Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

1

06.05.2010, 08:47

‘Peygamber Ocağı’ diye askerî okulu tercih etmiştik

‘Peygamber
Ocağı’ diye askerî okulu tercih etmiştik




"Namaz kılmayı alışkanlık haline getirdiği, Said Nursî'nin eserlerini
okuduğu ve başkalarına dinî telkinde bulunduğu" suçlamasıyla 1987
yılında Deniz Harp Okulu son sınıfındayken ordudan atılan Dr. Hakan
Yalman, yaşadıklarını yıllar sonra Yeni Asya'ya anlattı.

Sizin askerî okulu tercih etmeniz nasıl oldu?

1979’da Sivas Danişmend Gazi Ortaokulunda son sınıfta öğrenciyken
askerî liselere girmemiz tavsiye ediliyordu. O dönemde kol gezen anarşi
sebebiyle okumak zorlaşmıştı. Anarşi orta okullara kadar sirayet
etmişti ve sürekli çatışmaların olduğu bir ortamda biz okula devam
ettik. O dönem askerî okullar bir çıkış ya da kaçış kapısı gibiydi, yani
çok rağbet edilen okullardı. Orada eğitim dışarıdaki o kargaşadan biraz
daha bağımsız olarak yürütülüyordu. Üniversite tahsili yapmanın çok zor
olduğu ve sürekli silâhlı çatışmalarda ölen öğrencilerin olduğu bir
dönemde aileler de çocuklarını askerî okullara yönlendirmeye
çalışıyordu. Hem de başarılı öğrenciler genellikle askerî okullara girme
gayreti içerisindeydi. Bu bakımdan askerî okullar çok revaçtaydı. Benim
ailem de biraz Halk Parti kökenli olduğu için silâhlı kuvvetlere karşı
ayrı bir sempatileri vardı. Orayı biraz Cumhuriyetin bekçisi olma konumu
olarak görme bizim ailenin de tavrıydı.

İLK BASKIYI AİLEMDEN GÖRDÜM

Fakat ben kendi dünyamda onların o teşvikleri yanında, o dönem
biraz dindarlığı yaşamaya çalışan, hatta ilk baskıları ailesinden görmüş
konumda namaz kılmaya çalışan biriydim. Ve askerlik beni daha çok
“Peygamber ocağı” olması boyutuyla cezbediyordu. Ortaokul son sınıfta
bir İngilizce öğretmenimiz vardı ve bizleri de çok himaye ederdi. Bizim
dindar bakışımız, dindar bir öğrenci oluşumuz onun da çok hoşuna
giderdi. O bir gün sınıfa bir Kuleli Askerî Lisesi talebesini getirdi. O
öğrenci bir yıl önce bizim ortaokuldan mezun olmuş birisiydi. Onu
sınıfta üniformalarıyla görünce içimize bir ateş düştü. Silâhlı
kuvvetlere girmek arzusu depreşti. O dönem Kuleli Askerî Lisesi için çok
gayret ederken bir gün de okulda Deniz Lisesinin broşürlerini gördük.
Beyaz üniformalı öğrenciler falan... Biz onların ne iş yaptığını,
denizciliğin ne demek olduğunu Sivas şartlarında pek bilmiyorduk.
İngilizce hocamıza sorduğumuzda, o da askerliğini deniz asteğmen olarak
yaptığı için Deniz Askerî Lisesini çok tavsiye etti. “Orayı da yazın,
güzel okuldur” dedi ve bizi teşvik etti. O dönemde imtihanlara girdik,
yazılıyı kazandık. Hem Kuleli Askerî Lisesini, hem de Deniz Lisesinde
okumaya hak kazandık. Aslında niyetimiz Kuleli Askerî Lisesinde
okumaktı, ama öğretmenlerimizin ve çevrenin de telkiniyle neticede Deniz
Lisesini tercih ettik. Böylece birinci hedefimiz olmadığı halde Deniz
Lisesine kaydolduk.

ÖLENLERİN NEREYE GİTTİĞİNİ MERAK EDERDİK

Siz ailenize rağmen daha dindar kimliğe sahip

olduğunuzu söylediniz. Bu nereden kaynaklandı?

