş, ortaya koyduğu ontolojik inşanın en temel kavramlarından biri olarak nazarlara sunmuştur.

ışin burasında, Risâle-i Nur üzerine, hatta Risâle-i Nur adına düşünme çabası içindeki bizlerin zaaf ve ihmaline de değinmek gerek. Bediüzzaman, içinde büyüyüp olgunlaşarak bir altın halkasını teşkil ettiği ıslâmî düşünce geleneği içinde okunmayınca; diğer bir deyişle, onun Risâle-i Nur ile ortaya koyduğu meyvelerin ‘kökler’ ile irtibatını ortaya koyan çalışmalar yapılmayınca, Bediüzzaman’ın tefekkürünü ya ‘yalnız kendine mahsus’ ya da ‘hakim Batılı düşünce akımlarından mülhem’ gören yaklaşımlar kendine bir menfez buluyor. ışte, Bediüzzaman’ın ‘ene’ kavramlaştırmasını Freud veya Jung’dan mülhem görenlere tarizde bulunmak kolay; peki, ‘ene’ kavramının ıslâmî düşünce geleneği içindeki yerini ve Bediüzzaman’ın sağladığı katkıyı ortaya koyan karşılaştırmalı bir çalışmamız yok ne yazık ki...

Üstelik, bizatihî Risâle-i Nur’da bu ‘kökler’e dair ipuçları verildiği halde...

Mesnevî-i Nuriye’de, “Hubab” Risâlesi’nde yalnızca bir hafta önce keşfettiğim bir bahis, hem ‘kökler’e dair bir açılım, hem de hal-i hazıra dair bir ümit sunuyor.

“Otuzuncu Söz”ün “Ene” bahsindeki, ‘ene’nin mevhum ve farazî bir hat olduğu bilinmez ve dolayısıyla Hüve’yi gösterecek şekilde yırtılıp delinmez ise bizi hangi karanlık sahillere götüreceğine dair analiz, hiçbir Risâle-i Nur okuyucusu için sır değildir. Bu iyi bilinen analiz dolayısıyla da, Nur’un her talebesi, ‘ene’ye bizatihî bir varlık atfetmeme, ‘ene’den ‘Hüve’ye bir yol bulma çabasındadır. O yüzden, ‘enâniyet,’ ‘ene’nin Hüve’yle irtibatını kuramayıp insanın kendisini—bilerek veya bilmeyerek—şu veya bu düzeyde putlaştırması şeklindeki olumsuz anlamıyla, Risâle câmiasında dûçar olmaktan en ziyade korkulan hali ifade etmektedir. (“Galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evlâdır” fehvâsında Risâle-i Nur’da bu şekilde yer alan ‘enâniyet’in dilbilim açısından doğru ifadesinin ‘enâiyyet’ olduğunu; zamanla bozularak ‘enayi’ suretinde argoya malolmuş ‘enâî’ kelimesinin de gerçekte ene’den Hüve’ye yol bulamayanları ifade ettiğini lâf arasında belirtmiş olalım.)

Gelelim Mesnevî-i Nûriye’deki bahse... ‘Ene’den Hüve’ye yol bulamama, ‘ene’de takılıp kalma, ‘enâniyet yapma’ korkusu, bu kavramdan haberdar olan her mü’minin, bu minvalde her Risâle-i Nur talebesinin dünyasında önemli bir yere sahiptir. Öyle ki, hayatını, düşüncelerini, sözlerini ve davranışlarını bu çerçevede değerlendirip karamsarlığa düşenlerimiz de az sayıda değildir. Hubab Risâlesi’nde, işte bu noktada bize yol gösteren ve yüzümüzü karamsarlıktan alıp ümide döndüren bir bahis karşılıyor bizi. ‘Ene’ şirkinden azade olmanın, ‘ene’yi bir karadelik gibi değil de bir ayna olarak istimal edebilmenin yolu olarak, ‘zikrullah’ı gösteriyor Bediüzzaman. “Ene ile tâbir edilen, enâniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve harâretiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve, Hâlık-ı semavat ve arza isyan edemez” diyor. Sonra da, tasavvuf mesleğinin en büyük iki kolunu, bu çerçevede değerlendiriyor. Belirttiğine göre, Nakşibendîler, ‘zikr-i hafî’ ile kalbi açarak ‘ene’yi aşarak ‘Hüve’ye yol buldukları gibi; Kâdirîler de, ‘zikr-i cehrî’ ile, tabiat tağutlarını târümar ediyorlar. Yani, bu iki koldan ilki küçük âlemdeki ene tâğutunu, ikincisi büyük âlemdeki tabiat tâğutunu aşmanın yolunu bize gösteriyor. Diğer bir deyişle, enfüsî ve âfâkî tefekkür ve tezekküre devam ve sebat ettiğimiz ölçüde, ene ve tabiat şirkinden azâde oluyoruz.

