Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

12.02.2010, 00:04

Beraber unuttuk biz bu vaadleri



SEKİZ YILDIR YERİNE GETİRİLMEYİ BEKLEYEN SÖZLER

Gül'ün başbakanlığındaki AKP hükümetinin açıklandığı 16 Kasım 2002 tarihinde AKP lideri Erdoğan tarafından kamuoyuna duyurulan Àcil Eylem Planında, "Bir ay içinde, temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemeler, evrensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normlar ile AB kriterleri çerçevesinde sür'atle yapılacaktır" denilmiş ve “Bir yıl içinde meslekî ve teknik eğitime ağırlık verilecek, eğitimin önündeki her türlü engeller kaldırılacak¨ taahhüdünde bulunulmuştu.

ERDOĞAN “BİZİ VE SÖZLERİMİZİ İZLEYİN” DEMİŞTİ

Erdoğan aynı planda "Bu yayınladığımız metni bütün sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları ve tek tek her vatandaşımız partimizin internet sitesinden indirerek bir dosyaya koyabilir, bundan sonraki vaadlerimizi de aynı dosya içerisinde toplayarak; böylece bizi, taahütlerimizi, süresi içinde yerine getirip getirmediğimizi sürekli izleyebilirler" demişti. Yedi yıl sonra plan da, bu sözler de unutuldu.

Beraber unuttuk biz bu vaadleri

3 KasIm 2002’de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin 16 Kasım 2002 yılında bir acil eylem planı yayınlayarak Türkiye’nin sorunlarına en fazla 1 yıllık süreçte ne gibi çözümler getireceğini açıklamasının üzerinden 8 yıl kadar bir süre geçmişken Türkiye’nin köklü problemlerinin halen devam etmesi tepkiye sebep oluyor. Son olarak Danıştay’ın katsayı ile ilgili son düzenlemeyi de geri çevirmesi üzerine bu köklü sorunların çözüleceğine dair umutlar gittikçe azalmaya başladı. Halbuki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın AKP Genel Başkanı sıfatıyla kamuoyuna 16 Kasım 2002 tarihinde büyük bir heyecanla açıkladığı Acil Eylem Planı’nda, “Bir ay içinde, temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemeler evrensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normlar ile AB kriterleri çerçevesinde süratle yapılacaktır.” ifadeleri yer almaktaydı. Erdoğan o zaman hünez Başbakan değildi. Plan dönemin Başbakanı Abdullah Gül ile birlikte açıklanmıştı. Daha sonra yapılan ara seçimden sonra Erdoğan Başbakan oldu. Acil Eylem Planı’nda bu bağlamda şu icraatlerin yapılacağı vaad edilmişti:

“Sağlıklı bir toplum kurmanın en etkin yolunun eğitimden geçtiğinin bilincinde olarak bir yıl içinde;

l İlk ve orta öğretimde rehberlik etkin hale getirilerek meslekî ve teknik eğitime ağırlık verilecek,

l Eğitimin önündeki her türlü engeller kaldırılacak,

l Üniversitelerin idarî ve akademik özerkliğe kavuşmaları sağlanacak ve Yüksek Öğretim Kurumu yeniden yapılandırılacaktır.”

"TAAHHÜTLERİMİZİ İZLEYİN"

Aradan sekiz yıl geçmesine rağmen ne başörtüsü konusunda ne de katsayıda “Hukuk devleti” zeminine oturulamaması ve gerekli yasal düzenlemelerin yapılamaması kafalardaki soru işaretlerini arttırdı. Başbakan 2002’deki Acil Eylem Planı’nda “Bu yayınladığımız metni bütün sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları ve tek tek her vatandaşımız partimizin internet sitesinden indirerek bir dosyaya koyabilir, bundan sonraki vaadlerimizi de aynı dosya içerisinde toplayarak; Böylece bizi, taahütlerimizi, süresi içinde yerine getirip getirmediğimizi sürekli izleyebilirsiniz.” diyerek sözlerine son vermekteydi. Aradan geçen sekiz yıllık zaman diliminde ise vatandaşlar Başbakan’ı ve taahhütlerini izlemeye devam ediyor.

KATSAYI, HÂLÂ EĞİTİME ENGEL

Acİl eylem planına göre bir yıl içinde yapılması düşünülen “meslekî ve teknik eğitime ağırlık” verilecek vaadi yerine getirilmezken, bilâkis üzerinden bunca yıl geçtikten sonra son katsayı kriziyle meslek liselerinin önü bir kez daha tıkanmış oldu. Ayrıca bir yıl içinde “eğitimin önündeki her türlü engelleri kaldırmayı” vaad eden Acil Eylem Planı’nda YÖK’ün yeniden yapılandırılacağı da vaad edilmişti. Hükümet yetkililerinin Danıştay’dan şikâyet edip üst yargının işlerini engellemeye çalıştığını iddia etmeleri ise Acil Eylem Planı’nda yer alan şu ifadeleri hatırlattı: “Türkiye acilen hukuk devleti zeminine oturacaktır. Bunun için her türlü yasal düzenlemeler yapılacak olup, uygulamalarda sıkı sıkıya takip edilecektir.”

Yeni Asya
12.02.2010
*
Dâvâsını ifâde eden kazanır.

Zübeyir Gündüzalp

2

12.02.2010, 10:45

Şahide paylaşım için teşekkürler Allah razı olsun...ve tebrikler Yeni Asya...Basının ve bu milletin yüz akı Yeni Asya.

3

12.02.2010, 11:19

Neden bu sorunlar çözülemedi.

Özellikle Türban ve Katsayı sorununu çözebilmek için ne gerekiyor.

Yıllardır devam eden bu zulme alkış tutanlar İktidardan çok mu güç sahibi. Yoksa iktidar tam anlamıyla taşın altına elini koyamıyor mu ?



Şunu söyleyebilirim ki;

Yıllar geçtikçe ümitler tükeniyor. Ve Şahsım olarak bahsettiğim 2 sorunu çözebilecek bir tane bile siyasi partiyi göremiyorum.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

4

12.02.2010, 14:56

SEKİZ YILDIR YERİNE GETİRİLMEYİ BEKLEYEN SÖZLER



Gül'ün başbakanlığındaki AKP hükümetinin açıklandığı 16 Kasım 2002
tarihinde AKP lideri Erdoğan tarafından kamuoyuna duyurulan Àcil Eylem
Planında, "Bir ay içinde, temel hak ve özgürlüklerle ilgili
düzenlemeler, evrensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normlar ile AB
kriterleri çerçevesinde sür'atle yapılacaktır" denilmiş ve “Bir yıl
içinde meslekî ve teknik eğitime ağırlık verilecek, eğitimin önündeki
her türlü engeller kaldırılacak¨ taahhüdünde bulunulmuştu.

*********
Tebrikler can karderşim Şahide, bu güzel ve damardan paylaşımların için. A.R.O. Sizlerden...
"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

5

12.02.2010, 20:15

bu ne yaaa siz başa chp niz gelsinde görün yazık yaa
"Her bildiğini söyleme, ama her söylediğini mutlaka bil."

6

12.02.2010, 20:32

bu ne yaaa siz başa chp niz gelsinde görün yazık yaa

Lafa bakın şimdi, vur beline kazmayı.. :ahhh: Tipik bir msp mantığı..

7

12.02.2010, 21:28

bu ne yaaa siz başa chp niz gelsinde görün yazık yaa
Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek.

Emirdağ Lâhikası

Şu anda iktidarda olan
akp Millet Partisi kökenlidir..Ve Millet Partiside chp kökeninden gelmedir..Yani anlayacağınız chp zaten iktidarda..

*
Dâvâsını ifâde eden kazanır.

Zübeyir Gündüzalp

8

12.02.2010, 21:38

anlıyacağım şu ki kardeşiz nur kardeşiyiz ama siyasi bakımdan fikirler zıt fesübhanallah
"Her bildiğini söyleme, ama her söylediğini mutlaka bil."

9

12.02.2010, 22:13

anlıyacağım şu ki kardeşiz nur kardeşiyiz ama siyasi bakımdan fikirler zıt fesübhanallah

Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok. Ve Risale-i Nur, rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur�un mensupları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, (Büyük) Doğu gibi mücahidler iman hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz-fakat siyaset noktasında değil. :)

Emirdağ Lâhikası
*
Dâvâsını ifâde eden kazanır.