Buna aslında aile de, yakın çevre akrabalar da çok anlam
veremiyordu. Yani “Bu çocuk nereden dine meyletti” diye... Ama bizim o
dönemde arkadaş grubuyla Ramazanlarda teravihe gittiğimiz dönemler
olurdu. O dönemde o yaşın da getirdiği bir sorgulama süreci var. Çevrede
ölenlerin nereye gittiğini merak ediyoruz. Herkes bir şeyler
söylüyor... Yakın çevreden bazıları da ahiret hayatından, hesaptan
bahsediyorlardı. Bütün bunlar beni böyle bir araştırmaya, namaz kılmak
ve kulluk yapma sürecine yönlendirdi. Nihayetinde ölüm olunca insan
düşünüyor. Neticede bu dini kabul ediyorsak, gereklerini de yaşamamız
gerektiği noktasında bir içsel süreç yaşadım. Ortaokul 1. sınıfta
başlayan bu yolculukla 3. sınıfta 5 vakit namaz kılar hale gelmiştik.
Burada direkt bir kişinin namaz kılmamız gerektiği gibi bir telkini
olmadığı gibi, bir de o dönem şöyle bir tablo vardı: Namaz kılanlar
Millî Selâmet Partisi mensubu, kısaca da “Selâmetçi” olarak
tanımlanırdı. Benim anne ve babamın doğrudan namaza karşı bir tepkisi
yoktu, ama Halk Partili anlayışıyla namaz kılanın Selâmetçi olduğu
kabulüyle namaz kılmama da karşı çıkıyorlardı. Hatta biz bir aylığına
Kur’ân kursuna gittik. Halk Partisini destekleyen bir imam vardı. O imam
emekli olunca, yeni imam Selâmetçi diye Kur’ân kursuna da
gönderilmedik. Dolayısıyla 1 aylık bir eğitimle ancak sûreleri
öğrenebilmiştik o dönem. İlk zamanlar namaza başladığımda, babamdan
gizli olarak namaz kıldım. Hatta eş dost ziyaretlerinde namaz kıldığım
zaman, “Bu çocuk bu işleri nereden öğrendi?” diye şaşırıyorlardı.

Babanız ne iş yapıyordu?

Babam o dönem PTT’de memurdu, santral teknisyeniydi. Sonra
İstanbul’a geldi ve emekli oldu.

“NAMAZ KILARSAN OKULDAN ATILIRSIN”

DEDİLER

Deniz Lisesindeki ilk günleriniz nasıl geçti?

Biz Deniz Lisesine geldik, kaydımızı olduk. Anadolu'dan gelmiş,
Heybeliada’da (İstanbul) bir okula girdik. Denizi bile tanımayan bir
yerden geldik, genelde de oraya gelen çocuklar İzmir, Ege ve
İstanbul’dan gelmişti. Bizim gibi Anadolu’dan gelen öğrenci sayısı çok
azdı. Kültürel anlamda çok fark vardı. Bu bakımdan oraya adapte olmakta
sıkıntılar yaşadık. Ben Sivas’tan Heybeliada’ya gelirken hem babam hem
de çevredekiler “Orada namaz kılma, namaz kıldığın tesbit edilirse
okuldan atılırsın” diye telkinlerde bulundular. “Madem bu işe girdin,
ileride Amiral olursun. Daha güzel şeyler yaparsın. O döneme kadar
namazı terk et” dediler. Tabiî biz bu korku ile geldiğimizde ilk 15 gün
namazlarımızı kılamadık. Fakat çok da ciddî sıkıntısını yaşadık. Bir
tarafta aileden ayrılık, bir tarafta yabancı insanlarla bir arada
olmak... Sivas’tan beraber geldiğimiz bir arkadaş vardı, ama onun havası
da bir an önce İstanbullulara benzemekti ve ilk günlerde onlara
benzedi. Onunla da yollarımız ayrıldı. Neticede böyle bir ortamda
kendini yabancı hissetme, kendini oraya uygun bulamama hali yaşadık...
Gurbette olma hali... O yalnızlık içerisinde bir çıkış yolu arıyorduk.
Namazı kılma noktasına getiren bir sorgulama, kulluk arayışı
geçirmiştik. Onun getirdiği bir suçluluk hali de vardı. Namazı kılamama
bende ciddî sıkıntıya sebep oluyordu.

GÜNLÜK NAMAZIMIZI AKŞAMLARI KAZA EDEREK KILIYORDUK

Okulda namaz kılmaya nasıl başladınız?

