‘Amerikan şiileri’
Saddam’dan sonra Irak’ta en fazla yaygınlaşan iki eğilim, etnik anlamda kabilecilik ve dinî anlamda da fırkacılıktan başkası değildir. Amerikalılar da bu iki akımı kasıtlı olarak körüklüyorlar. Böylece işleri kolaylaşmış olacak. Klasik sömürgeciliğin formülasyonu olan “böl yönet” (farrik tesud veya divide and rule) veya “parçala hükmet” oyununu oynuyorlar. Bir dereceye kadar da muvaffak oldular. Bunda da en büyük kabahat Iraklı Müslümanların önderlerinde. Çıkış noktalarını, nemelâzımcılık ve “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düsturu üzerine kurmuşlar. Halbuki bu düstur istibdadın ve sömürgeciliğin eski bir yadigârıdır.
Özellikle bugünkü merci-i taklid olan Ayetullah Ali Sistani’nin, şia’nın çıkarlarını esas alan ve diğerlerini yok farz eden infiradcı bir tutum sergilediğini görüyoruz. Buna fırka bencilliği de denebilir. Halbuki Sünnî kesim baştan beri şiilere el uzattı ve birlikte hareket etmenin yollarını aradı. Zerkavi gibi ne idüğü belirsiz bazıları istisna edilirse bütün aklı başındaki Sünnilerin yaklaşımı bu idi. Hakikatte, Fedaiyan-ı ıslâm örgütü ve Emced Zehavi’nin günlerinden beri Sünnilerle şiiler daima içte ve dışa karşı kenetlenme yolları aramışlardır. ıran-Irak savaşı gibi bunu gölgeleyen dönemler olmuşsa da ulema sağduyusunu kaybetmemiştir. Osmanlı’nın Irak’ta 1917’de yıkılışının akabinde şiî ve Sünnî ulema ortak mücadele kararı almışlardı.
Irak’ta sadece şiî kesimden Muhammed Bakır Es Sadr değil, aynı zamanda Abdulaziz Bedri gibi Sünnî ulema da müteakip zorba ve müstebid yöneticilerin zulmüne kurban gitmiştir. Bütün bunlara rağmen şiilerin işgal karşısında Sünnî üçgeni yalnız bıraktıklarına şahit olmaktayız. Kürtlerin etnik olarak yaptıklarını şiiler de mezhebî noktada yapmaktalar.
Özellikle Sistani burada Sünnî kesimleri ve umumî olarak dindarları hayalkırıklığına uğratmıştır. Amerikalıların kendisi hakkında ‘ortaçağ kalıntısı bir yobaz ve cahil’ hükmünü neredeyse doğrulamıştır. Batılıları kabul etmemenin veya onları huzura kabulde bekletmenin teşrifat veya protokol anlamının dışında fazla bir önemi yoktur. Sistani Batılılarla böyle mücadele ettiğini düşünüyorsa feci şekilde yanılıyor ve onların kendi hakkındaki hükmünü tasdik ediyor demektir. ışgalcilerle asıl mücadele, mazlum ve makhur kesimlere sahip çıkmak ve onlarla dayanışmaktan ve bütünleşmekten geçiyor. Bir ıhvan marşında dile getirildiği gibi, hakkaniyet sahibi bir Müslümanın tutumu bu hallerde şöyle olmalı değil midir: “Muslimune: Haysu kane’l hakku nekun.” Yani biz Müslümanlar olarak hak nerede ise oradayız. Aksi takdirde hakikatı parçalamak ve parçalanmış hakikata tutunmak ancak bizi paralar, parçalar ve fırkalara ayırır ve fırkacılığı derinleştirir. Bu anlamda Sistani, Sevretu’l ışrin direnişinin şiî önderlerinin de gerisine düşmüştür.
***
Sistani kendisini tamamen seçimlere kaptırmıştır. Gözleri başka hiçbir şeyi görmemektedir. şiî tabanı seçimler için mobilize etmiş ve bunun önünde daha önce engel olarak gördüğü Mukteda Sadr’ı ve onun ötesinde Sünnî kesimleri red ve mahkum etmiştir. Bununla birlikte, Mukteda Sadr’a rağmen Necef’e sahip çıkmış ve haklarının geri alınmasına yardımcı olmuştur. Pazarlıklarla mutazarrırların tazminat almalarının önünü açmıştır. Belki iyi de yapmıştır, ama Fellucelilerin katliamı karşısında kılını kıpırdatmamıştır. Yapıcı değil, yıkıcı davranmıştır. Onlara Iraklılık zemininde bile sahip çıkmamıştır. Bu ancak fırkacılık damarıyla açıklanabilir. Halbuki onun dışında şimdiye kadar şiî, Sünnî, laik ve Türkmen 47 farklı grup işgal gölgesinde yapılacak seçimleri boykot etme kararı almıştır. Geçmiş çizgisi gözönüne alındığında Sistani işgal güçleri karşısında hiçbir talebini dikte ettirememiştir. Hep gerilemiştir.
Boykot edenlerin de haklı olarak inandıkları gibi, seçim sonuçları şimdiden işbirlikçiler lehinde garanti altına alınmış bulunuyor. Çünki işgalden sonra önplana çıkan ve organize edilenler onlar. Bundan dolayı, ‘Amerikan şii’si değil de Ali şii’si olanlar; Cevad Halisi, Ayetullah Kasım Tai ve Ayetullah Ahmet Haseni Bağdadi gibiler seçimlerin boykotu yönünde fetva vermişlerdir. Zira işgalcinin meşruiyeti yoktur. En azından seçim süreci BM şemsiyesi altında yaşanmalıydı. ışbirlikçilerle işgalci, seçim görüntüsü altında bekasını garanti altına almanın yollarını aramaktadır. Paul Bremer’in yerine atanan ABD’nin Irak Büyükelçisi Negreponte Felluce vahşetinin demokrasi muhaliflerine bir ders olduğunu söylemiştir. Bu, olsa olsa halktan korkan bir demokrasi çeşidi olabilir. Herkes ABD’nin Irak’ta tatbik ettiği sistemin demokrasi değil, demokrasi adı altında üstten inmeci ve dayatmacı bir yaklaşım olduğunu biliyor. Burada demokrasi anlayışı tersyüz edilmiş durumda. Tersyüz edilmiş demokrasi anlayışından işgalciler bir meşruiyet zemini çıkarmaya çabalıyorlar. Halbuki Sünnî ulemanın da işaret ettiği gibi Irak’ta özgür ve adil seçimlerden korkan Iraklı direnişciler değil, Bush ve Blair ikilisidir.
***
Sistani gibiler fırkacılık taassubuyla ülkeyi bölünmenin eşiğine götürdüklerini fark edemiyorlar. Bağdat’a yönelik modern Moğol saldırısında Ahmet Çelebi ve ıyad Allavi, Alkemi rolüne soyunurken Sistani de Nasirüddin Tusi’nin yaklaşımını sergiliyor. Fırkacılık ve taassup basiretini karartmış. şiiler ne pahasına olursa olsun Irak’ta Amerikan destekli bir şiî hakimiyeti kurma peşindeler. Kelle sayısı fazlasını siyasî hakimiyete dönüştürmek istiyorlar. Amerika ise direnen Sünnilere karşı şiiler ve Kürtleri payanda olarak kullanmanın planlarını yapıyor. Sistani de Amerikan süngüsü altında Irak’ta bir şiî hakimiyeti fikrine saplanmış kalmış durumda. Gelecekte Irak yönetimini paylaşması beklenen isimlerden Bedir Ordusunun şii Lideri Abdulaziz Hakim’in Felluce halkının, yabancı direnişçilere yataklık yapmanın bedelini ödediğini söylemesi de, Negroponte’nin sözlerinden daha az elem verici olmasa gerek.
Kaynak