Mesnevî’deki ilgili bahsin, yüreğimize su serperken, bizi tefekkür ve tezekkür noktasında gayrete davet ettiğini düşünüyorum

‘Ene’ üzerine bir hasbıhalde konuşup paylaşmak istediğim bir nokta da şu: Risâle-i Nur’daki ‘ene’ vurgusundan dolayı, ‘şahsî enaniyet’lerini aşma noktasında her Nur talebesinin ciddi bir mesafe kat’ettiğini düşünüyorum. Risâle-i Nur dairesi içindeki mü’minlerde her hal ve şartta kendini beğenme ve beğendirme, nefsini her hâlükârda savunma gibi tavırların pek görülmeyişi; bilâkis alçakgönüllülük, tevazu gibi özelliklerin hale ve söze aksediyor olması da bu sayede gerçekleşiyor zaten. Ancak, ‘şahsî enaniyet’leri aşma noktasında bu gayret sergilenirken, ‘ene’nin bir başka tezahürü olarak ‘cemaatî enaniyet’lere gelindiğinde, aynı mesafenin alınamadığı görülüyor. şahsî enaniyetini aşabilmiş nice Nur talebesini, iş aidiyet hissettiği gruba veya cemaate gelince, ‘cemaatî enaniyet’ ya da ‘grup asabiyeti’ dememizin hiç de yanlış olmayacağı katı bir tutum içinde görebiliyoruz. Öyle ki, kendi mesleğinin veya meşrebinin muhabbetinden öte, ‘tadlil-i gayr’a yeltenen, kendi grubu dışında kalanları Risâle-i Nur dairesi dışında gören yahut kendini ‘asıl,’ onları ise ‘teb’a’ sûretinde gören yaklaşımlar, bana bu keyfiyeti hatırlatıyor.

Ki, Risâle-i Nur dairesi içindeki, her biri bir hikmete istinad eden ve bir rahmet boyutu taşıyan ayrılık ve ihtilafların, zaman zaman, hikmetsiz ve de rahmetten uzak bir iklime doğru sürüklenişinde, ihtilafın değişik taraflarında şu veya bu seviyede tezahür eden ‘cemaatî enaniyet’lerin ciddi bir hissesi görülüyor.

Rahmet-i Rahmân’dan umulur ki, ‘ene’lerimiz delinip ‘Hüve’yi gösterir hale gelsin. Hem ferden ferdâ, hem de bir beraberce O’na işaret etsin, O’nu göstersin, O’nu bildirsin...

20.03.2005

E-Posta: metinkarabasoglu@yahoo.com







Metin KARABAşOğLU

ıçe dönük diyalog




Tarık Ramazan, yeni kuşak Müslüman entellektüeller arasında en ziyade dikkat çeken isimlerden biri. Batı düşüncesine ve ıslâmî düşünce geleneğine beraberce vukufiyet kesbetmiş bir Müslüman olarak, iki tarafı da anlayabilme ve iki tarafa da meramını anlatabilme imkânına sahip bir entellektüel. Mısır kökenli. Annesi, ıhvan-ı Müslimîn hareketinin kurucusu merhum Hasan el-Benna’nın kızı. Buna karşılık, kendisi Batıda doğup büyümüş. ısviçre’de yaşıyor, bir Fransız üniversitesinde de ders veriyor. Kitapları arasında ise, “Avrupalı Bir Müslüman Olmak” adlı çalışması öne çıkıyor. Bu kitabında, Avrupa’da yaşayan ve ‘Batıya fikren ve fiilen teslim olma’ ile ‘Batı içinde Batıya her açıdan karşı durup gettolaşma’ uçları arasında bocalayan Müslümanlar için bir orta yolun izini sürüyor.

Onu, bu kitabı vesilesiyle tanıdım ve ABD yönetiminin giderek artan paranoyası yüzünden artık gidemiyor olduğu Amerikan diyarında 2002 yılında bu konu ekseninde gelişen bir konferansını dinleme imkânı buldum. ızlenimler önemliyse, bende sakin ruhlu ve mütevazi bir insan izlenimi bıraktığını belirtmeliyim. Bununla birlikte, halihazır ıslâm toplumuna eleştirel bir nazarla bakabildiğini; ama ondan da önemlisi, ıslâm toplumlarına eleştirel bir gözle bakabilirken, ‘Batılılara şirinlik’ peşinde olmadığını gözlemledim. Zira, çoğunluğu gayrimüslim Amerikalıların teşkil ettiği bir ortamda, Batıya dair de net ve keskin eleştiriler getirdi. Ve bunu, “Haklıysanız, bağırmanız gerekmez” sözünü hatırlatırcasına, yumuşak bir üslupla yaptı.

Meramını berrak biçimde anlatmış olmalı ki, aradan üç yıl geçmiş olduğu halde, Tarık Ramazan’ın o gün o konferansta dile getirdiği birçok husus hâfızamda tazeliğini hâlâ koruyor.

Tarık Ramazan’ın sözkonusu konferansında özellikle dikkatimi çeken bir husus, ‘diyalog’ konusuyla ilgiliydi. Diyalog, son on-yılların dünyasında en gözde konulardan biri; ve Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ tezinin sıkça konuşulduğu bir dünyada, özellikle de 11 Eylül sonrasında, bu konu daha da sık konuşuluyor.

