Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

1

18.02.2010, 09:29

AB reçetesine ihtiyacımız var


UMUT YAVUZ


AB reçetesine ihtiyacımız var


<img src="http://www.yeniasya.com.tr/2010/02/18/resim/f.jpg" align="left" />
Ankara Üniversitesi Avrupa Topluluğu Araştırma ve Uygulama Merkezinin
AB Uzmanı Erhan Akdemir, “AB müktesebatı bizim için bir reçetedir. Bu
reçeteyi uygulayan ülkeler ciddî bir atılım ve gelişim göstermişler.
Türkiye’nin de demokrasi anlamında, sosyokültürel anlamda, ekonomik
anlamda bu reçeteye ihtiyacı var” dedi.

AB reçetesine İhtiyacımız var

Avrupa Birliği konusunda ciddî bir bilgi eksikliği sözkonusu. Türkiye-AB ilişkilerinin tarihini kısaca özetleyebilir misiniz?

Türkiye Avrupa Birliği ilişkileri 1959 tarihine kadar gidiyor. O
zamanki ismi olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na başvurumuz ile başlayan
bir süreçtir. Her ne kadar 1959 yılında başlasa da esasında 1963
yılında imzalanan Ankara Antlaşması ile, Türkiye-AB ilişkileri hukukî
bir temele dayanmaya başlamıştır. Bizim bugün devam etmekte olduğumuz
tam üyelik müzakere sürecinin bütün hukukî temelleri de bu 12 Eylül
1963 tarihli Ankara Antlaşması’dır. Ankara Antlaşması’ndan sonra,
Türkiye’de o yıllarda yaşanan iç siyasal gelişmeler sebebiyle dönem
dönem ilişkilerin kesilmesi, yeniden başlaması şeklinde, 1980’lere
kadar devam ediyor. Kısaca 80’li yıllara geldiğimizde, 1987 yılı
Türkiye açısından oldukça önemli. Çünkü 14 Nisan 1987 yılında Türkiye,
o zamanki ismiyle Avrupa Topluluğuna tam üyelik başvurusunda bulunuyor.
Bu, içinde bulunduğumuz merkez açısından da çok önemli, zira bizim
merkezimiz de 14 Haziran 1987 yılında kurulmuştur. Amacımız da Avrupa
Topluluğu ile bütünleşme yolunda kamu kurum ve kuruluşlarına eğitimler
vermek olarak belirlenmiş ve bakanlar kurulu kararıyla kurulmuştur.
1987’den sonra ise Avrupa Komisyonu’nun görüşlerine bakarsanız,
“Türkiye ilerde ehil olabilir” şeklinde bir yaklaşım görünüyor. Daha
sonra ise 1997 yılına geliyoruz. Bu yıl da ilişkiler açısından çok
mühim bir yıl. Zira AB’nin 1959 yılından bu yana bir genişleme süreci
yaşaması, bu arada doğu bloku ülkelerinin çöküşü ve yeni bir uluslar
arası planın ortaya çıkması sözkonusu. Doğu Avrupa ülkelerinin
çökmesiyle yeni ülkeler ortaya çıkıyor. 1993’te Avrupa’da Kopenhag
kriterleri belirleniyor. Bu kriterler aslında Avrupa Birliğinin yakın
zamanda genişleyecek olmasının habercisiydi. Bu genişlemenin
kriterlerini ortaya koyuyordu denebilir. İşte bugünlerde çok
tartıştığımız “hazmetme kapasitesi” meselesi de Kopenhag Zirvesi’nde
ortaya konulmuş bir meseledir zaten. 1997’de ise bir genişleme raporu
yayınlanıyor. Bu raporda ilk kez Türkiye genişleme süreci içerisinde
anılıyor, ama aday ülke olarak zikredilmiyor. 1999’da ise Helsinki
Zirvesi’nde Türkiye nihayet aday ülke ilân ediliyor. Aslında 1997 ile
1999 arasında Türkiye’de ciddî bir değişim yaşanmıyor, ama uluslar
arası konjonktürün değişmesi, Bosna’daki savaşta Türkiye’nin askerî
gücünün etkisinin artması vesaire bütün gelişmeler Türkiye’nin
statüsünü etkiledi ve nihayet aday ülke olduk. Türkiye aday olduktan
sonra, diğer ülkelere nasıl muamele edildiyse Türkiye’ye de öyle
muamele edilmesi gerekiyordu. 1998’deki Cardiff Zirvesi’yle birlikte
Türkiye ile ilgili her yıl ilerleme raporları yayınlanmaya başlandı.
1999 ile 2002 yılları arasında, o dönemdeki siyasî irade bir çok uyum
paketi çıkarttı mecliste. Gerçekten Türkiye o dönemde demokratikleşme
anlamında ciddî bir ivme kazanmış oldu. 1999’dan sonraki süreçte artık
Türkiye aday ülke ilân edilmişti ve bir an önce müzakerelere başlayan
ülke statüsüne gelmesi gerekiyordu. Avrupa Birliği de bize şöyle
demişti: Eğer müzakerelere başlamak için ilgili Kopenhag kriterlerini
yerine getirirseniz müzakerelere başlayacağız. 1999’dan 2004 yılına
kadarki süreçte de biz hep bu Kopenhag kriterlerini uygulamaya
çalıştık. Türkiye bu beş yılda ciddî bir motivasyonla önemli bir reform
süreci yaşadı. Bunun sonucunda da 3 Ekim 2005’te de müzakerelere
başladık. Bundan sonra Türkiye müzakerelere başlamış tam üyelik
sürecindeki bir ülkeydi. AB tarihinde, hiçbir ülke müzakerelere
başlayıp da yarı yolda kalmamıştır. Türkiye bu psikolojiyle
müzakerelere başladı. Kısa zamanda bütün işlerin bitmesi ve tam üyeliğe
kavuşulması en büyük beklentiydi. Ama ne olduysa oldu Türkiye-Avrupa
Birliği ilişkileri olumsuz anlamda etkilenmeye başladı. Bunun en somut
örneği “tam üyelik” şeklinde sonlandırılması beklenen bir müzakere
süreci yerine “imtiyazlı ortaklık” gibi fikirler ortada dolanmaya
başladı.

