Ahrarlar ve Demokrat Parti -2-
Otuz Bir Mart İsyanının Hareket Ordusu tarafından
şiddetle bastırılmasını takip eden günlerde İttihatçılara muhalif bütün
kesimler dağıtıldı. Kimileri idam edildi, kimileri hapsedildi, bazıları sürgüne
gönderildi, bir kısmı da yurt dışına çıkmak mecburiyetinde kaldı. İsyanın
tertipçileri arasında kabul edilen Ahrar Fırkası mensupları da aynı akıbete
maruz kaldılar ve fırka fiilen dağıldı. Sultan Abdülhamid tahttan indirilerek
yerine Sultan Reşad getirildi. İttihat Terakki giderek ülke idaresine
ağırlığını daha fazla koymaya başladı. Bu döneme ait hadiseleri tetkik ve tahlil
etmek yazımızın maksadı dışındadır. Ancak yakın tarihimizde “Bâbıâli Baskını”
olarak meşhur olan hadiseye kısaca temas etmek icap eder. 1912 yılında
“Halâskârân-ı Zabitan Grubu” isminde askerî bir hizip ortaya çıktı.
İttihatçılara muhalif olan bu hizip, ordunun siyasetten çekilmesini
hedefliyordu. Gerçekten de ordu, meşrûtiyetin ilânından itibaren devamlı olarak
İttihat ve Terakki’nin yanında yer almış, en zor anlarında Cemiyeti dağılmaktan
kurtarmıştı. Şimdi ise, ordunun siyasete müdâhalesinden rahatsızlık duyan başka
bir askerî hizip siyasete müdâhale ediyordu. Hâlâskarân hareketinin
muhalefetiyle, mevcut İttihatçı kabine istifa etmek durumunda kaldı. Kasım
1911’de kurulan Hürriyet ve İtilâf Partisi ile Prens Sabahaddin ve Nazım
Paşa’nın Halâskârân-ı Zabitan grubu ile münasebetleri bulunduğu ifade
ediliyordu. 1911’de kurulan Hürriyet ve İtilâf Fırkası İttihatçılara muhalif
bütün siyasî güçleri bünyesinde toplamıştı. Rıza Nur, Damat Ferit, Mustafa
Sabri, Miralay Sadık, Rıza Tevfik ve Müşir Fuad Paşa gibi tanınmış şahsiyetler
Fırka’ya dahil olmuşlardı. Prens Sabahaddin ise bu yeni fırkaya mesafeli
duruyordu. Takip eden bir dizi hadiseden sonra 29 Ekim 1912 tarihinde Kâmil
Paşa, II. Meşrûtiyet döneminde ikinci defa sadrazamlığa getirildi. Bu arada
Balkan Harbi giderek kritik bir hal almaya başlamıştı. Kâmil Paşa İttihatçılara
da, İtilâfçılara da mesafeli davranıyordu. Birbirine hayat hakkı tanımayan her
iki fırka da, Kâmil Paşa hükümetini düşürmek maksadıyla ayrı ayrı tertiplere
başladı. İttihatçılar erken davranarak “Bâbıâli Baskını”nı gerçekleştirdiler.
23 Ocak’ta 1913’te kabine toplantı halindeyken Bâbıâli’yi basarak Kâmil Paşa’yı
silâh zoruyla istifa ettirdiler, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı da vurarak
öldürdüler. Kâmil Paşa hükümeti yine İttihatçılar tarafından, bu sefer kanlı
bir askerî darbe ile devriliyor, “Ahrarların ikinci defa devrilmesi” böylece
tahakkuk ediyordu. Esasında bu tarihlerde Ahrar Fırkası mevcut değildi. Fırka
31 Mart hadisesinden sonra dağılmış, Ocak 1910 tarihinde kendini feshetmişti. Ancak,
hürriyetperver görüşleriyle tanınan Kâmil Paşa, İttihatçılara muhalif, aynı
zamanda İtilâfçılara da yüz vermeyen bir siyaset tatbik ediyordu. Bediüzzaman
1950’li yıllarda Demokrat Parti’ye destek verdiği dönemde Demokratları; “Ahrar
Fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi” şeklinde tarif ederek her iki partiyi
aynı misyonun temsilcisi ve birbirinin devamı olarak kabul ve tasvib edecektir.
Bu dönemde Demokratlardan devamlı olarak “Ahrarlar” şeklinde bahsederek; II.
Meşrûtiyet döneminde başlayıp uzun bir aradan sonra tekrar vücud bulan bir
siyasî çizgiye ve anlayışa dikkat çekmiştir. İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti ve
Bediüzzaman II. Meşrûtiyet döneminin en çok tartışılan ve günümüze kadar
“irtica” anlamında en müessir bir şekilde istismar edilen teşekkülü İtti- hâd-ı
Muhammedi Cemiyeti’dir. Cemiyet, teşekkülünden iki ay sonra meydana gelen 31
Mart hadisesinin baş müsebbibi kabul edilmiştir. Cemiyetin nizamnâmesi,
cemiyetin “mürevvic-i efkârı” olan Volkan gazetesinde 16 Mart 1909 tarihinde
neşredilmiştir. Bu nizamnâmede Bediüzzaman’ın ismi kurucuların arasında
sekizinci sırada yer almıştır. Ancak Bediüzzaman, Divan-ı Harb-i Örfî isimli
eserinde; “İşittim, İttihâd-ı Muhammedî namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş.
Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış
hareketi vücuda gelsin” ifadelerini kullanmaktadır. Kurucusu olduğu bir
cemiyeti başkalarından “işitmesi” ve “nihayet derecede korkacağı” bir cemiyetin
bizzat kurucusu olması pek makul görülmemektedir. Aynı ifadenin devamında Bediüzzaman’ın
“cemiyetten alâkalarını kestiklerini” belirttiği Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık gibi
zatlar da kurucuların arasında, üstelik birinci ve ikinci sırada ilân
edilmişlerdir. Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık’ın istifa etmelerinden sonra,
bilgileri dışında kurucu yapıldıkları gerekçesi ile kayıtlarının silinmesini
isteyen başkaları da olmuştur. Bu bilgiler dikkate alındığında, Bediüzzaman’ın
da kendi bilgisi dışında kurucu ilân edildiği hatıra gelmektedir. Ancak
Bediüzzaman, “kendi tarif ettiği vecihle” cemiyete intisab ettiğini belirtir.
Fakat endişeleri bulunmaktadır. Ona göre, “cemiyetin ismi umumun hakkı olup
tahsis ve tahdid kabul etmez.” Tereddütlerini ve intisab ettiği bu cemiyetten
ne anladığını bizzat Volkan sütunlarında tafsilatıyla izah eden makaleler
neşreder. Cemiyetin müntesibleri “Kalû Belâdan dahil umum mü’minlerdir.”
Maksadı, dinin yüzde doksan dokuzunu teşkil eden “ahlâk, ibadet ve fazilet”
için gayret etmektir. Yüzde bir nisbetinde olan siyaseti ise “Ulülemre” havale
etmektedir. Cemiyete, tarif ettiği mânânın inhisar altına alınmasına engel
olmak ve fırkaların sebep olduğu iftirakların önüne sed çekmek için intisab
ettiğini beyân etmiştir. İttihâd-ı Muhammedî’nin bir fırka olmadığı gibi bir
cemiyet dahi olmadığını ifade eder. Askerlerin birtakım cemiyetlere
katılmalarına karşı olduğu gibi İttihâd-ı Muhammedî’ye de katılmalarını tasvib
etmez. Eserlerinde İttihâd-ı Muhammedî ile ilgili verdiği tafsilatlı malûmatın
tamamı dikkate alındığında, Bediüzzaman’ın esasında; İttihad-ı İslâmı gaye
edinen bir cemaat tarifi yaptığı fark edilir. Cemiyet tarifini de aşan böyle
bir dini cemaatın, siyasî harekete dönüştürülmesine muhalefet eder. Aynı
zamanda bu tarz bir cemaatın siyaset ile münasebetinin sınırlarını da tayin
etmektedir. Dinin siyasete âlet edilmesinden endişe ederek cemiyete dahil
olduğu, bunun için Derviş Vahdeti de dahil olmak üzere efkâr-ı âmmeyi
makaleleriyle ikaz ettiği anlaşılmaktadır. Bediüzzaman, İttihat ve Terakki
Fırkası’nın bozuk ve mason kısmını CHP ile, Ahrar Fırkası’nı Demokrat Parti ile
irtibatlandırdığı gibi, Emirdağ Lâhikasında, Nur Talebelerinin de mânen
İttihad-ı Muhammedî’den olduğunu belirtir. Meşrûtiyette, İttihad-ı
Muhammedi’nin İttihatçıların mason kısmına karşı Ahrarlarla ittifak etmesi
gibi, Nur Talebelerinin de Demokratlara nokta-i istinad olduğunu belirtir. O
döneme ait çalışmalarda, Ahrar Fırkası ile İttihad-ı Muhammedi arasındaki
münasebetlerin 31 Mart Vak’ası vesilesiyle ve hâdisenin müsebbibleri olarak ele
alınmasının nerede ise genel kabul görmesi, Ahrar-İttihad-ı Muhammedî
ittifakının sağlıklı bir tarzda araştırılmasına önemli bir mani teşkil
etmiştir. Bediüzzaman’ın müteaddit defalar zikrettiği Ahrar-İttihad-ı Muhammedî
ittifakı peşin hükümlerden uzak bir tarzda araştırılmayı beklemektedir.
Bediüzzaman’ın İstanbul’a ikinci gelişi 1910 yılının ilk aylarında İstanbul’dan
ayrılan Bediüzzaman, Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatine iştirak etmek üzere 1911
yılının Nisan ayında tekrar İstanbul’a gelir ve bu defaki gelişinde, 1912
Sonbaharına kadar takriben on dört ay İstanbul’da kalır. Bu on dört ay boyunca
İstanbul’da siyasî faaliyetler bütün hızıyla devam etmektedir. Muhalefette
Osmanlı Demokrat Fırkası, Mutedil Hürriyetperveran Fırkası ve Ahali Fırkası
gibi yeni fırkalar ortaya çıkmıştır. Kasım 1911’de Hürriyet ve İtilâf Fırkası
kurulduğunda mezkûr fırkaların üçü de Hürriyet ve İtilâf Fırkasına iltihak
etmişler ve muhalefet tek çatı altında birleşmiştir. Hürriyet ve İtilâf
Fırkası, liberaller, muhafazakârlar, meşrûtiyetçiler ve mutlâkıyetçilerin
tamamını bünyesinde toplamıştı. Memleket dahilinde giderek sertleşen bir
İttihatçı-İtilâfçı bölünmesi ortaya çıkmıştı. Bu arada Trablusgarb kaybedilmiş
ve Balkan Harbi başlamıştı. Bütün bu hadiselerin cereyanı esnasında İstanbul’da
bulunmasına rağmen, Bediüzzaman’ın sessizliği dikkat çekicidir. Eserlerinde o
günlerin siyasî hayatıyla ilgili bir değerlendirme pek bulunmamaktadır. Bunun
sırrını, aynı hadiselerin bir başka şahidinin hatıralarından tesbit etmek
mümkün olabilir. Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi o günler hakkında şu
satırları kaleme almıştır: “Bize denilecek ki; muhalefetsiz meşrûtiyet olmaz,
meşrûtiyet demek, muhtelif fırkaların, sayısız fikirlerin çarpışması, dengesi
demektir. Biz buna cevaben diyeceğiz ki: Fırkalı, muhalefetli, çarpışmalı
meşrûtiyetimiz, ordunun berbat olmasına, milletin iki düşman parçaya
ayrılmasına ve sonunda koca Rumeli’nin gitmesine sebep oldu.” Aynı soruya daha
sonraki yıllarda (1919) Bediüzzaman da benzeri bir cevap vererek; birbirini
inkâr eden bir anlayış üzerine tesis edilmiş, müşterek bir noktada buluşmaları
mümkün olmayan bir particilik anlayışını tasvip etmediğini beyan etmiştir. Bu
derece şiddetli bir tarafgirlikle tatbik edilen particiliğin, harici
müdâhalelere sebep olma tehlikesine de dikkat çekmiştir. Dolayısıyla İstanbul’a
bu ikinci gelişinde, siyasî faaliyetler karşısındaki sessizliğini, bu tarz bir
siyasetin tarafı olmak istememesine vermek mümkündür. Kendi siyasî
düşünceleriyle bir alâkası bulunmayan, münhasıran bir iktidar mücadelesi
mâhiyetinde cereyan eden siyasî çekişmelerden imtina ettiği anlaşılmaktadır.
Cumhurıyet dönemı çok partılı sıyasî hayati Bediüzzaman Said Nursî, bu yazının
konusu olarak ele aldığımız mektubuna; “Bu vatanda şimdilik dört parti var:
Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihâd-ı İslâmdır” diyerek
başlar ve önce İttihâd-ı İslâm Partisi’ni ele alır. İttihâd-ı İslâm Partisi
Malûm olduğu gibi o isimde bir parti o gün bulunmadığı gibi günümüze kadar da o
isimde bir parti kurulmamıştır. Mektupta mevcud bir parti gibi değerlendirmeye
tâbi tutulması, bu mâhiyette bir partinin kurulmasını Bediüzzaman’ın muhtemel
gördüğüne işaret ediyor . İttihad-ı İslâm ifadesi ile ne kasdettiğini özellikle
İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti ile ilgili bahislerde tafsilatıyla izah etmiştir.