Tabiî ben bu psikolojiyi çok uç noktaya gelene kadar yaşadım.
Çevrilmiş bir binanın içerisinde, askerî eğitimin getirdiği çok alışık
olmadığımız emirler, tahkirler, şunu yap, bunu yapma... gibi ruhumuza da
ağır gelen bir hal... Bu tam bir girdap haline geldi ve ben bu durumda
tutunacak bir dal arar hale geldim. 15 gün sonra baktım ki o yalnızlığın
ortasında tutunacak tek bir dal var, o da Rabbine yönelmek.
Arkadaşlardan da can yoldaşı olan birisi yoktu o dönem. Orada her gece
bir ‘yat vakti’ vardır. Nöbetçi subay dolaşır ve herkesin yattığından
emin olur ve odasına çekilir. Işıklar söndürülür, herkes uykuya geçer.
Ben o yatma vaktinden önce abdestimi aldım ve yatağımda yatar vaziyette
beklemeye başladım. Ondan sonra nöbetçi subay gidince, kalktım ve
yatağın örtüsünü/pikeyi serip o günkü namazlarımın tamamını, yattığımız
koğuşun bir kenarında kaza namazı olarak kıldım. Öyle müthiş bir
rahatlık yaşadım ki, anlatamam. Benim için bir çıkış olmuş oldu ve dedim
ki ben akşamları bu şekilde namazlarımı kılacağım. Bu şekilde namazları
kılmaya başladım. O zamanki şartlar şimdiki gibi değildi. Cep
telefonları yoktu. Ailemizle görüşmemiz de sınırlıydı. Telefon
yazdıracaksın, sıra bekleyeceksin... Ama öyle bir Zat var ki, ne zaman
seccadeyi serseniz huzuruna ulaşıyorsunuz. Bu çok büyük bir rahatlık
verdi bana. Hele de o ruh hali içerisinde... Biz bu şekilde devam
ederken, koğuştan bir arkadaş beni görmüş. “Sen namaz mı kılıyorsun?”
diye sordu. Ben de biraz endişe ile, “Hayrola, niçin soruyorsun?” dedim.
“Ben de kılmak istiyorum, sen nasıl yapıyorsan bana da söyle” dedi. Ben
de durumu anlattım. O da öyle yapmaya başladı.

OKULA DİNÎ KİTAP GÖTÜRMEK SUÇ

Zaman içerisinde öğrendik ki, diğer koğuşlardan bazı arkadaşlar
da bu şekilde namaz kılmaya çalışıyorlarmış. Bizden önceki devrelerde
böyle bir uygulama olduğunu bilmiyoruz. Okulda o zamana kadar öyle bir
uygulama olmamış. Zaten herkes korkarak ve çekinerek geliyor bu okula.
Önemli bir kısmı zaten bu meselelerle alâkası olmayan insanlar, öyle
ailelerden gelmişler. Yüzde 10’luk bir Anadolu kültürüyle yetişerek
gelen kesim de korkuyor. Zamanla bu arkadaşlarla irtibat kurmaya
başladık. Bir gün Rizeli bir arkadaşımız bize bir şeylerden bahsetti,
“Kitap yazan arkadaşlar var, güzel bir ortam var, ben oraya gidiyorum...
Siz de gelin” diye bize bir şeylerden bahsetti. Biz çok da herşeye olur
diyemiyoruz. Hatta o dönem şöyle bir hadise de yaşadık: Hafta sonu izne
çıkınca Cağaloğlu’na gezmeye gittik. Cağaloğlu’na doğru çıkarken orada
Serhend Kitabevi vardı. İçeri girdik gezerken, İngilizce hazırlanmış
dinî konularda kitaplarla karşılaştık. Sevindik tabiî. Hem dilimizi
geliştiririz, hem de dinimizi öğreniriz diye o kitaplardan aldık.
Kitapçı da ilgilendi ve “Sizin okul komutanı tanıdıktır, o da bunları
okur” diye bize başka kitaplar da verdi ve iki poşet kitapla biz Deniz
Lisesi’ne döndük. Kapıda bir asteğmen vardı, biraz sol fikirliydi. “Siz
bunları nereden buldunuz?” diye sordu. Biz de durumu olduğu gibi
anlattık. “Siz bunları nasıl getirirsiniz? Sizi bölük komutanınıza
bildireceğim ve büyük bir ihtimalle başınıza bir iş gelebilir, okuldan
bile atılabilirsiniz!” dedi. Daha okula “Bismillah” demeden atılma
tehlikesi olunca biz şaşırdık tabiî. Gerçekten de komutana bildirdi.
1979 yılıydı ve Deniz Lisesinde ilk 4 ayımız geride kalmıştı. O arada
ben güreş takımındayım, hem benim hem de diğer arkadaşın derslerimiz
gayet iyi... Gurbet psikolojisiyle kendimizi derse vermişiz.
Komutanlarımızın ilgisini de çekiyorduk, çalışkan öğrenciyiz diye...
Bölük komutanı bizi çağırdı ve “Siz bu kitapları getirmişsiniz, ama
bunlar bu okulda olmaz. Ben bunu üstlerime bildirsem başınıza büyük iş
gelir. Ama ben bildirmeyeceğim. Ya bunları yakacağız, imha edeceğiz; ya
da benim odamda duracak, giderken memleketinize götüreceksiniz” dedi.

