Hiç olmazsa kaçacak bir yer buluyorlar! 19.01.2011
TUNUS diktatörü Zeynelabidin Bin Ali utanç içinde ülkesinden kaçtı. O da diktatörlüğü bir başka diktatörden, Habib Burgiba’dan zorla almıştı.
1957’den 1987’ye kadar Tunus’u tek başına yöneten Burgiba kendini “daimi cumhurbaşkanı” ilân ettirmişti.
Ama oğlu gibi gördüğü Başbakanı Bin Ali tarafından azledilip ölünceye kadar ev hapsinde tutuldu.
55 yıldır Tunus’ta bir diktatörlük rejimi hüküm sürdü.
Sokakta bile başörtüsüne müdahale eden bir rejimdi bu.
İki hafta önce, Pazar yazımda Kuzey Afrika’da totaliter rejimler için tehlike çanları çaldığına işaret etmiştim.
Ama bu kadar çabuk beklemiyordum.
Herşey bir anda olup bitti ve bir de baktık ki Bin Ali ve ailesi Tunus’tan kaçıverdi.
Pazar yazımda da belirtmiştim, Kuzey Afrika’daki askeri diktatörlükler “Soğuk Savaş” döneminin denge politikaları sayesinde ayakta kalmışlardı.
O denge yerle bir olmuştu.
Artık bu diktatörler için tehlike çanları eskisinden daha gür bir şekilde çalmaya başlamıştı.
En çok güvendiği Fransa bile Zeynelabidin Bin Ali’nin arkasında durmadı.
Suudi yönetimi kabul etmeseydi pinpon topu gibi o ülkeden bu ülkeye savrulacaktı.
***
Ders almasını bilenler için dünya ibretlerle dolu.
İktidar ve saltanat insanın gözünü o kadar karartıyor ki yanıbaşında gerçekleşen olaylardan bile ibret alamaz hale geliyor.
Örnek mi arıyorsunuz!
Alın size “Ferdinand Marcos..”
Marcos 1965’te Filipinler devlet başkanı olduktan sonra totaliter bir rejim kurdu.
Eşi İmelda Marcos’u Vali ve Bakan yaptı.
Marcoslar bir aile şirketi gibi ülkeyi yönettiler.
1986’ya kadar Filipinler’i diktatörce yöneten Marcos ülkesinden kaçtı.
Amerika’nın en sadık müttefiklerinden biriydi ama yüzüstü bırakılmıştı.
Üç yıl sonra Hawai’de öldü.
***
Alın size İran Şahı Rıza Pehlevi..
1941’den 1979’a kadar, astığı astık, kestiği kestik idi.
Despot Şah da tıpkı Marcos gibi ülkesinden kaçtı.
Başta Amerika olmak üzere Batılı devletler Şah’ı kabul etmedi ve o da Enver Sedat’ın Mısırı’na gitti ve orada öldü.
1930-1974 yılları arasında hüküm süren Habeşistan İmparatoru Haile Selasiye devrildikten sonra ölene kadar tutuklu kaldı.
Selasiye’yi deviren cuntanın lideri Albay Haile Mariam Mengitsu da Habeşistan’ı zulüm ile yönetti ve o da 1990’da ülkesinden kaçtı.
1991 yılında iktidardan düştükten sonra Zimbabve’ye sığınan Mengistu gıyabında idama mahkum edildi.
Sovyet Rusya’nın desteklediği totaliter bir rejim kurmuştu Albay Mengistu.
İşe en yakın cunta arkadaşlarını öldürterek başlamıştı.
Ülkesinden estirdiği terör, “Kızıl terör” olarak anılmıştı.
Ne ki Soğuk Savaş bitmiş, Berlin Duvarı yıkılmış ve Sovyet Rusya çözülmüştü.
Kendi derdine düşen Moskova, Mengistu’yu umursayacak durumda değildi.
***
Alın size “Eric Honecker..”
1971’de Doğu Almanya devlet başkanı oldu ve 1989’da gitti.
Önce Moskova’ya sığındıysa da Ruslar tarafından yüzüstü bırakılarak Almanya’ya iade edildi.
Almanlar hasta diye serbest bıraktılar ve o da Şili’ye giderek bu ülkede öldü.
Todor Jivkov’un Bulgaristan’da kurduğu zulüm düzeni ise 1962’den 1989’a kadar devam etti.
Türk azınlığa bir cehennem yaşattı, isimlerini değiştirdi, Belene kamplarında on binlerce insanı heder etti.
1989’da devrildi, önce hapse mahkum edildi, hastalık gerekçesiyle serbest bırakıldı ve 1998’de öldü.
1965’den 1989’a kadar Romanya’da hüküm süren “Nicola ve Elena Çavuşesku”, Jivkov kadar şanslı değillerdi.
Temeşvar’da başlayan halkın isyan dalgası sonucunda başkent Bükreş’ten kaçmak isterken yakalandı.
Çavuşesku ve eşi Elena çarçabuk yargılanarak kurşuna dizildiler.
***
Alın size, “Saddam Hüseyin..”
1979’da bir iç darbeyle iktidara gelen Saddam Hüseyin de iktidar ve güç sarhoşluğuna kapılmıştı.
1968’deki askeri darbeyle işbaşına gelen BAAS’ın önde gelen liderlerinden biriydi.
1976’da bir iç darbeyle cunta lideri ve Devlet Başkanı General El Bekir’in yetkilerini azaltarak iktidara tırmanmış ve 1979’da tek başına kalmıştı.
24 yıl iktidarda kalan Saddam Hüseyin’in sonunu biliyorsunuz.
Şili’nin seçilmiş Başbakanı Salvador Allende’yi 1973’te devirerek iş başına gelen General Pinochet de 1990’da iktidardan ayrıldıktan sonra gözden düştü.
Yargılanmamak için oradan oraya sürüklendi ve bir ara İngiltere’de tutuklandı.
2006’da öldüğünde Şili’liler bayram ettiler.
Amerika’nın desteğiyle Allende’yi devirerek öldürtmüştü.
O da Marcos gibi, Şah Rıza gibi yüzüstü bırakılmıştı.
Kullanma tarihi çoktan dolmuştu.
Sanki kötü bir rüyadan uyanmış gibiydi Çavuşesku..
Herşeyi filme almışlardı. Romanya’nın komünist devlet başkanı Nikola Çavuşesku ve eşi Elena’nın bir askeri aracın içinden çıkarılışını izledim.
Halk ayaklanmasının durdurulamaz hale geldiğini anladıktan sonra kaçmaya çalışmışlar ama başaramamışlardı. Olayların şokunu atlatamadıkları yüzlerindeki çaresizlik ifadesinden anlaşılıyordu.
Zaten nereye kaçacaklardı ki?
Nicola ve Elena’nın mahkemede adi birer suçlu gibi yargılandıklarını da izledim. Yargıçların gözlerinden Çavuşesku çiftine duydukları nefreti okuyabiliyorsunuz.
Oysa daha birkaç ay önce Çavuşesku, bu yargıçların nazarında “ebedi başkan” idi. Doğrusunu söylemek gerekirse, Çavuşesku’lara acıdım.
Sanki evlerinde tecavüz ettikleri çocukların cesedi bulunmuş sapık birer katillermiş gibi muamele gördüler. Nasıl oldu da her şey bir anda değişivermişti? Zorla gelen saygı, içten içe bir nefreti nasıl da besleyip büyütmüştü böyle?
Nefrete dönüşen saygının Çavuşesku’nun yüzüne öfkeyle boşalmasına tanık olmak ilginç bir duyguydu benim için.
Nicola ve Elena sanki kötü bir şakaya maruz kalmış zavallı bir çiftin çaresizliği içindeydiler.
Sanki bir anda film geriye saracak ve o eski şaşaalı günlere döneceklermiş gibi duruyorlardı.
Film geriye sarmadı.
Duruşma bittiğinde Nicola ve Elena’nın ellerinin iple bağlanması sırasında gösterdikleri tepki ibret vericiydi. Hala olan bitenleri anlamamış gibiydiler.
“Bu kadar da olmamalıydı” dedirtecek cinsten bir muameleye maruz kalmıştılar. Sonra bir avluda, Nicola ve Elena’yı kurşunladılar. Her şey bir anda olup bitti.
Nicola Çavuşesku’nun ölüp ölmediğini kontrol ettiler.
Gözleri açık gitmişti.
Hala yaşadıklarına inanamamış bir adamın şaşkınlığı vardı gözlerinde. Ve gözlerini kapattılar.
Film bitmişti.
Ölümlüler dünyasında diktatörler de ölüyordu.
Binlerce insana acımadan kıydıkları halde despotların ölümleri de bazen acınaklı oluyor.
Dünya böyledir.
Abdullah Muradoğlu
Yeni Şafak, 18.1.2011