İttihad-ı İslâm özet olarak; Kur’ân’ın emir ve yasakları ile Sünnet-i Seniyyeye
riâyet etmek, yeryüzündeki bütün Müslümanların arasında bulunan muhabbet ve
uhuvveti kuvveden fiile çıkararak birbirlerine maddî ve manevî yardımcı yapmak
ve bu sûretle terakkilerine yol açmak, İslâmı, evvelâ şahsında yaşamak sonra
da-eğer aksi tesire sebep olmayacak ise-başkalarına tebliğ etmekten ibarettir.
Bir bütün olarak “İ’lâ-i Kelimetullah” tabiri ile ifade edilen bu taleplerin
siyasete taşınması maksadı ile kurulacak herhangi bir siyasî parti, “İttihad-ı
İslâm Partisi” mâhiyetinde olacaktır. Bediüzzaman böyle bir partinin teşkilinin
ancak cemiyetin yüzde altmış-yetmişi tam dindar olduğu takdirde
düşünülebileceğini belirtir. O durumda dahi dini siyâsete âlet etmekten
sakınıp, siyâseti dine hizmetkâr yapmak için çalışması gerektiğini söyler.
Ayrıca, eğer siyasî şartlar dini siyasete âlet etmeye mecbur edecekse, böyle
bir durumda bu partiyi mahzurlu bulur. O, “dinin bir hakikatini bin siyasete
tercih ettiğini” ifade etmiştir. Bir kısım münafıkların siyaseti dinsizliğe
âlet etmelerine mukabil, dindar siyasetçilerin–Siyaset-i İslâmiye için dahi
olsa–dini kullanmalarına muvafakat etmemektedir. Bediüzzaman; “umumun mal-ı
mukaddesi olan” dinin inhisar altına alınamayacağını belirtir. Çünkü toplumun
bütün kesimlerinde, muhalif olsun muvafık olsun, dine muhtaç ve sahip olanlar
bulunduğunu söyler. Dinin, inhisarcı bir anlayışla kendi taraftarlarına daha
has gösterilmesi durumunda, toplumun önemli bir kesiminde dine karşı
“aleyhtarlık meyli” uyandırma tehlikesine dikkatleri çeker. Bu durumda, birer
elmas kıymetinde bulunan Kur’ân ve iman hakikatleri “propaganda-i siyaset”
zannıyla, halkın nazarında basit birer cam parçası kıymetine düşürülecektir. Bu
tür siyasî zeminlerde “siyaset vasıtasıyla dine hizmet” beyhûde bir teşebbüs ve
yorgunluktur. Ayrıca, “siyaseten galebe çalınarak” iktidar imkânlarıyla
cemiyeti İslâmî esaslar istikametinde dönüştürme teşebbüsü, insanları
münafıklığa/iki yüzlülüğe itecektir. Bediüzzaman’ın bu parti hakkındaki genel
tavrı, içtihad hususundaki tavrını hatırlatmaktadır. İçtihad Risâlesi’nde,
“İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır”
dedikten sonra mânileri sıralayarak izah etmiş, neticede; içtihad kapısını
zorlamak yerine, ihmale uğramış olan dinin temel esaslarının takviyesini tercih
ve tavsiye etmiştir. Aynı şekilde; nazariyatta demokratik bir hak olarak ele
aldığı “İttihad-ı İslâm Partisi”nin teşkili ile ilgili olarak, bu hususta
teşebbüs edilebilmesinin asgarî şartını ifade etmiş, tatbikatındaki tehlikeleri
ve riskli alanları da nazarlara vererek neticede; himmet ve gayretlerin cemaat
tarzı sivil hizmet alanlarında teksif edilmesinin, siyasetin dine dost ve
hizmetkâr yapılmasının daha doğru ve emin bir yol olduğunu izah etmiştir.
Cumhuriyet dönemi çok partili siyasî hayatında, “Siyasal İslâm” olarak
isimlendirilebilecek ilk teşebbüs, Cevat Rifat Atilhan tarafından Ekim 1952’de
kurulan “İslam Demokrat Partisi”dir. Mezkûr lâhikanın neşredildiği günlerde
ortaya çıkan ve kayda değer bir varlık gösteremeyen bu parti, Vatan Gazetesi
Başyazarı A. Emin Yalman’ın Hüseyin Üzmez tarafından vurulması olayı sebebiyle
1952 yılında kapatılmıştır. Bir daha 1970 yılına kadar bu anlamda bir parti
siyaset sahnesine çıkmayacak, dindar siyasetçiler ağırlıklı olarak Demokrat
Parti ve sonrasında da onun devamı olarak gördükleri Adalet Partisi bünyesinde
faaliyet göstereceklerdir. Tâ ki 1970 yılına kadar. (Devam edecek) ORHAN DÜNDAR