Biz de “Evimize götürürüz” dedik ve kitaplar orada kaldı. O arada
bize ezanın Türkçe okunmasının daha iyi olduğundan, dini yaşamak iyi
olmakla birlikte bunu kalpten yaşamak gerektiği şeklinde telkinlerde
bulundu. Neyse ki biz ilk dalgalanmayı bu şekilde atlattık. Yavaş yavaş
koğuştaki arkadaşlar bizim namaz kıldığımızı öğrenmeye başladı. Biz de
biraz bunun rahatlığını yaşıyorduk. Artık dışarda, hafta sonu izne
çıktığımızda da öğrenci kıyafetimizle camilerde namaz kılmaya başladık.
Önceden çekiniyorduk... Bir hafta sonu izne çıkarken, Deniz Harp Okulu
ikinci sınıf talebesi birisi, vapurda bizimle ilgilendi, sohbet etti.
Normalde orada sınıflar arasında da ast-üst ilişkileri vardır. Deniz
Lisesi gibi, Deniz Harp Okulu da Heybeliada’daydı o zaman. Deniz Lisesi,
tepede; Harp Okulu da iskelenin yanındaydı. Harp Okulu talebesinin,
Deniz Lisesi talebesiyle konuşması oranın şartlarında bir lütuftu. Bizim
üstümüzde birisi, bizi adam yerine koyuyor, bizimle konuşuyor, önemli
bir hadise... Onları gördüğümüzde selâm vermemiz gerekir. Sokakta bir
Deniz Lisesi öğrencisi, Deniz Harp Okulu öğrencisine selâm vermezse,
okula döndüğünde başına işler gelebilir. Öyle haller var. Oranın belki
kanunî bir boyutu olmasa da yerleşmiş gelenekleri var. Tabiî bize çok
önemli geldi bu sohbet. Vapurdan indik, “Nereye gideceksiniz?” diye
sordu. Biz de “Sahaflar Çarşısına gideceğiz” dedik. O da, “İyi ben de
oraya gidiyorum, beraber gidelim” dedi. Tabiî biz nereye gidersek o da
bizimle beraber dolaşıyor. Namaz vakti geldi, onu atlatıp camiye gitmek
istiyoruz. O da her halde bizim hallerimizden dindar olduğumuzu anlamış,
bizi bırakmak istemiyor. En sonunda her yeri dolaştık, namaz vakti
geçiyor... Başka bir mazeret uyduramadık ve “Namaz kılacağız” dedik. O
da, “Ben de namaz kılıyorum” dedi. Bunu duyunca biz çok mutlu olduk.
“Ama burada zor olur, benim dayım var, onun evine götüreyim orada
kılalım. Orada abdest almanız daha kolay olur” dedi. Biz de iyi dedik ve
dayısının evi diye gittiğimiz yer, Hilal Apartmanıydı. Yeni Asya
camiasında olanlar Hilal Apartmanını bilir.

Hakan Yalman kimdir?

Ben Hakan Yalman. 1965 Sivas doğumluyum. Şu anda aile hekimliği
uzmanlığı yapıyorum. Aynı zamanda haftada bir Yeni Asya’da “34. Pencere”
klişesi altında köşe yazısı yazıyorum. Bizim Radyo’da, Moral FM ve Dost
TV’de Risâle-i Nur ve tevhid eksenli programlar yapmaya çalışıyoruz.
Silâhlı kuvvetlerdeki eğitimimin ardından bir yıl (1987’de) Yeni Asya
Araştırma Merkezinde kitap çalışmalarına katıldım. Ondan sonraki süreçte
de Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden mezun oldum ve ardından Ladik’te kısa
bir mecburî hizmet, daha sonra da Haseki ve Şişli Eftal Hastanelerinde
Aile Hekimliği İhtisası yaptım. Ondan sonrasında da İstanbul’da genelde
özel tıp merkezlerinde çalışıp, bir yandan da gazete ve dergilere
dışarıdan katkı sağlamaya gayret ettim. Şu anda da bir tıp merkezimiz
var, orayı yürütüyoruz.

YARIN: “SEN NAMAZ KILMAK İÇİN KİMDEN İZİN ALDIN?”

FARUK ÇAKIR cakir@yeniasya.com.tr





06.05.2010

"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

hy120

Profesyonel

  • "hy120" bir erkek

Mesajlar: 654

Konum: usak

Meslek: esnaf

  • Özel mesaj gönder

2

07.05.2010, 15:07

Râbian: Neslen ve serveten tedennîmize ve gayr-ı müslimlerin terakkîsine sebep, askerliğin bizde münhasır olması idi. Zîrâ bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayr-ı müslimler, o vakitte yalnız beş altı milyon idi. Servet ve ticaret elimizde idi. Halbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakr bataklığına düştük; onlar, fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar. Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin dört oğlun varsa, askerlik mülâhazasıyla evlenmezler. Şâyet evlenseler, memuriyet ilcâsıyla kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, mahsül-ü hayatını zâyi edecektir. Delil istersen Van'a git; bir Ermeni kapısını, bir İslâm dergâhını aç, bak. Göreceksin ki, Ermeni evi on sağlam delil gösterecek,
hy120 nickim değişti

Muhammed

Moderatör

  • "Muhammed" bir erkek

Mesajlar: 1,122

Konum: The Collection of Risale-i Nur

Meslek: The Collection of Risale-i Nur

Hobiler: The Collection of Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

3

07.05.2010, 16:51

Sen namaz kılmak için kimden izin aldın?