Zübeyir Gündüzalp

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

10

13.02.2010, 09:21

Vazifemiz, siyaseti dine âlet ve dost yapmaktır


Reis-i Cumhur Celâl
Bayar ve



Heyet-i


Vükelâsına, Ankara


Biz Nur talebeleri, yirmi senedir emsâlsiz bir tâzib ve
işkencelere hedef olmuşuz. Sabrettik; tâ Cenâb-ı Hak sizi imdadımıza gönderdi.
O işkencelerin sebebini on beş senedir üç mahkeme hakikî ve kanunî olarak yüz
otuz kitap ve bin mektubatta bulamadıklarına, Mahkeme-i Temyizle Denizli
Mahkemesini şahit gösteriyoruz. Otuz seneden beri ben siyaseti terk etmiştim.
Bu defa, birkaç gün zarfında Ahrarların başına geçip milletin mukadderâtına
sahip çıkması sebebiyle, Reis-i Cumhuru ve Heyet-i Vekileyi tebrikle beraber,
bir hakikati ifşâ ediyorum. Şöyle ki:



Bize hücum eden ve mahkemelerde tâzip edenler demişler:


“Bu Nur talebelerinin dini siyasete âlet etmek ihtimalleri
var, belki de ediyorlar.”



Biz de o zâlimlere karşı müdafaatlarımızdaki binler hüccetle
demişiz ve diyoruz ki:



Biz, dini siyasete âlet değil, belki rıza-yı İlâhîden başka
hiçbir şeye, hattâ dünyaya ve saltanata âlet etmemek bizim esas mesleğimiz
olduğundan, düşmanlarımızca da tahakkuk etmiş ki, üç senedir üç çuvaldan ziyade
dosyalarımızı garazkârâne tetkik ettikleri halde bizi mahkûm edemiyorlar.
Verdikleri keyfî ve vicdanî hükümlerine de bir bahane bulamıyorlar ki, Temyiz o
hükmü bozdu.



Evet, biz dini siyasete âlet değil, belki vatan ve milletin
dehşetli zararına siyaseti mutaassıbâne dinsizliğe âlet edenlere karşı, bizim
siyasete bakmamıza mecburiyet-i kat’iye olduğu zaman, vazifemiz siyaseti dine
âlet ve dost yapmaktır ki, üç yüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini bu
vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebep olsun.



Elhâsıl: Bize işkence edenlere, siyaseti asabiyetle
dinsizliğe âlet etmelerine mukabil, biz de siyaseti dine âlet ve dost yapmakla
bu vatan ve milletin saâdetine çalışmışız.



Kardeşlerim, ben bunu böyle münasip gördüm, sizlerin
meşveretine havale ediyorum.



Emirdağ Lâhikası, s. 264, (yeni tanzim, s. 514)
"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

11

13.02.2010, 09:22

‘Siyasetteki muktesit meslek’ -1-


<img src="file:///C:/DOCUME%7E1/arsiv1/LOCALS%7E1/Temp/msohtml1/01/clip_image001.jpg" align="left" />1. DURUM TESPİTİ


29 Mart 2009 Pazar günü, belediye başkanları ve il genel
meclisi üyelerini seçmek üzere sandık başına gideceğiz.



Biz Nur talebeleri, dinimizin ölçülerini daima ön planda
tutarız. Her şeyi ahirete vesile yapan bir düşüncenin temsilcileriyiz.



“Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz.”1


Bu bakımdan Risâle-i Nur bize daima rehber olmuştur.


Her hareketimizde olduğu gibi, bu seçim dolayısıyla seçme
hakkımızı kullanırken de nasıl davranacağımızı, yine şaşmaz ölçümüz Risâle-i
Nur’a bakarak tespit etmeliyiz.



Önce içinde bulunduğumuz siyasî ortamı, kısaca
değerlendirelim:



Ülkeyi, 2002 seçimlerinden bu yana tek parti iktidarı
yönetmektedir. Bu parti, Milli Görüş çizgisinden gelen, fakat bizzat Erbakan’ın
“Milli Görüş gömleğini çıkardılar” ithamını “Referansımız din değildir” şeklinde
onaylayarak, kendini muhafazakâr-demokrat olarak tarif eden AKP’dir.



AKP, 2007 Kasım Genel Seçimlerini kazanarak 4 sene daha
iktidarda kalma imkânı elde etmiştir. Dolayısı ile bu mahallî seçimlere,
iktidar olma avantajını kullanarak girmektedir.



Muhalefette ise CHP ve MHP bulunmaktadır. Bu partilerden MHP
1995, CHP 1999 seçimlerinde %10’luk ülke barajı altında kalarak milletvekili
çıkaramamışlardır. DSP de, 2002 seçimlerinde aynı akıbete uğramıştır.



Son iki seçimdir (2002-2007 genel seçimleri), mecliste,
demokrat misyonu temsil eden bir parti, ne yazık ki bulunmamaktadır.