Tarık Ramazan, ‘diyalog’ konusunu açtığında, bir nüansa dikkat çekti. Diyalog denilince konuşulan, ‘inter-faith,’ yani farklı dinlerin mensupları, farklı inançların müntesipleri arasındaki diyalogdu ekseriya. Bu diyalogun bir dizi güçlükleri aşmayı gerektirdiğini belirtti Ramazan. Ve şunu vurguladı: Daha da zor olanı ise, ‘intra-faith,’ yani aynı dinin, aynı inancın mensupları arasında diyalogdur. Bu, gözardı edilen bir durumdur; ama vâkıa budur.

Tarık Ramazan’ın bu sözleri, 90’ların ortasında bu konuyu dosya konusu olarak seçtiğinde Köprü dergisi için yazmış olduğum bir makalenin temel tezini hatırlattı bana. Risale-i Nur’dan ve müellifinin hayatından hareketle dile getirdiğimiz bu tez, diyalog ve hoşgörünün ‘merkezden muhite’ olması gerektiği; yani, diyalog ve hoşgörümüzden en fazla nasibi en ziyade yakınımızda olanların alması gerektiği üzerineydi. ‘Öteki’yle diyalog ve ‘öteki’ne hoşgörü, elbette olması gereken bir keyfiyetti ve bir faziletti. Ama ‘öteki’ olmayan biriyle; yanımızdaki, yakınımızdaki, dahası içimizdeki bir mü’minle hoşgörü ve anlayış temelinde gelişen bir diyalog tesisi daha zordu. Zira, ‘öteki,’ ötekiydi son tahlilde; “Sen yoluna, ben yoluma” diyebileceğimiz biriydi. Sabah-akşam beraber olduğumuz, aynı hizmet alanında yürüdüğümüz, bu anlamda duruşu ve görüşü ile bize ‘rakip’ olabilecek biri değildi. Dolayısıyla, onunla diyalog daha kolaydı. Buna karşılık, içimizden biriyle olan diyalog biçimimiz, diyalog çabamızın içtenliği ve derinliğini sınama imkânı vermekteydi. Ki, işte Bediüzzaman, bu sınamada bir yüzakı örneği sunmuştu bize. Her iki ıhlas Risalesi’nde koyduğu ölçüler, mektuplarında dile getirdiği ölçüler; dahası, talebelerine ve kardeşlerine, ve mesleken aynı hizmet çizgisi içinde yer almayan sair mü’minlere davranış biçimi, bu noktada son derece manidardı.

Risale-i Nur’un bu konuda ortaya koyduğu ölçülere ve Bediüzzaman’ın bu noktada ortaya koyduğu örnekliğe rağmen, Risale camiası içindeki bizlerin aynı sınamadan ‘tam bir başarıyla,’ hatta yalnızca ‘başarıyla’ geçtiğimizi söylemek zor gözüküyor. şahsen baktığımda gördüğüm o ki, Risale camiası içindeki her bir grubun Risale camiası dışındaki kişi ve gruplarla ilişkileri daha mesafeli, ama daha sorunsuz bir düzlemde ilerlerken, Risale camiası içindeki gruplar-arası ilişkilerde ciddi ‘diyalog’ problemleri mevcut; ve ondan da fazlasına ‘grup-içi’ diyaloglarda rastlanabiliyor.

Bunu, Risale camiası içinde belli bir grubu kasdederek söylüyor değilim. Hemen her grup, hepimiz, bu problemle bir şekilde hemhal haldeyiz.

Oysa, ‘dışarıdakiler’e emniyet duygusu uyandırabilmemiz dahi, söz ile filil, söylem ile eylem tutarlılığı sergilememizle mümkün.

Bu tutarlılığı sağlayabilmek ise, “ıktidar Herşey Değildir” yazarının bir ifadesini ödünç kullanırsam, ‘tam ihlası yansıtan bir ahlâkî bütünlük’le...

Söz döndü dolaştı, talebesi olmayı istediğimiz mübarek zâtın hep ihmal ettiğimiz bir isteğine; ‘lâakal onbeş günde bir okumamızı’ istediği ıhlas Risalesi’ne geldi galiba...

‘Onbeş günde bir’e yeniden başlamak için, yarından tezi var: bugün.

Haydi bismillah!

22.03.2005

E-Posta: metinkarabasoglu@yahoo.com

Alkan

Usta

Mesajlar: 1,694

Hobiler: Risale-i Nur, Kur'an dinlemek

  • Özel mesaj gönder

7

22.03.2005, 21:03

Selamın Aleykum

kardeşler metin karabaşoglunun yazılarını nerden buluyorsunuz nette yazı okumak zor oluyor kitab var mı?
"ey bedbaht nefsim! acaba ömrün ebedi midir? hiç kat'i senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?

8

22.03.2005, 21:08

Kardeş;
Sevgili Metin Karabaşoğlu Yeni Asya'da tekrar yazmaya başladı. www.yeniasya.com.tr

Onun haricinde, Köprü, Karakalem 'de yazıları bulabilirsin.

Karakalem de artık dergi olarak var. Emin değilim ama belki Zafer dergisiyle de ilgisi vardır.

www.karakalem.net


Kitapçılarda kitapları da var.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir