Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

1

02.03.2010, 13:50

Yargı orduya bagımlı oldu


YARGI ORDUYA BAĞIMLI OLDU



“Cumhuriyetin kuruluşunda yargı hiçbir zaman ön planda olmadı.
Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre yargı için ayrı bir kuvvet ve bağımsız
dense de, Türkiye'nin geçmiş tecrübesinde yargı hiçbir zaman ayrı ve
bağımsız bir güç olmadı. Orduya bağımlı oldu.”

TEMYİZ ÜYELERİ HAZIROLDA

“Atatürk döneminde yargı da içler acısı vaziyette. Atatürk gece
trenle İstanbul'a giderken Eskişehir'e uğruyor. Temyiz üyelerine haber
veriliyor. Hepsi sabaha karşı birde, ikide peronda hazırolda bekliyor.
Atatürk antikomünist nutkunu verip onları uyarıyor.”

ATATÜRK ÜNİFORMAYI ÇIKARMADI

“Atatürk, askerin kendisine karşı bir politikaya bulaşmamasını
istiyor. Yoksa askerin, siyasetin içinde olmasına bir itirazı yok.
Üstelik kendisi de üniformasını çıkarmadı ki. Kastamonu'ya mareşal
üniformasıyla gitti.”

Atatürk, üniformayı hiç çıkarmadı

İki temel kurum, bugün ciddî bir biçimde

sorgulanıyor: yargı ve ordu. Cumhuriyet’in kuruluşunda bu iki kurumun yeri nedir?

Kuruculara tek tek bakacak olursak, Cumhuriyet’i askerler kurdu.
Mustafa Kemal Paşa da, İsmet Paşa da, Fevzi Çakmak da askerdi. Zaten
Milli Mücadele’de ilk beşten söz edilir. Bir Atatürk, iki Kazım
Karabekir, üç Ali Fuat Cebesoy, dört Rauf Bey, beş Refet Paşa.
Karabekir ve Cebesoy, Milli Mücadele’ye başlamak için 1919’da Mustafa
Kemal’den daha önce Anadolu’ya gittiler ve M. Kemal’e ısrarla gel
dediler. Ama M. Kemal tereddüt etti. Karabekir, sık sık onun
gecikmesinden bahseder.

M. Kemal, Millî Mücadele’ye niye daha geç

katılıyor?

Başka şeylere oynuyor. Mesela İstanbul’da Sadrazam İzzet
Paşa’nın hükümetine girmek ve harbiye nâzırı olmak istiyor. “Ben
harbiye nâzırı olmak istiyorum” diye de açıkça söylüyor. İzzet Paşa
istemiyor. Bu isteği kabul edilseydi, herhalde o zaman Milli Mücadele
diye bir şey olmayacaktı. Zira bu durumda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya
gidip, oradakilerle anlaşıp, Yunanlılara karşı bir hareket geliştirmesi
beklenemezdi...

M. Kemal niye çok istediği halde, Osmanlı

ordusunun başına getirilmedi peki?

İzzet Paşa istemedi. İttihatçıların tabii kendi kadroları var.
M. Kemal de bir zamanlar İttihat Terakki’ye girmiş olmakla birlikte hep
yanlış şeylerin arkasına düşüyor.

Nasıl yani?

İttihat Terakki’ye ilk girişinde Cemal Paşa hizbinde yer alıyor.
Kendisinden yaşça küçük olan ve haklı olarak hep kızdığı, kıskandığı
Enver Paşa’nın hizbinde yer almıyor. Sonra İttihat Terakki’nin genel
sekreteri olan Fethi Okyar’ın adamı oluyor. Fethi Okyar bu makamdan
düşüp de Sofya’ya sürülünce, “bu belayı da al yanında götür” diye M.
Kemal’i de Sofya’ya ateşe militer olarak gönderiyorlar. Sorunuza,
Cumhuriyet’in kuruluşunda ordunun ve yargının yerine gelince... Bizde
Cumhuriyet’i kuran kadro tamamen askerin içinden çıktı. Bunda şaşılacak
bir şey de yok.

Yeryüzünde askerlerin kurduğu başka hangi

cumhuriyet var?

Afrika’da var ama... Avrupa’da askerlerin yarattığı bir devleti
düşünmek zor. Yunanistan, ancak cuntacı askerlerin kafasını kırdıktan
sonra demokratik olarak gelişebildi. Ama Fransa’da ordu, De Gaulle’ün
prestiji olmasaydı, darbe yapacaktı. Çok da uzak bir geçmiş değil bu.
Cumhuriyet’in kuruluşunda yargının yerine gelince... Yargı hiçbir zaman
ön planda olmadı. Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre, yargı için ayrı bir
kuvvet ve bağımsız dense de Türkiye’nin geçmiş tecrübesinde yargı
hiçbir zaman ayrı ve bağımsız bir güç olmadı.

Yargı kime bağımlı oldu?

Öncelikle orduya. 28 Şubat ve 12 Eylül’de yaşananlar da bunu
açıkça ortaya koşmuştu. Bakın... Cumhuriyet’in kuruluşunda ordu çok
önemliydi. Yeniçeri ayaklamalarından tutun da İkinci Meşrutiyet’te
Mahmut Şevket Paşa’ya dek bu önemin bir geçmişi ve geleneği vardı. İlk
askerî diktatörlük modelini Hareket Ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket
kurdu. Enver ve Cemal Paşalar, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu
diktatörlüğü sürdürdüler. Nitekim bizim erken Cumhuriyet de geniş
ölçüde askerî bir nitelik taşır. Mesela 30 Ağustos 1926...

30 Ağustos 1926’da ne yaşandı?

30 Ağustos, orduda, geleneksel olarak terfilerin yapıldığı bir
tarihtir. Milli Mücadele’yi başlatan ve Cumhuriyet’i kuran ‘ilk beş’in
dördü olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay, daha
birkaç ay önce İzmir’de Atatürk’e suikasttan ötürü İstiklal
Mahkemesi’nde idam talebiyle yargılanmışlardı. Aradan birkaç ay geçti
ki, 30 Ağustos 1926’da Karabekir Paşa, Cumhuriyet’in başbakanı İsmet
Paşa’yla birlikte birinci ferikliğe yani korgenerallikten orgeneralliğe
yükseltildi.

Bundan ne anlamalıyım?

Bir kere, Cumhuriyet’in kurucularının askerlikle ilişkileri
sürüyor. Cumhurbaşkanı Atatürk de asker, Başbakan İnönü de asker... Bir
taraftan Karabekir asıl isteniyor, diğer taraftan da “paşamız orgeneral
olsun” diye terfi ettiriliyor. Hele hele Cumhuriyet’in ilanından üç yıl
sonra, Cumhuriyet’in başbakanının kalkıp da orgeneralliğe yükseltilmesi
çok ironik oluyor. Bizde, “askerler, Milli Mücadele’yi yaptılar ve
Cumhuriyet’i kurduktan sonra üniformalarını çıkardılar” diye hikâyeler
anlatılıyor ya... Hayır, üniformalarını çıkarmadılar.

Atatürk’ün, askerlerin siyasete bulaşmasını

istemediği ve hatta onlara, “Beyler ya üniformanızı
çıkarın, siyasete girin, ya da üniformanızla kışlada kalın” dediği
söylenir. Atatürk aslında bunu da mı söylemedi?


Atatürk, askerin kendisine karşı bir politikaya bulaşmamasını
istiyor. Yoksa askerin, siyasetin içinde olmasına bir itirazı yok.
Üstelik Atatürk’ün kendisi de üniformasını çıkarmadı ki. 1925’te
Kastamonu’da şapka nutkunu söylüyor ya... Atatürk oraya mareşal
üniformasıyla, ayağında çizmeler, yanında köpeği ve elinde kamçısıyla
gidiyor. Kastamonu’da bir ara sivil giyiniyor ve şapka nutkunu
söylüyor. Sonra tekrar mareşal üniformasını giyip dönüyor. Kurulan
cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet değil.

Kurulan cumhuriyet nasıl bir cumhuriyet peki?

Kurulan cumhuriyet Jakoben bir cumhuriyet. Çünkü bunlar, halk
için doğrunun, iyinin ne olduğunu biliyorlar. Halka öyle fazla
danışmaya ihtiyaçları yok. Mesela 1946’ya kadarki seçimler iki
derecelidir. 1946’ya dek, yurttaşlar gidip de milletvekillerini
seçmiyor.

Kimi seçiyorlar?

Birinci seçmenleri seçiyorlar. Onlar, milletvekillerini seçiyor.
Çünkü halka güvenilmiyor. “Halk, bütün gerilikleri getiriyor” diye
düşünülüyor. Zaten Halk Partisi’nde de bir asker ağırlığı var. Bugün
hâlâ tartıştığımız ‘vesayet’ kavramının nasıl oluştuğunu düşünmek lazım
tabii. Cumhuriyeti kuranlar...

Evet... Cumhuriyeti kuranlar ne düşünüyorlar?

Bunlar, 19. yüzyıldaki pozitivistlerden etkilendiler. 19.
yüzyılda fizik bilimleri ve matematiğin gelişmesi dünyada insanlara,
“Bütün soruların cevaplarını bilimden aldık ve alacağız. Din, iman gibi
şeyler artık çocukluk hikâyeleridir” duygusunu verdi ve bu pozitivist
ruh bizde de yayıldı. Dolayısıyla askerler, sivil yüksek memurlar ve
burjuvaziden oluşan egemen sınıf, kamusal doğruyu ve kamusal iyiyi
kendisinin bildiğini düşündü. Yargı da bunların peşinden gitti. Halkın
taleplerinden korkuldu. Eğer halka soracak olursak, “bunlar kadınların
başlarını örter, içkiyi yasaklar falan” dendi.

(...)

Cumhuriyet kurulduktan sonra yargının ve

ordunun işlevi ne oldu?

Cumhuriyet kurulduktan sonra ordu enteresan bir macera geçirdi.
Atatürk, orduyu Fevzi Çakmak gibi çok dürüst ama son derece tutucu
birine teslim etti. “Her general, bir önceki savaşa hazırlanır” diye
bir laf vardır. Fevzi Çakmak da böyle... “Demiryolu olursa, İtalyanlar
trenlere biner ve memleketin içine kolaylıkla gelirler. Otobüsle zor
gelsinler!” diye Antalya’ya demiryolu yaptırmıyor. Uzun menzilli
donanma topları Karadeniz’den Gölcük’ü dövebilecek teknolojiye
ulaşırken, Çakmak bunu düşünmüyor ve donanma için Gölcük’ü güvenli bir
yer olarak seçiyor. Ayrıca, Harbiye talebesinin gazete okumasına bile
izin vermiyor.

Nasıl?

Fevzi Çakmak’ın ölünceye kadar Latin harfleriyle sadece “Fevzi”
diye adını yazdığı rivayet edilir. Eyüp mezarlığında şeyhinin ayağının
ucunda gömülü olan Çakmak, bütün yazılarını Arap harfleriyle yazmış.

Cumhuriyet’in en önemli devrimlerinden olan harf devrimine,
Cumhuriyet’in genelkurmay başkanı mı uymuyor? Atatürk niye ordunun
başına böyle tutucu birini getiriyor?


Atatürk’ün bunu istediğini düşünüyorum. Çakmak, 1943’e kadar, 20
yıldan fazla genelkurmay başkanlığı yaptı. Bir İngiliz tarihçi, benim
de bulunduğum bir ortamda şöyle demişti: “Abdülhamit akıllı adamdı.
Fakat büyük bir hata yaptı. Alman yardımıyla orduyu güçlendirdi ama,
subayları yeteri kadar tatmin etmedi ve ordu, onun başını yedi.
Menderes de aynı hataya düştü. Amerikan yardımıyla orduyu
güçlendirirken subayları o da tatmin etmedi. Atatürk bu hatayı
yapmadı.”

Atatürk, orduya nasıl yaklaştı?

Atatürk, orduyu asla güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi
tutucu bir komutana teslim etti. Orduya yatırım çok sınırlı tutuldu.
Mustafa Kemal’in kafasında, güçlü bir orduya ihtiyaç hissetmeden,
bölgesel paktlarla savaş tehlikesini öteleme planı vardı. Balkan Paktı,
Yakın Doğu’daki ilişkilerle, savaşa lüzum olmadan götürmek istiyordu
işi.

Atatürk döneminde ordunun durumu böyleydi.

Peki, yargının durumu neydi?

Atatürk döneminde aslında yargı da içler acısı vaziyette.
Atatürk gece trenle İstanbul’a giderken Eskişehir’e uğruyor. Temyiz
üyelerine haber veriliyor, hepsi sabaha karşı saat birde, ikide peronda
hazırolda bekliyorlar. Atatürk, komünistler için “bunlar hafif akıllı
adamlardır” dediği o meşhur antikomünist nutkunu, işte o gün sabaha
karşı istasyonda yargıçlara veriyor ve onları irşat ediyor, uyarıyor,
yönlendiriyor. Yargının bağımsızlığını ve konumunu anlatmak açısından
bu olay yeterli sanırım.

Atatürk’ün ölümünden sonra, ordu ve yargı

Cumhuriyet’i koruyabilmek için nasıl bir rol üstlendi?

Yargının rolü hep ikincil kaldı. Orduya gelince... Atatürk
döneminde geri plana itilen ordu, İkinci Dünya Savaşı yıllarında birden
bire, “savaşa girecek olursak” diye semirtildi. Dört yüz bin kişilik
ordu bir buçuk milyona çıktı. Dolayısıyla ordu, fazladan bir önem
kazandı. Harbiye’ye daha fazla öğrenci alındı. Nitekim 1960’ta, 300
generalin 275’i tasfiye edildi. Yani, İkinci Dünya Savaşı yıllarında,
askeriye özel bir önem kazandı. İsmet Paşa 1945’te çok partili hayata
geçip de 14 Mayıs seçimlerini kaybettiğinde, malum gece Genelkurmay
Başkanı telefon edip, ona, “Paşam bir emriniz var mı” diye sordu.

Sonuç ne oldu?

Ordudaki yüksek kademe, bir hafta, on gün içinde, Demokrat Parti
iktidarı tarafından emekliye ayrıldı. Demokrat Parti döneminde ordunun
açık bir muhalefeti olmadı ama ordunun içinde cuntacılık başladı.1960
darbesinin hazırlıkları 1950’lerin başında başladı. Hatta Samet Kuşçu
diye birisi darbe hazırlıklarını ihbar etti.

Darbe ihbarı işe yaradı mı?

Hayır. Adama inanmadılar, “iftira ediyorsun” diye adamı bir de
mahkum ettiler. ‘Kızı serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya
varır’ endişesinin benzerini, bu ülkenin halkı için duyan askerin ve
yüksek sivil bürokratların ‘vesayet’ düşüncesini, ne yazık ki siyasiler
de paylaştılar. Başta CHP olmak üzere bir takım siviller de, toplumun
mutlaka bir denetim altında tutulması gerektiği görüşünü savundular.
‘Halk serbest bırakılırsa, yarın herkesin tesettüre girmesini ister
bunlar’ diye düşündüler.

Bizim cumhuriyetimiz, evrensel ölçülere uygun bir ordu ve yargıyla kurulabilir miydi?

El cevap: hayır. Latin alfabesi, şapka kanunu, halk oylamasıyla
yapılamazdı ama başka türlü davranılabilirdi. Artık bugün Arap
alfabesine dönmek gibi bir talep ve ihtimal yok. Aslında Hilafet
kaldırılmayabilirdi ama artık geçmiş olsun. Halbuki Mecit Efendi halife
olarak muhafaza edilseydi, Latin alfabesinin kabulüne bile karşı
çıkmayabilirdi. Ki, Cumhuriyet’in en önemli devrimi alfabe
değişikliğidir.

Sizce niye alfabe değişikliği en önemli devrim?

Çünkü dinle dil değil ama dinle yazı arasında garip bir ilişki
vardır. Müslüman olmakla Arap harflerini kullanmak arasında doğrudan
bir bağ var ve bizim devrim bu bağı kırdı.

Bunu bilinçli mi yaptı?

Bilinçli yaptı. Tarık Bin Ziyad’ın, geri dönülmesin diye
gemilerini yakma hadisesidir bu. Latin alfabesi tamamen dinle ilişkili
olarak getirildi. Hilafet kaldırılacağı zaman bir kamuoyu yoklaması
yapılsaydı, cevap muhtemelen “Hilafet kaldırmasın” çıkardı. Düşünün...
Türkiye’nin baş tarihçisi olan Enver Ziya Karal, Galatasaray’da
talebeyken, Hilafet kaldırılınca talebelerin yemek boykotu yaptığını
anlattı. Türkiye’nin en aydınlanmış kesimi bile hilafetin
kaldırılmasına “hayır” diyor.

Konuşan: Neşe Düzel, Taraf, 1 Mart 2010




"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bu mesaj 1 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "Muhammed" (10.03.2010, 10:44)


Benzer konular

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir