Cindoruk: Darbe anayasasını ilk biz değiştirdik
DP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk: 1995'te dibâce, darbecileri koruyup kollayan geçici 15. maddenin bir kısmı ve diğer önemli maddeler değiştirildi. Anayasanın önsözünde darbeye haklılık veren bölümler kaldırıldı. Diğer partiler bu yaptığımızı haklı buldu.
Darbe anayasasını ilk biz değiştirdik
AKP, KORKUDAN SEÇİM SİSTEMİNİ DÜZELTMİYOR…
Soru: Bir diğer tartışma konusu, “seçim barajı.” Demokratikleşmeden ve AB kriterlerinden bahseden Başbakan, “seçim barajı” için “Türkiye henüz hazır değil” diyor. Halbuki AB “Türkiye ilerleme raporları”nda, “katılım ortaklığı belgesi”nde seçim barajının yüzde beşe indirilmesi yıllardır tavsiye olunuyor.
Keza siyasî partiler ve seçim sisteminin AB standartlarına göre düzeltilmesi, hâkim nezâretinde kayıtlı önseçim ve tercih sistemi gibi öneriler var. Siyasî parti finansman kaynaklarının ve harcamalarının sınırlandırılması, seçim endüstrisi haksız avantajına karşı düzenlemeler gerekiyor. Ne var ki “temsilde adalet”i sağlamak perdesinde siyasî iktidar seçim ve siyasî partiler yasasını değiştirmeye yaklaşmıyor. Mevcut durumu avantaj olarak kullanıyor. Siyasî iktidarın bu konudaki önerileri geri çevirmesinin sebebi nedir?
DP DÖNEMİNDE RADYODA EZÂN, KUR’ÂN VE MEVLİD OKUNDU
Soru: Köprü dergisinin 1989-Ağustos sayısına verdiğiniz mülâkatta, o zaman da DYP Genel Başkanı olarak “DP ezânın aslî şekliyle okunmasını sağlamış, imam-hatip okullarını, İslâm enstitülerini açmış; AP gelmiş, yeni imam-hatipler ve enstitüler açmış, Kur’ân kursları meselesini çözmüştür. Türkiye 1950’den, demokrasiye geçilmesinden bu yana, dinde, itikada ve ibâdete dair yapılması gereken her şeyin rahatça yapılabildiği bir dönem yaşamıştır. Biz 1948’lerde cenâzemizi yıkayacak imam bulamaz hale gelmiştik. Bütün bunları demokrasiyle birlikte aştık geliyoruz. Ama AP, DP çizgisinden cayılınca iş bu noktaya gelmiştir” izâhını yapıyorsunuz.
Gerçekten Türkiye’de dine ve dinî özgürlüklere dair hizmetlerin hemen hemen hepsini Demokrat Parti ve devamı partiler yaptı. Ezân-ı Muhammedi’nin aslına çevrilmesinden başlanarak okullarda din derslerinin okutulması, din eğitimi ve öğretimi, 571 imam hatip okulu, beş bini aşkın Kur’ân kursu, yüksek İslâm enstitüleri, İlâhiyat fakültelerinin çoğu DP-AP-DYP iktidarlarında açıldı. Diyanet’e 70 bin kadro ve kırmızı plâka verildi. Hiçbir tartışma, gerginlik çıkmadı…
Bu açıdan, sekiz yıllık AKP iktidarında temel hak ve özgürlüklerde mağduriyetlerin giderilmemesini ve kazanımların dahi korunamamasını neye bağlıyorsunuz?
Cevap: Sebebi, korku; AKP korkudan bu temel ve gerekli önerilerden kaçıyor. 1995 değişiklikleri “temsilde adalet - yönetimde istikrar” diye bir prensip koydu. Çok uğraştık bu kelimeleri seçmekte, adalet ve istikrarı sağlamak açısından…
Nisbî temsilin mucidi D’hondt diye bir adam var. D’hondt, sistemi kurmuş aşağı yukarı. Adam bir matematikçi, her şeyi hesap etmiş, nisbetlerini hesap etmiş; o hesabın içinde âdil bir seçim barajı yüzde 5’tir.
Ya da nisbî temsilin kendi içindeki baraj eğilimlerini dikkate alarak, hiç baraj da konulmayabilir. Türkiye bunların hepsini denedi. “Artık oylar”ı değerlendirmek için dahi –Coşkun Kırca’nın icâdı- yine “bâkiye oylar sistemi” kuruldu, ama tutmadı.
D’hondt büyük bir matematikçi olarak öyle bir sistem kurmuş ki, ne yaparsan yap aşağı yukarı nisbî temsille âdil bir seçim sonucu ortaya çıkıyor. Ancak iktidarın devam ettirdiği yüzde 10 gibi çok önemli bir rakamı koyunca bu sistemin bütün hesapları altüst oluyor. Adamın aklına bile gelmemiş bu yüzde 10…
Bugün Anamuhalefet yüzde 7’yi teklif ediyor; yüzde 7 sadece Rusya’da var. Avrupa Birliği’nde yüzde 5 var, Yunanistan’da yüzde 3 var, İsrail’de yüzde 2 var.
Bu sistemde yüzde 10 yüzünden 2002 seçimlerinde yüzde 47 oy, seçmenin yarısı Meclis dışında kaldı; böylece seçim sonuçları bu yüzde 10 barajıyla belirleyici olmaktan çıkıyor. Orada yüzde 10’un altında bu parti yüzde 9.75’le barajın altında kaldı. En az 66 milletvekili havaya gitti. DYP 140 bin oyla kaybetti. O boşluğu birinci ve ikinci partiler doldurdular. Meclis’e giren iki partiden bir yüzde 35’le Meclis’in yüzde 65’ini, diğeri de yüzde 20 ile yüzde 35’ini doldurdu. Yani “çoğunlukçu sistem” ortaya çıktı, “çoğulculuk” ortadan kalktı.
Türkiye kadar seçim sistemleriyle oynayan bir ülke yok. En çok seçim kanunu değişiklikleri yapan ülke Türkiye’dir. Burada hepimizin, bütün siyasî partilerin kusuru vardır; düzeltmediğimiz için…
Yüzde 5 bence Türkiye’yi rahatlatır. Başbakan koalisyonları gerekçe gösteriyor. Koalisyondan korkarsanız o zaman seçim yapmayın. Yüzde 10 da koysanız, oylar dağıldığı için her seçimde bir koalisyon “tehlikesi” vardır. Ama unutmayalım ki Türkiye’de koalisyonlar genelde başarılı olmuştur. Anarşi ve terörü sıfırlayan koalisyon hükûmetidir. Koalisyon hükûmeti terörle mücadelede alınacak tedbirlerde uzlaştı, anlaştı; alınan kararların arkasında durdu ve generallerle görüşmelerde dimdik ayakta durdu.
Temel meselelerde millî partilerin anlaşmaması mümkün olur mu? Millî meselelerde iki parti-üç parti bir araya gelip uzlaşamıyorsa, zaten Türkiye “batmış” demektir! Şimdi tek parti hükûmeti var; terörle mücadelede başarılı mı? “İstikrar var” diyor; peki ekonomide başarılı mı? Siyasî hayatta başarılı da Anayasa değişikliğinde başarılı mı? Belki iki parti-üç parti bir arada olsa, birbirlerini frenler, dengeler; nitekim o tabiatı var koalisyonun…
Dünyanın en başarılı koalisyon hükûmetleri Almanya’da, Fransa’da. Hatta İtalya’da Berlusconi’nin öyle magazin tarafına bakmayın; adam 7 partiyi, 9 partiyi bir araya getirdi, bu iktidar ortaya çıkardı, bu işi götürüyor. Çünkü partilerin ve insanların millî duyguları hiçbir zaman sıfırlanmaz. Bu ortak değerler etrafında müzâkere ve uzlaşma işidir.
Cevap: Demokrat Parti halkıntaleplerini dikkate almıştır. Halkın talepleri ne ise, rejimi bozmadan, laiklik ilkesinden ayrılmadan, Cumhuriyetin temelini yıkmadan yapılabilecek işleri yapmıştır…
Şimdi herkesin unuttuğu ya da hatırlamadığı bir şey var. O zaman tek radyo var, devlet radyosu. O radyoda sabah ezânı okunmaya başladı. Kandil geceleri Kur’ân-ı Kerim, mevlid okundu. İsmet Paşa bile, “Olabilir, doğrudur” dedi. Ezân’ın aslına çevrilmesinde Halk Partisi adına Cemal Reşit Eyüpoğlu’nun Meclis’te bir konuşması var; “katılıyoruz” diyor…
Merhum Adnan Menderes’in konuşması çok doğru; “Siz namaza başladığınız yahut rükûa vardığınız zaman, ‘Allah-u Ekber’ diyorsunuz, yukarıda müezzin ‘Tanrı uludur’ diyor. Birbirini karşılar mı bu?” DP aradaki çelişkiyi giderdi. Camide “Allah-u Ekber” diye tekbir aldığın gibi yukarıda da “Allah-u Ekber” diye ezân okuyacaksın” diye…
Kur’ân-ı Kerim’i “Türkçeleştirmişler”; ama isteyen meâlini okur, isteyen asıl mânevî haz için Arapçasını, aslını okur, bunu yasaklayamazsınız.
Halk rahatsız oluyor; bir de “Tanrı uludur” lâfı “Allah-u Ekber”i karşılamıyor. “Allah-u Ekber” çok mânâlı büyük bir hâdise. “Tanrı” Türkçe ama bu kelimeyi halk kullanmadığı için bugün Türkiye kullanmaz hale geldi neredeyse. “Tanrı rahmet eylesin” demeye dili varmıyor adamın; daha çok bâtıl dinlerde kullanılan bir tâbir.
Devletin vazifesi, dine müdahâle ve din hakkında buyurucu hüküm koymak değil. “Anayasa’ya aykırılığı” bir tarafa bırakın, ben çok iyi hatırlıyorum; halk ezânın aslına çevrilmesi üzerine bayram etti, Hacı Bayram Camii'nin önünde bayram olarak kutlandı, kurbanlar kesildi.
Adnan Menderes’in bu konuda konuşmaları hârikadır; “Devletin dine müdahâle etmeye ne hakkı vardır!” diye…
DP’NİN DİNE HİZMETLERİ VE TEK PARTİ ZÜLMÜ…
Soru: Yine Köprü dergisindeki mülâkatta, “Devletin, İslâm’ın genel prensipleri doğrultusunda Müslümanın inanç hakkına, ibadet hakkına, başını örtme gibi Kur’ân-ı Kerim’in buyruklarını yerine getirme haklarına saygılı hale getirme”nin önemini nazara veriyorsunuz.
Anayasa Mahkemesi’nin esasen yasadışı olan başörtüsü yasağını gereksiz gören kanunu iptal etmesinden ve ardından Danıştay’ın aynı yöndeki yönetmelik hükmünü yürürlükten kaldırması üzerine, “Burada devletin dine müdahâlesi söz konusudur. Devlet inanca ve ibâdete müdahale etmiştir. Bu müdahaleyi kaldırmak yine devletin görevidir. Papaz başında serpuşuyla serbestçe dolaşabilecek; hahambaşı istediği kıyafeti giyebilecek; Hıristiyan, Musevî, Süryanî dilediği kisveye bürünebilecek; ama Cenâb-ı Hakkın emrettiği başörtüsünü bizim çocuklarımız takamayacaklar! Böyle şey olmaz Mümkün değil. Bunun ne demokrasiyle ilgisi var, ne devlet felsefesiyle ilgisi var. Hiçbir teoriye de sığmaz. Bunu anlamak mümkün değildir. Bu hukuk da değildir. Bu olsa olsa defacto bir hâdisedir. Bunlar oldu-bittilerdir” diyorsunuz…
Ayrıca, başörtüsünün “Cenâb-ı Hakkın buyurduğu mesele” olup, devletin dine karışması gibi bir abesi kınamak için vatandaşların başörtüsü takma hakkını savunduğunuzu dile getirmişsiniz.. “Nasıl namaz kılmak, oruç tutmak, Kelime-i Şehâdet getirmek hakkınız varsa, başörtüsü takmak da sizin hakkınız. Devletin dine karışması kadar abes bir şey, ben görmedim, duymadım” görüşünü belirtmişsiniz.
12 Eylül ihtilâl idâresinin sürdüğü yıllarda İlâhiyat Fakültesi öğrencilerinin boykotta bulundukları okulun karşısındaki Anayasa Parkı’na gidip itîdal telkininde bulunmuş, hak ve hürriyetlere destek vermişsiniz.
Bu çerçevede devletin vatandaşın inancının gereğini yapması hususundaki görüşünüz nedir?
Cevap: Evet, Demokrat Parti ve devamı partiler olarak bu hizmetleri vatandaşların isteği üzerine yaptık. Zira Türkiye’de tek parti devrinde bir cenâzede dua edecek kimse yoktu. Halk hoca bulmakta zorlanıyordu. Demokrat Parti halkın bu talebini yerine getirdi.
Buna bir misal vereyim: Biz Ankara’da Kavaklıdere’de oturuyorduk, koca şehirde cami yoktu; Bayram namazına gitmek için babam akşamdan otomobil tembih ediyordu, Biz ta Ulucanlar’da Aslanhane Camiine giderdik. Babam ayrıca akşamdan da odacısını yollar, imam efendiden bize yer ayırtırdı; çocuğuz ya ezilmeyelim diye. İbadet eder, şoförü de namazını kılar, dönerdik; dönerken de Abdurrahman Efendi’nin fırınından simit alırdık…
Demokrat Parti zamanında ilk defa Adnan Menderes Kavaklıdere Camii'ni inşa etti.. Sonra Maltepe Camii'ni yaptırdı. Daha sonra Kocatepe’nin temelini attı. Düşünün tâ Çankaya’dan namaz kılmak için ya Hacı Bayram’a ya da o zaman Zincirli Camiye geliniyordu. Şu hale bakın ki tek parti iktidarı cami yaptırmıyordu…
Soru: “Ankara’nın kudretli valisi” Nevzat Tandoğan mı yaptırmıyordu?!
Cevap: Nevzat Tandoğan gaddar bir adam. Şimdi köylü kasketiyle, merkebiyle o zaman Ayrancı Bağlarından gelip karpuz satacak. Polis yakalıyor, hem adamı geri çeviriyor, hem merkebine el koyuyor. Onları ne yapıyorlardı, bilmiyorum!
Yani köylü şehre gelse ne olur? Nevzat Tandoğan’ın bir cezası daha vardı. Böyle bir köylüyü yakaladığı zaman kötü polis otomobilleriyle Gölbaşı’na götürür bırakır. Adamın cebinde para yok, bu kez yaya dönmek mecburiyetinde kalırdı. Her halde 20 kilometreyi en az dört saatte gelirdi…
Şehir merkezi Ulus bir yana o zaman bir köy olan Kavaklıdere’ye sefaretler var diye sokmuyordu köylüleri. O zamanki sefir bilmiyor mu Türkiye’nin ne tür bir sefâlet içinde olduğunu, köylünün ne halde olduğunu. O zaman yumurta falân yakın köylerden Ankara’ya getiriliyordu. Köylüler, Ankara’nın arka sokaklarına sivil yol polislerine yakalanmaktan korkarak geliyordu. Fakir köylünün otomobili yok, atı yok, nasıl getirecek malını satmak için…
Kısacası, tam bir zulüm…