Ne oldu da işin rengi birden değişiverdi?

Şunu itiraf etmemiz gerekir ki Türkiye 3 Ekim 2005’te müzakere
süreci başladıktan sonra reformlara ciddî anlamda eğilmemiştir. Diğer
nokta ise AB tarafından kaynaklanan olaylardı. Bir tanesi AB ciddî bir
dönemeç ve krize girdi. Bu bir anayasal krizdi. Biliyorsunuz Lizbon
Anlaşması’nın bir bir Avrupa ülkeleri tarafından red edilmesi ciddî bir
krize yol açtı. Ta ki bu süreç, geçtiğimiz yıl içerisinde en son
İrlanda’nın da Lizbon Anlaşması’nı onaylamasına kadar devam etti. Ancak
bunun hemen ardından bu sefer AB küresel bir krizle yüzleşmek zorunda
kaldı. Bu krizde ise günah keçisi ilân edilenler; yabancılar, göçmenler
ve ötekileştirilenler oldu. Somut anlamda ise Türkler oldu. Yani Avrupa
ülkelerindeki hükümetler ekonomik kriz ile mücadele edemeyince, suçu
kolaycılığa kaçarak göçmenlere yıkmaya çalıştı. Popüler siyaset
yaptılar. Sözgelimi Sarkozy cumhurbaşkanı olduğunda adeta göçmenlere
karşı bir savaş ilân etti. Almanya ve Avusturya’da da benzer gelişmeler
yaşandı. Yani Avrupalının cebindeki euroların azalmasının sorumluluğu
Avrupa’ya dışarıdan gelenlere yıkılmaya çalışıldı.

Peki bu arada Türkiye üzerine düşen herşeyi

yerine getirdi mi?

Şimdi tabiî ki Türkiye’nin de Avrupa’nın elindeki bazı kozları
elinden alması gerekiyordu. Ne diyor Avrupa? Türkiye, Avrupa Birliği’ne
girmek için gereken kriterleri yerine getirdiği takdirde üye olacaktır.
Bu noktada, Türkiye bu konuda samimî mi diye bir soru sormamız
gerekiyor. Evet Türkiye bir devlet politikası olarak AB üyeliğini
benimsemiştir. Ama 1999 yılına kadar bu anlamda ciddî adımlar
atmamıştır. 99’dan 2004’e kadar ise Türkiye çıkarmış olduğu uyum
paketleriyle imajını ve durumunu olumlu yönde değiştirdi. Yani esas
reform süreci 1999’da başladı, 2002’de ise tek başına iktidardan sonra
biraz daha ivme kazanmış oldu. Eğer bu reform süreci devam
ettirilebilseydi herşey çok farklı olurdu. Sözgelimi dokunulmazlıklar
kalkmadı, seçim barajı ve seçim sistemi düzenlenmedi, vs vs... Mevcut
siyasî irade bu işin üzerine pek fazla gitmedi. 2005’ten sonra ciddî
bir güvensizlik ve yavaşlama ortamına girildi. Halkımızda da Avrupa
Birliği’ne karşı bir güvensizlik oluştu. Siyaset biliyorsunuz oy
işidir. Dolayısıyla iktidar partisi de buna göre bir tavır takınmayı
tercih etti. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı çifte standart
diyebileceğimiz bazı tutumları neticesinde, Türkiye’de olumsuz bir hava
oluştu. Avrupa’da Türkiye'yi dışlamak isteyenlerin de amacı buydu
aslında. Türkiye’nin üstüne gidelim ki, Türkiye kendi iradesiyle
masadan kalksın. Bakın burada Avrupa’nın bir kısmından bahsediyorum,
bütününden değil, bu ayrımı iyi yapmak lâzım. Şimdi bizim son
yaptığımız bir ankette Avrupa Birliği’ne girmek isteyenlerin oranı
yüzde 55,3 olarak karşımıza çıkarken, güvensizlik oranı ise yüzde 83...
Bu çok önemli bir sonuç. Biz girmek istediğimiz bu birliğe güven
duymuyoruz... Burada Türk halkının aslında AB değerleri ile bir
sıkıntısı olduğu söylenemez. Evrensel değerlerle bir sıkıntısı yok.
Asıl sıkıntı çifte standart uygulamalarıyladır.

Bunlar elbette moral ve motivasyonla alakalı

meseleler. Ancak bir de işin teknik bir tarafı var. Müzakere süreci teknik olarak nasıl bir prosedür içeriyor?

Müzakere süreci dediğimiz süreç aslında tam anlamıyla bir
müzakere değildir. Yani bir alış veriş meselesi değildir. Zira müzakere
ettiğimiz kurum Avrupa Birliği ve bunun kendine ait bir müktesebatı
var. Biz yaklaşık 100 bin sayfalık bu müktesebatı uygulamakla
mükellefiz. Bu müzakereler 35 fasıldan oluşuyor. Biz bu fasıllarda
bütün AB müktesebatını ülkemizde uygulayacağız. Bunun pazarlığını
yapamayız. Müktesebatı değiştirme gibi bir seçeneğimizde yok. Burada
müzakere edilen bu müktesebatın uygulama takvimidir. Çünkü bu uygulama
aynı zamanda bir maliyet getirmekte. Dolayısıyla ne kadarının müzakere
sürecinde, ne kadarının ara geçiş döneminde ve ne kadarının tam
üyelikten sonra uygulamaya geçileceği müzakere edilmektedir. Şimdi 2004
yılında üye olan 10 ülke ne yaptı? Bütün mevzuatlarını tamamen
kaldırarak, AB müktesebatını uygulamaya başladı. Dolayısıyla müzakere
süreçleri kolay geçti. Ancak biz büyük bir ülkeyiz ve AB müktesebatına
adaptasyonumuz zaman alıyor. Şimdi biz tarama sürecini geçtik ve
katılım müzakereleri sürecine başladık. Yani iki müktesebat yanyana
getirildi ve karşılaştırıldı. Şimdi ise fasıllara başlıyoruz. Bir faslı
açtık ve geçici olarak kapatıldı. Şimdi bizim bir müzakere faslını
açmamız için 27 tane ülkenin onayı gerekiyor. Başlığın kapanması için
de aynı şey geçerli. Çünkü AB içerisinde oy birliği ilkesi geçerli.
Ayrıca bir başlık için gereken oybirliği, bütün başlıklar açılıp
kapandıktan sonra, müzakerelerin tamamen kapanması için de gerekir.
Yani bütünü için de bir oybirliği ve onay sözkonusu. Meselâ çevre
başlığındaki müzakere sürecini kapattık diyelim. Bu geçici bir
kapatmadır. Zira bütün fasıllar bitmeden, hepsi kalıcı olarak kapanmış
sayılmıyor. Şu anda bizim geçici olarak kapattığımız başlık sayısı
sadece bir. Sekiz tane başlığımız ise askıya alınmış durumda. Ayrıca
beş başlığımız da veto edildi.

Bu Türkiye açısından çok karamsar bir tablo değil mi?


Dev. için tıklayın.


UMUT YAVUZ

http://www.yeniasya.com.tr/2010/02/18/roportaj/default.htm
"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Benzer konular

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir