Devam 3.
DP ile İlişkiler
Bediüzzaman ve talebeleri siyasetle uğraşmama hususunda büyük gayret göstermelerine karşılık, 1950’li yıllarda doğrudan Başvekil Menderes’e mektup yazarak, ona ikazlarda bulunmaktan çekinmezler. Mesela, bunlardan birinde İslamiyet’in üç kanun-u esasisinin, “birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olmaz”, “milletin efendisi onlara hizmet edendir”, “müminin mümine bağlılığı parçaları birbirini tutan bina gibi” olduğunu belirterek “küfre rıza küfür olduğu gibi dalalete, fıska zulme rıza da fısktır, zulumdür, dalalettir” diyerek26 Menderes’i ikaz etmiş ve mektubunun yazılış sebebini de izah etmiştir. Diğer bir mektubunda da Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesini ve Risale-i Nur’un resmen serbest bırakılmasını istemektedir.27
1960 yılına yaklaşıldığında sadece ikazla da yetinmeyen Bediüzzaman, “Kur’an ve İslamiyet ve vatan hesabına bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle dersleriyle Demokrat partinin iktidarda kalmasını muhafazaya çalıştığı görülmektedir. Bediüzzaman, eğer DP iktidardan düşerse ya Halk, ya da Millet Partisinin iktidara geleceğini; ancak, Halk Partisi’nin İttihatçıların bozuk kısmından olması ve daha önceki icraatları dolayısıyla “asil Türk milletinin ihtiyarıyla o partiyi katiyen iktidara getirmeyeceğini; bu memlekette ırkçılık fikrinin zararlı olacağını, Türklerin etkinlik kuramıyacağını, etnik yapı itibariyle milliyetçiliğin “asil ve masum Türk milleti aleyhine neticeleneceğini “ırkçılık ve unsuriyetçilik damarıyla bir ecnebiye istinat ile masum Türk milletini tahakkümleri altına” alınmasına sebep olacağını belirtmiştir. Bunlara karşılık “Dinî icabları yerine getireceğiz din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez” diyen bir Başbakan vatan millet ve İslamiyet adına tercih etmişlerdir.28
Bediüzzaman, Nurcuların “dünyaya ve siyasete mümkün olduğu kadar bakmamaya” mesleklerinin mecbur etmesine karşılık “şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu” demekte ve sebebini şu şekilde izah etmektedir. O dönemde Kur’an, İslamiyet ve vatan zararına üç cereyanın olduğunu Bediüzzaman şöyle sıralamaktadır:
Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan yüzde otuz kırk adama zarar verebilir.
İkincisi: Eskiden beri müstemlekatların Türklerle alakalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için ifsat komiteleri namında bir komite. Bu da yüzde on yirmi adamı bozabilir.
Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hıristiyanlara benzemek ve bir nevi Prutluk mezhebini İslamlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasiler heyetidir. Bu cereyan yüzde birisini belki binde birisini Kur’an, İslamiyet aleyhine çevirebilir.
Bediüzzaman, “Kur’an hizmetkarları ve Nurcular ilk iki cereyana karşı daima Kur’an hakikatlerini muhafazaya” çalıştıklarını belirterek, “Demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana mesleklerince muarızdırlar. Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım Garplılaşmak ve Garplılara tam benzemek mesleğini takip edenler ise, üçüncü cereyana bir yardım ediyorlar. İktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyaset namıyla üçüncü cereyana yardım etse de, madem o Demokrat Partisi meslek itibariyle diğer iki cereyan-ı azimin durmasında ve def etmesinde mecburi vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslamiyet’e büyük faydası dokunabilir. Bu cihetten biz Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için, onların az bir kısmı dine verdikleri zarar, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek, pek cüz’i bir zararla pek külli zarardan kurtulmamıza sebep oluyorlar. Bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz. Ve dinde laubali kısmını da cidden ikaz edip, “Aman çabuk hakikat-i İslamiyeye yapışınız!” ihtar ediyoruz.29 Diyerek mecburiyetlerini izah etmektedir.
Bediüzzaman’ın yeniden siyasete bakması ve DP iktidarını muhafazaya çalışırken şu önemli noktalara dikkat etmektedir:
-Nurcuların siyasete bakmalarının esas sebebi Kur’an, İslamiyet ve vatanın zararına çalışan üç cereyanı etkisiz hale getirmektir.
-En büyük tehlike olan iki cereyana karşı, Demokratların siyasetlerinin muarız olmalarıdır.
-Nurcular kendi menfaatleri için değil, “Kur’an menfaati” için DP’yi destekliyorlardı.
-Siyaseti dinsizliğe alet etmek isteyenlere karşı dini bir tavırdı.
-Bediüzzaman, Demokratlar Komünistlik, dinsizlik cereyanı ile ifsat komitelerine karşı, “Nurculara yardımcı hükmünde”dirler diyor; kendilerini Demokratlara yardımcı değil, Demokratları Nurculara yardımcı olarak görüyordu.
Din Adına Siyaset
İnsanların kalplerinin bozulduğu, inançlarının tehlikeye düştüğü bir sırada siyaset topuzu ile hareket etmenin yanlış olduğunu belirten Bediüzzaman, din adına galebe çalınsa bile, siyasetle insanların kalplerinin ıslah edilemeyeceğini ve imanlarının kurtarılamayacağını, tersine kafir derecesinde olanları daha aşağıya indirerek münafık haline dönüştüreceğini, küfrünü ise kalbinde saklayacağını ifade etmektedir.30
Bediüzzaman Said Nursi, siyaset dairesinin en geniş bir daire olmasından dolayı “gaflet verecek, dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti ve ahireti unutturacak” nitelikte olduğundan ötürü, “Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidinden, selef-i salihinden başka siyasetçi ekseriyetçe tam muttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar siyasetçi olamazlar. Yani maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din ikinci derecede kalır, tebei hükmüne geçer.” Hakiki dindar ise “bütün kainatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye “siyasete aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate alet etmeye çalışabilir.”31 tespitini yapmaktadır.
Bediüzzaman’ın din adına siyaset yapma hususundaki fikirlerinin Osmanlı dönemi ile 1945 sonrasında bazı noktalarda farklılık gösterdiği görülmektedir. II. Meşrutiyet döneminde siyasi olduğu bir zamanda, siyaseti dine alet etmeye çalışırken, “meşrutiyet şeriata müstenittir” diyerek32 nasıl bir meşrutiyet istediğini ortaya koyduğu gibi, İslamiyet’i ve Müslümanları içine alan kavramların siyasette kullanılmaması gerektiğini belirtmekte, “İttihad-ı Muhammedi gibi” gibi isimlerin “umumun hakkı” olduğu için bunların “tahsis ve tahdid” kabul etmeyeceklerini33 ifade etmektedir. Ayrıca, Bediüzzaman, siyasi partilerin İttihad-ı Muhammedi gibi isimler yerine “hâdim-i şeriat” ünvanını taşıyabileceklerini kaydetmektedir.34
1919 yılında, “dinsizliğe karşı din namına meydana çıkmak lazım” denildiğinde, bunu “evet” olarak cevaplayan Bediüzzaman, bu konuda “kat’i bir şart” öne sürmektedir. Bu da din namına çıkanların “muharriki, aşk-ı İslamiyet ve hamiyet-i diniye olması gerektiği, muharrik ve müreccihin siyasetçilik ve tarafgirlik olursa bunun tehlikeli olacağı, birinci gruba girenlerin hata da etseler affedilecekleri, ancak ikinci grubun isabet de etseler mesul olacaklarını belirtmektedir. Bunu anlamanın yolunun da her kim fasık siyasetdaşını mütedeyyin muhalifine, su-i zan bahanesiyle tercih etse bunu harekete geçirenin siyasetçilik olduğunu şeklindedir.35 Bu tarihte de Bediüzzaman, siyasetin dine hizmet için yapılabileceğini belirtmektedir.
1945 sonrası çok partili hayata geçiş üzerine yaptığı değerlendirmede İttihad-ı İslam partisinin “siyaset başına geçebilmesi” için yeni bir şart ileri sürmüştür. O da toplumun “yüzde altmış yetmişinin tam mütedeyyin olmasıdır.” Bunun sebebi, Bediüzzaman’a göre, “çok zamandan beri terbiye-i İslamiyenin zedelenmesidir. Ayrıca Bediüzzaman, mevcut siyasetin cinayetlerine karşı dinî siyasete alet etmeye mecbur olacağından, “şimdilik” kaydıyla İttihad-ı İslam partisinin başa geçmemesi lazım geldiğini belirtmektedir.36 Bediüzzaman, siyasetin İslamiyete hizmet edebileceğini, toplumsal tabanın olmaması dolayısıyla başarısız hatta mecburen dini siyasete alet etmeye mecbur kalacağını, bunun için toplumun yüzde altmış-yetmişinin İslam terbiyesine haiz olması halinde ancak “dini siyasete alet etmemeye belki siyaseti dine alet etmeye çalışabilecek” bir siyasi partinin başarılı olabileceğini ortaya koymuştur.
Esasında Bediüzzaman’ın dindarların siyaset yapması konusunda fikirleri değişmiş değil, yeni konuma göre yeni şartlar ileri sürmüştür.
Nurcuların Siyasî ve Dinî Teşekküllerle İlişkisi
Nurcuların tarafsızlık hissiyatının geçerli olduğu cereyanlarla alakadar olmaması gerektiğini37 söyleyen Bediüzzaman, talebelerinden Hulusi Bey’in dinî teşekküllerle ilişkiler noktasından örnek olacak bir icraatını Emirdağ Lahikası’na koyarak talebelerine bir ölçü vermek istemiştir. Şöyle ki, Hulusi Bey, Büyük Doğuculardan kendilerine katılması teklifini alması üzerine, “Büyük Doğuculuk bir siyasi teşekkül müdür?” diye sormuş ve “evet” cevabını alması üzerine, “Sizin yalnız imani ve Kur’ani mesaildeki müşkillerinizi ve izahını arzu ettiğiniz noktaları Risale-i Nur’un yardımıyla halle çalışırım. Benim mesleğim. Risale-i Nur dairesinde istihdamdan ibarettir. İman ve Kur’an meselelerinde hemfikiriz. Fakat siyasetle iştigal edemem”38 karşılığını vermiştir. Bediüzzaman, dindar da olsalar siyasî alanda faaliyet gösterenlerle ilişkilerini iman ve Kur’an çerçevesinde olması gerektiğini belirtmiştir.
Siyaseti Dinsizliğe Alet Etmek
Bediüzzaman, dinin siyasete alet edilebileceği gibi, siyasetin de dinsizliğe alet edilebileceğini tesbit ederek, bunun yanlış olduğunu söylemektedir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren siyasetin dinsizliğe alet yapılmaya başlandığını belirtmektedir. Bu konuda Bediüzzaman, “siyaseti dinsizliğe alet yapan bazı adamlar”ın kabahatlerini örtmek için başkalarını “irtica ile ve dinini siyasete alet yapmakla itham” ettiklerini kaydetmektedir.39 Uygulanan bu metodun Cumhuriyet döneminde de devam ettiğini belirten Bediüzzaman, “Bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan alem-i İslamın teveccühünü ve hamiyetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe alet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirmek isteyenler hükümeti iğfal ve adliyeyi şaşırtma” usulünün tatbik etmekte olduğunu söylemektedir.40
Siyasî alanda olduğu gibi, dinî hizmetle meşgul olan kendisi gibi şahıslar için “dini siyasete alet yapıyor” iddialarının, esasında, siyaseti dinsizliğe alet edenler tarafından kendilerine bir perde olarak bu ithamı yaptıklarını Bediüzzaman izah etmektedir.41 Ayrıca, 1952’deki Gençlik Rehberi Mahkemesi sırasında hazırlanan raporda “dini siyasete alet etmek var” denilmesi üzerine, Bediüzzaman bu raporun “dinsizlik damarıyla” yazıldığını ve “vukufsuz ehl-i vukuf siyaseti ve adli vazifelerini dinsizliğe alet etmek istediğini” belirterek,42 dini siyasete alet etmek suçlamasının çok geniş boyut ve alanlarda siyaseti dinsizliğe alet etmelerini örtmek için kullanıldığını izah etmektedir.