"Namaz kılmayı alışkanlık haline getirdiği için" deniz harp okulu son sınıfında ordudan atılan dr. Hakan yalman: "bir gün namaz kılarken 'nöbetçi subay'a yakalandık. Kızarak, "sen namaz kılmak için kimden izin aldın?" diye sordu.

DUYDUKLARIMIZLA GÖRDÜKLERİMİZ ÇOK FARKLIYDI


Oraya gittik ve o dönem gazetede yazı yazan bazı ağabeyler orada kalıyordu. Öyle bir ortamda kendimizi hissettik ki, Rusya’da ezana hasret bir insanın ezan duymasını düşünün... Öyle bir hal yaşadık. Çok farklı dinî duyguların yaşandığı bir ortam. Akşama kadar dinî meselelerden bahsedildi. Risâle-i Nur okundu, Bediüzzaman’dan bahsedildi. O zamana kadar Bediüzzaman ismini kısmen duymuşuz, ama olumsuz anlamda. Babamın da telkiniyle, Said Kürdî, devlete isyan edenler vs. gibi biliyoruz. Anarşist insanlar gibi bahsedilirdi. Babam Milliyet gazetesi okur ve orada anlatılanları da bize anlatırdı. Hatta, “Aman bu insanlara bulaşmayın” derdi. Nurculardan bahsedilince tedirgin olduk, ama duyduklarımızla orada gördüklerimiz arasında çok fark vardı. Melek gibi insanlar... Deniz Lisesine geldiğimdeki duygum ne kadar yabancı bir duygu ise, orada hissettiğim duygu da o kadar huzur vericiydi. Hakikaten içinde bulunmaktan mutlu olduğum bir ortam. Aklımıza gelen bütün soruları sorduk. Onlar da bize güzel açıklamalarda bulundular. Akşama kadar kendimizi huzurlu hissettiğimiz, namazlarımızı kıldığımız bir ortam oldu orası. Okula dönüş vakti geldi, ama oradan ayrılmak o kadar zor geldi ki... Beraber çay içtiğimiz bir ortamdan, bize çok kasvetli gelen ortama dönmek sıkıcı oldu. Yolda arkadaşıma dedim ki “Biz böyle bir şeye girdik, ama başımıza bir iş gelebilir.” Arkadaşım da cevaben dedi ki “Ben burada kendimi öyle huzurlu hissettim ki ne olursa olsun ben devam edeceğim.” O zaman dedim ki “Madem birlikte başladık, ben de devam edeceğim.” Sonraki hafta, kimsenin çağırmasına ihtiyaç kalmadan kendimiz gittik oraya. Sağ olsunlar, oradaki ağabeyler de çok yakın alâkadar oldular. Daha sonra öğrendik ki Rizeli arkadaşın ‘kitap yazıyorlar’ diyerek bizi götürmek istediği yer de orasıymış, onunla da orada buluştuk. Ve zaman içerisinde Deniz Lisesi hazırlık sınıfından 6 kişi olduk bu şekilde devam eden... Tabiî orada hem dinî anlayışımız, hem de imanî konulara bakışımız güçlendi, yenilendi. O güçlendikçe korkularımız da azaldı. Bu defa, ilk etapta gece bütün namazları kaza etmek yetmemeye başladı, bunu yeterli görmedik. Arkadaşlarla beraber ortak tavırlar geliştirmeye başladık.


CEPLERİMİZDE NAYLON SECCADE TAŞIYORDUK


Ceplerimizde naylon seccadeler taşımaya başladık ve bulduğumuz boşluklarda namazları vaktinde kılmaya başladık. Zaten sabah ve yatsıda problem yaşamıyorduk. Diğer vakitleri de okulu tanımaya başladığımız için nerede boş vakit bulursak namazlarımızı kılmaya başladık. Bütün namazlarımızı vaktinde kılan 6-7 kişi olduk. Okulun son sınıfına gelince bu durum bizim için bir iman dâvâsına dönüştü. Bütün o arkadaşların hepsi dine sarıldı. Bir taraftan kendimiz yaşarken, bir yandan da okul arkadaşlarımıza bu hakikatleri nasıl anlatırız diye gayret göstermeye başladık. Ve yavaş yavaş uygun olan arkadaşlarımızı yönlendirmeye başladık. O 4 senenin sonuna geldiğimizde öyle bir nokta oldu ki, hatta bir Ramazan gününde teravih namazında 60 kişiyle cemaat yapıp namaz kıldık, okulun yatakhanesinde.


ATILMA KORKUMUZ KALMAMIŞTI


O dönemde normal liselerde namaz kılınabilecek mescidler vardı. Deniz Lisesinde hiç mescid olmadı mı?


Okulda mescit yok. Eskiden kalma bir kilise var, orası da zaten kilise olarak kullanılmıyordu. Hatta bir kısım arkadaşlardan “Bu kadar abartmayın. Çok abartılırsa bu iş de engellenir” gibi uyarılar alıyorduk. Biz de yavaş yavaş frene bastık. Ama artık çok da okuldan atılırız korkusu kalmamıştı. Belki de sorgulanmış olmamız, bir atılma riskiyle karşı karşıya olmamız bizi rahatlattı. Biz artık birinci sınıfa geldiğimizde Risâleleri okuyan 7-8 kişi olmuştuk. Oradaki arkadaşlara anlatıyoruz, zaten anlattığımızda ilginç geliyor. Sınıftan böyle 30-40 kişi geldi o sohbetlerde bulundu, kimi korkudan devam etmek istemedi, kimi devam etti. Biz artık ikinci, üçüncü sınıfa geldiğimizde okulda da kendi aramızda zaman zaman programlar yaptığımız, alt sınıflara anlatabilmek için bazı metodlar geliştirdiğimiz bir noktadaydık. Bu arada da derslerimize çok asılıyoruz. Onu da artık bu meseleye bir vesile olarak görüyoruz. Diğer taraftan disiplin konusunda çok hassas davranıyoruz. Belki diğerlerinin hassasiyetinden çok daha hassas davranıyoruz ki artık bizim dâvâmıza zarar gelmesin, iş biraz daha şahsî meseleden dâvâ meselesine dönüştü. Ve böyle bir ruh haliyle çekirdek bir ekip olduk orada. İskender Pala’nın kitabını okuyordum, orada 1982’de Deniz Lisesine geldiğinden bahsediyor. Tam işte bizim okulu çok iyi tanığıdımız dönemlerde o da Teğmen olarak Deniz Lisesi’ne Edebiyat öğretmeni olarak gelmişti. Kitabında Heybeliada’ya gelişini anlatırken o günler zihnimde canlandı. Hakikaten o dönemin şartları içerisinde bizim hocalarımızın, öğretmenlerimizin hepsinin bize biraz daha dinden uzaklığı, kız arkadaşları ve dünyevî yaşantıyı telkin ettiği dönemde bir vatanperver, millî değerlere sahip ve mukaddesatçı bir teğmen gelmiş olmasının güzelliğini de onun gelmesiyle yaşadık. Bir de İlahiyatçı bir teğmen vardı o zaman. Hatta bir Din Dersi öğretmeni de Kuleli Askerî Lisesi’nden bize ders vermeye geliyordu. O kalabalık öğretim topluluğu içerisinde bir kaç kişi sadece bize manevî değerleri hatırlatır konumdaydı.


İSKENDER PALA DA ÖĞRETMENİMİZDİ


İskender Pala da onlardan biriydi. Biz artık sınıfta da bütün bunlarla birlikte, derslerimiz de iyi, arkadaşlara çok yardımcı oluyoruz ve arkadaşların da bizi çok sevdiği bir ortam oluştu. Yani öyle bir noktaya geldik ki bazı subaylar haricinde, meselâ bölük komutanları artık namaz kıldığımızı biliyorlardı. Arkadaşlar biliyorlardı, ama bize çok da muhabbetleri vardı. Çünkü biz yeri geldiğinde onların derslerine yardım ediyoruz, yeri geldiğinde onların işlerini görüyoruz. Hatta lise son sınıfta “Alay Teşkilâtı” diye bir teşkilât seçilirdi. Son sınıflardan oylama ile seçilir, ders ve disiplin durumu iyi olanlara oy verilir. “Alay teşkilâtı”na subay rütbeleri verilirdi. En üst rütbedeki yarbay olur, onun altındaki binbaşı, sonrası yüzbaşı ve teğmen kollukları takan yaklaşık 20 kişilik bir alay teşkilâtı ekibi bütün okulun sınıflarının başında amir konumunda onları yönetirler. Bu seçimde, bizim bahsettiğimiz bu 20 kişilik arkadaş grubundan 5’i o teşkilâta girdi. Ve bir çoğumuz da en fazla oyu alanlardandık. Kimimiz binbaşı kolluğu takıyor, kimimiz yüzbaşı kolluğu takıyorduk. Artık alt sınıflarda onların çok alışık olmadığı, onların sorunlarını çözmeye çalışan, onlara tepeden bakmayan, ezmeye çalışmayan, biraz daha insanî davranmaya çalışan ‘üst sınıfta okuyan öğrenciler’ oluşmuştu. Bu yapıdan dolayı çok severlerdi bizleri. Hâlâ da zaman zaman bir vesileyle bir araya geldiğimizde bahsederler. Öyle bir konuma geldik biz lise son sınıfa geldiğimizde ve artık bütün meselemiz Deniz Kuvvetleri içerisinde iyi bir konuma gelmek, bu meseleyi herkese anlatabilmek ve oradaki insanların uhrevî hayatlarının kurtulması endişesiydi. Yani artık biz kendi geleceğimiz, ondan sonra amiral olmamız falan bu gayelerle girdiğimiz yerde artık o süreçte tamamen Risâle-i Nurun verdiği bir bakış açısıyla insanların ahiretinin kurtulması ve özellikle o baştan bize çok kasvetli gelen ortamdan insanların kurtulması eksenli bir hayat tarzımız olmaya başladı. Bütün arkadaşlarım da böyleydi. Artık başımıza gelecek herhangi birşeyden de fazla bir korkumuz kalmadı. Artık haftasonları üç-dört yerde sohbetler düzenleniyordu.


Okuldaki durumunuz nasıldı. Arkadaşlarınızdan ya da komutanlarınızdan tepki aldığınız oluyor muydu?


Hayır, bölük komutanlarımız bizden çok memnun. Hatta babam eve risâle götürdüğümde çok şiddetli karşı çıkmıştı. İlk defa hazırlık sınıfındayken götürmüştüm risâleyi. Babam bu işe çok karşıydı. Ben de “Meyve Risâlesi”nin üstüne “Düşman Geliyor” diye bir kitabın kabını kaplayıp o şekilde götürmüştüm. Ben babam evde yokken okuyordum. Birgün ben abdest almaya giderken babam eve geldi ve gelir gelmez kitabı gördü, evirdi çevirdi. “Bunu sen nerden aldın?” diye sordu. Dedim “Yazıyor ya üzerinde, Deniz Lisesi Kütüphanesinin malıdır” diye. “Bu, Deniz Lisesinin malı falan değil. Hangi üçkâğıtçı, sahtekâr sana bunu verdiyse onlar senin geleceğini karartıyorlar” diye kızdı. Bize manevî güzellikleri yaşatan insanlara öyle bir lâf söylenmesi damarıma dokundu. Bu sefer ben de biraz karşılık verdim. Aramızda öyle bir çatışma oldu. Sonraki ilk izinde de ben bu sefer orada da artık ne kadar perde yırtılırsa iyidir diyerek Risâle-i Nur eserlerinden “Sözler”i çıkartıp masanın üzerine koydum, gizlimiz saklımız kalmadı. Ve artık izne 15 gün gittiysek 15 gün odada Risâle okuyordum. Tabi babam geliyor bakıyor... Biraz da endişe duyuyor çok üzerine gidersem problem olur diye. Fazla ilişmemeye başladı.

Bir gün bizim okuldaki bölük komutanımız evi aradı. Babam çıktı telefona. Bölük komutanımız bizim hakkımızda öyle güzel şeyler anlattı ki, okulu güreşte de temsil ediyor, derste de şöyle iyi, disiplin durumu böyle iyi, böyle bir evlât yetiştirdiğiniz için size teşekkür ediyorum falan... Tabiî babam çok mutlu oldu. Böyle bir tebriki hiç beklemiyordu. O başımıza iş gelecek diye düşünürken böyle güzel bir haber duymanın getirdiği bir rahatlık oldu. Ve ondan sonra biz biraz daha rahat ettik aile içerisinde. Neticede Deniz Harp Okulu 1’e geldik ve bütün meselemizi oturttuk. Okulla aramız iyi, komutanla aramız iyi, namazımızı oturttuğumuz sistemle kılıyoruz. Hatta namaz kıldığımız bölük komutanlarımız tarafından biliniyor.


“SEN NAMAZ KILMAK İÇİN KİMDEN İZİN ALDIN?”


Namaz kılarken yakalandığınız oldu mu?


Bir gün Harp Okulu birinci sınıftayken nöbetçi subayı geç geldi. Gelmeyecek diye ben namaz kılmaya başlamıştım. Nöbetçi komutan namazın bitmesini bekledi. “Sen namaz kılmak için kimden izin aldın?” dedi. O dönemki bölük komutanımızın da haberi vardı, ben dedim ki “Bölük komutanımızın haberi var.” Bölük komutanı da Allah rahmet eylesin Nazmi Çeşmeci’ydi. Sonradan kurmay albay olmuştu. Bir hastalık vesilesiyle vefat etti. Kendisi pek dininde diyanetinde olmayan bir insandı, ama bizi çok severdi, namaz kıldığımızı da bildiği halde önümüzü açar, mümkün mertebe de gayretli, çalışkan talebeler diye bizi himaye etmeye çalışırdı. Nöbetçi subay, “Say bakalım Atatürk ilkelerini” dedi. Ben de normalde sabahtan akşama kadar Atatürk ilkelerini sayardım, ama o an sadece ikisi aklıma geldi. Ondan sonrasını sayamadım. İsmimi aldı, “Ben seni bölük komutanına bildireceğim, sana göstereceğim” diye tehdit etti. Neticede bölük komutanına bildirmiş. Tabi bölük komutanı da meseleyi çok ciddiye almadı, bizi tanıyan bir insan olduğu için. Bu süreç böyle devam etti. Hafta sonları gene risâle okuyoruz. Bu anlamda bizi bilen arkadaşların da sayısı arttı. Tabiî bir taraftan da risk artıyor. Biz güzel şeyler yapma noktasında bayağı iyi noktalara geldik.


CUMHURİYET KİTAP KULÜBÜNDEN, YENİ ASYA YAYINLARINI ALDIK

Ben Deniz Harp Okulu birinci sınıfında kitaplık koluna girdim. Biz dışarıdan Deniz Harp Okulu’nun kütüphanesine kitap getirtiyoruz. O dönemde yine bir astsubay ağabeyimiz kitaplık kolunda görev aldı. Ve zaman içerisinde öğrendim ki o da Risâle-i Nur’u okuyan birisiymiş. Böyle bir tevafuk, güzel bir hal oldu. Biz o dönem şöyle bir durumla da karşılaştık; Yeni Asya Yayınları, Cumhuriyet Kitap Kulübüyle anlaşma yapmıştı. Risâleler, Cumhuriyet Kitap Kulübü vesilesiyle dağıtılıyordu. Deniz Harp Okuluna girebilen iki gazete vardı, biri Cumhuriyet, biri Milliyet gazetesiydi. Öyle bir durum oldu ki, meselâ bir Risâle’nin Harp Okulu’na girmesi en tehlikeli maddenin içeri girmesi gibi anlaşılırken, Cumhuriyet gazetesinde sayfa sayfa Risâle-i Nur reklâmları yayınlanmaya başladı. Böylece öğrencilerin dinlendiği mekânlarda Cumhuriyet gazetesi ve onun arkasında koca bir sayfa risâle reklâmları... Ve o vesileyle Yeni Asya Yayınlarının tamamı da “Cumhuriyet Kitap Kulübü” vasıtasıyla dağıtılıyordu. Biz Cumhuriyet Kitap Kulübü vesilesiyle pek çok dinî eseri okul kütüphanesine getirttik. İlim teknik serileri, tarih serileri, romanlar vs. Külliyat dışındaki hemen hemen bütün Yeni Asya Yayınları Deniz Harp Okulu’nun kütüphanesinde satılır duruma geldi. Kitaplık kolu başkanı olan yüzbaşı da tamamen bu işlerin aleyhinde bir insandı. Yani insanî özellikleri de çok bozuk olan, müstehcen meselelerden bahsetmekten zevk alan, talebelerle oturup hep bu tip meseleleri konuşan çokça zaafları olan bir insan... Ama buna rağmen o astsubay ve biz oraya faydalı kitapları ulaştırmış olduk. Birgün yine böyle bir akşam vakti, ben cebimde taşıdığım naylon seccade ile akşam namazını kılacağım. O gün de nöbetçi subay bahsettiğim kitaplık kolundaki subaydı. Hemen amfinin önünde bir yer var, orada namaz kılacağız. Bir anda o nöbetçi subay oraya girdi. Ben de namaza durmuştum, onun girdiğini anlayınca çok sür’atli bir şekilde -şimdi burada dedim namaz kıldığımı öğrenirse kitaplık koluyla ilgili bir sorgulama süreci başlar, ondan sonra da bu güzel faaliyet sekteye uğrar düşüncesiyle- namazımı bozdum ve saklandım. O geldi elimde naylon seccade ile beni gördü. Benim için çok aciz bir vaziyet... Daha sonra biz çok sorgular yaşadık, çok sıkıntılı günler geçti, ama benim hatırladığım en sıkıntı verici ve kendimle ilgili acı hissettiğim tablo odur. Böyle bir insanın karşısında Cenâb-ı Hakk’ın huzurundan çıkma duygusu çok da pişmanlık duyduğum birşeydir. “Keşke yapmasaydım” dediğim belki de o var bütün geldiğimiz süreçlerde. Orada belki namaza da hürmet etmemenin verdiği şeyle tam aksi mânâda tokat yedik. Kitaplık kolundan bizi bir vesileyle çıkardılar. Yeni Asya Yayınları’nın Cumhuriyet Kitap Kulübü vasıtasıyla kütüphaneye girmesini engellediler. Ve bizim o faaliyetlerimiz bir şekilde sekteye uğramış oldu. Fakat olay çok da büyümedi. Yine biz hafta sonları ders faaliyetlerine devam ettik.


07.05.2010
Bismillahirrahmânirrahîm

" Dedim:''Çok yalnızım.”
Dedi: “Ben sana çok yakınım
.”


Bakara: 186 Ayeti Kerime

Bu konuyu değerlendir