Gelinen noktada, ümit ederiz ki, her feraset sahibi,
hürriyetçi, demokrat, maharetli, devlet-millet kaynaşmasının değerini ve bunu
sağlamanın yollarını bilen, devlet kurumlarının uyum içinde çalışmasını gözeten
demokrat misyonun mecliste temsil edilmesinin önemini anlamıştır.



Zira ne ırkçı-milliyetçi, ne din istismarcısı, ne sonradan
olma demokrat-muhafazakâr, ya da zoraki demokrat, ne de “devlet partisi”
unvanlı siyasi oluşumlar (MHP, SP, AKP, CHP) Türkiye’nin yönetimine sağlıklı
bir katkı sunabilmekte, ayağındaki prangalardan kurtulmasını temin edecek
açılımlara imza atabilmektedir.



Seçimlerin mahalli olması, biz Nur talebelerinin “siyasî
değerlendirmelerinde” bir rol oynamamalıdır. Zira Üstadımızın serd ettiği
görüşler arasında böyle bir kıstas yoktur. Dolayısıyla, “bu seçimlerde mahallî
etkiler dikkate alınmalı” gibi bir düşünce, Nur talebelerinin seçimlerdeki
tutumuna bir etki yapmamalıdır.



Ana konuya geçmeden bir hususu okuyucularımıza
hatırlatmalıyız:



Her grubun, fikir akımının, tarikat ve cemaatin, siyasi
teşekkülün kendine has içtimaî, siyasî görüş ve istikamete sahip olması ve
onları yaymak için gayret etmeleri ne kadar normal ise; Nur talebelerinin de,
Risale-i Nur ölçüleri ve Bediüzzaman Hazretlerinin meslek-meşrep esasları
çerçevesinde onun içtimaî ve siyasî görüşlerine sahip çıkmaları, bunları
neşretmeleri o kadar normaldir.
"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

12

13.02.2010, 09:42

Sakın, siyaset cereyanları sizi tefrikaya atmasın
Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin. “El-hubbu fillah ve’l-buğzu fillah” (Allah için sevmek, Allah için buğz etmek - Buharî, Îmân: 1.) düstur-u Rahmanî yerine (el-iyazü billâh) “El-hubbu fi’s-siyaseti ve’l-buğzu li’s-siyaseti” (Siyaset için sevmek, siyaset için buğz etmek) düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet ve elhannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine mânen şerik eylemesin.
Evet, bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.
Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umumiye-i İlâhiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhâniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, alâkadarlık cihetiyle, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azap çekiyor. Çünkü, lüzumsuz ve mâlâyâni bir sûrette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hadisatına merakla dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, “Zarara razı olana şefkat edilmez” mânâsındaki “Er-razî bi’z-zarari lâ yunzeru lehû” kâide-i esasiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyakatını kendilerinden selb etmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına belâ getirirler.
Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risâle-i Nur’un dairesine sadakatle girenlerdir.
Çünkü bunlar, Risale-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemal-i hikmetini, cemâl-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemal-i teslimiyet ve rızayla, rububiyet-i İlâhiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlâhiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler.
İşte buna binâen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risâle-i Nur’un imanî ve Kur’ânî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.
Kastamonu Lâhikası, s. 88-89
"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

13

13.02.2010, 09:45


‘İttihatçıların bozuk kısmı’-1-






Bu makalenin ana mevzuunu;
Bediüzzaman’ın II. Emirdağ Lâhikaları arasında yer verdiği bir mektubu teşkil
etmektedir.






“Kalbe İhtar Edilen
İçtimâî Hayatımıza âit Bir Hakikat”






İfadeleriyle başlayan mektupta, o
dönemin siyasî partileriyle ilgili bir tahlil yapılmaktadır. Mektup dikkatlice
mütâlâa edildiğinde, kaleme alındığı tarihle sınırlı bir değerlendirme olmadığı
kolayca fark edilmektedir. Mektubun kaleme alındığı tarihteki siyasî yapı II.
Meşrûtiyet döneminin siyasî tecrübeleriyle irtibatlandırılarak, müstakbel
siyasî gelişmeleri de ihata edecek bir temel değerlendirme yapılmıştır. İçtimâî
ve siyasî hadiseleri dar bir zaman dilimi içerisinden alınan sabit bir kesit
üzerinden değerlendirmek yanıltıcı olabilmektedir. Özellikle ülkemizde olduğu
gibi siyasî yapı sık sık askerî müdâhalelerle inkıtaa uğramışsa durum daha da
zorlaşmaktadır. Demokrasi dışı müdâhaleler siyasî yapıyı tahrip etmekte, siyasetin
kendi fıtrî tekâmülüne mâni olmaktadır. Bu sûretle siyasî geleneklerin
teşekkülü ve buna bağlı olarak da siyasî kimliklerin tesbitinde ciddî bir
kargaşa yaşanmaktadır. Halk tercih yapmakta zorlanmakta, bazan da sonradan
pişman olduğu tercihler yapabilmektedir. Aynı şekilde siyasî unsurlar da
kendilerini samimî ve alenî bir şekilde ifade etmekte sıkıntı çekmektedir. Bu
tip belirsizlikler özellikle, resmî ideoloji tarafından makbul görülmeyen sağ
siyaset çizgisinde yaşanmaktadır. Resmî ideolojinin himâyesi altındaki ya da
temsilcisi durumunda olan CHP çizgisi için benzer bir zorluk mevzubahis
değildir. O-arızî bir iki kısa dönem hariç-her zaman kendisini rahatça ifade
edebilmekte, seçmeni de tercihini tereddüt etmeden yapabilmektedir. 27 Mayıs,
12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat müdâhalelerinin hepsinin de aynı çizgideki siyasî
teşekküllere karşı yapılmış olması tesadüf olmadığı gibi, bu kulvardaki
siyasetçinin ve seçmenin işini zorlaştırmaktadır. Bahsettiğimiz bu tarz bir
sıkıntının mahallî seçimler arefesinde, hiç olmazsa Yeni Asya okuyucuları için
asgarî seviyede kalması bakımından, Bediüzzaman’ın mezkûr lâhikasına müracaat
etmek faydalı olacaktır. II. Meşrûtiyet’e Doğru II. Meşrûtiyet’in 23 Temmuz
1908’de ilân edilmesinde esas rolü oynayan İttihat ve Terakki Cemiyeti 1889
yılında kurulmuştu. Zamanla bünyesinde çok farklı fikir ve şahsiyetleri
toplayan cemiyetin, o dönem için muayyen bir siyasî ve içtimâî düşüncesinden
bahsetmek pek mümkün değildir. Önde gelen liderlerinin önemli bir kısmı
yurtdışına çıkmış bulunan cemiyet mensuplarının esas maksatları, 1876’da kabul
edilip kısa bir süre sonra askıya alınan Kanun-u Esasi’nin tekrar yürürlüğe
konulmasıdır. Bu sûretle yeniden parlamenter sisteme geçilecek ve “hâkimiyet-i
milliye” tesis edilecektir. “Düvel-i Muazzama”nın müdâhalelerine ve devletin
dağılmasına mani olmanın tek yolu olarak bunu görmüşlerdir. Pozitivist ve
materyalist Ahmet Rıza, muhafazakâr Mizancı Murad, Liberal Prens Sabahaddin,
“Kemalist Devrimler”in temeli mâhiyetindeki bir çok fikri daha o tarihlerde
kaleme alan Abdullah Cevdet, radikal ihtilâlci Tunalı Hilmi ve daha bir çok
farklı düşünce sahibi kişi, hep aynı gaye uğruna ittifak etmişlerdi. Cemiyet
esas kimliğini 1908 Temmuz’undan sonra sür'atle gelişen siyasî ve içtimâî
hâdiselerin seyri içerisinde kazanacaktır. Esasında, Sultan Abdülhamid’i
Meşrûtiyeti ikinci defa ilân etmeye zorlayanlar, daha yakın bir tarihte,
1906’da Selânik’te kurularak sonradan İttihat ve Terakki Cemiyetiyle birleşen
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti mensuplarıydı. Bu grup özellikle Rumeli’de bulunan
askerî birlikler içinde büyük bir gizlilik içinde teşkilâtlanmıştı. 1908
inkılâbına yol açan olaylar, Büyük Britanya Kralı ile Rus Çarı’nın Haziran
1908’de Reval’de bir araya gelmeleri üzerine hız kazandı. Osmanlı
İmparatorluğu’nun büyük devletler arasında paylaşılması endişesini taşıyan
teşkilâtın askerî kanadı, Sultan’ı, II. Meşrûtiyet’i ilân etmeye mecbur
bırakmak üzere harekete geçti. İlk önce Kolağası (Binbaşı) Resneli Niyazi,
arkasından erkân-ı harp binbaşısı Enver ve daha sonra da Eyüp Sabri dağa çıktı.
Dağa çıkanları cezalandırmak üzere Mânâstır’a gönderilen Ferik Şemsi Paşa
vuruldu, yerine gönderilen Müşir Osman Paşa da rehin alınarak dağa götürüldü.
Bazı askerî birlikler ve Cemiyet, 23 Temmuz’da Rumeli’de muhtelif kasabalarda
Meşrûtiyeti ilân ettiler. Sultan Abdülhamid bir emrivakiyle karşı karşıya
kaldığını görerek aynı gün Meşrûtiyeti ilân ettiğini açıkladı. Bediüzzaman Said
Nursî, aniden ortaya çıkan ve II. Meşrûtiyet’in ilânıyla neticelenen bu son
gelişmeleri Birinci Şuâ’da; “Avrupa zâlimlerinin devlet-i İslâmiyenin nûrunu
söndürmek niyetiyle müthiş bir sû-i kast plânı yaptıkları bir zamanda Türkiye
hamiyetperverlerinin” II. Meşrûtiyet’in ilân edilmesine teşebbüs etmek
sûretiyle “o plânları akîm bırakmaya çalışmaları” şeklinde tarif etmiştir.
İttihat Terakki ve Bediüzzaman Said Nursî 1907 yılının sonlarına doğru
İstanbul’a gelen Bediüzzaman; II. Meşrûtiyet’in ilk günlerinde Sadaret
vasıtasıyla şark aşiretlerine elli-altmış telgraf çekti. Bu telgraflarda
aşiretlere, Meşrûtiyet ve Kanun-u Esasi olarak işittikleri hadiselerden
tedirgin olmamalarını, bilâkis memnun olmalarını telkin etti. Aynı şekilde
Ayasofya, Bayezid, Fatih ve Süleymaniye camilerinde ulema ve medrese
talebelerine Meşrûtiyetin İslâm’a muvafık olduğunu izah etti. Diğer taraftan
İstanbul’da çok sayıda bulunan ve önemli bir kısmı hamallık yapan Kürtlerin
kahvehânelerini de dolaşarak aynı şekilde Meşrûtiyet lehinde izahatlarda
bulundu. Bu arada İttihat ve Terakki’nin liderleriyle de tanışan Bediüzzaman,
onlarla birlikte gittiği Selânik’te büyük bir kalabalığa Meşrûtiyet ve hürriyet
lehinde bir nutuk îrâd etti. Bütün bu safhalarda yapmış olduğu faaliyetler ve
gazetelerde neşrettiği makaleler kendi ifadesiyle “mukaddes şeriatı, Meşrûtiyet
kuvvetiyle i'lâ; ve meşrûtiyeti, şeriat kuvvetiyle ibka” maksadına matuftur.
İslâmiyeti meşrûtiyet kuvvetiyle yüceltmek, meşrûtiyeti de din kuvvetiyle dâimî
kılıp yerleştirmek. II. Meşrûtiyet’in ilk günlerinde, meşrûtiyetin ilân
edilmesindeki rolü sebebiyle yüksek bir itibara sahip olan İttihat ve Terakki,
kamuoyunca “Cemiyet-i Mukaddese” olarak isimlendirilmişti. Ancak, efkâr-ı
âmmede kabul gören bu müsbet kanaat, meşrûtiyetin ilânını takip eden aylarda
sür'atle ortadan kalkacaktır. Meşrûtiyet’in ilânından sonra Kâmil Paşa hükümeti
kurmakla görevlendirilmiş, teşkil edilen kabinede hiçbir İttihatçı yer
almamıştı. Kendini henüz iktidara hazır bulmayan Cemiyet, Kasım ayında
yapılacak seçimlere hazırlanıyordu. Bununla birlikte, hükümetin teşkilinden
memur atamalarına kadar bütün icraatlara müdâhale etmek istiyordu. Henüz resmî
bir parti şeklinde ortaya çıkmayarak gizliliğini sürdürmeye devam eden cemiyet,
kendi mensupları dışında kimseye itimat etmiyor ve birikmiş beklentilere de
cevap veremiyordu. Yapılan bütün itirazlara ve muhalefete şiddetle mukabele
ediyor, kendisi dışındaki herkese, Bediüzzaman’ın tabiriyle “haşerat nazarıyla
bakmakla” toplumda giderek sertleşen bir bölünmeye sebep oluyordu.
Bediüzzaman’ın İttihat ve Terakki ile meşrûtiyetin bidayetindeki ittifakı, bir
partiye mensubiyet tarzında olmamıştır. Müşterek cihetleri; meşrûtiyetin ilânı,
teşkilat-ı esasiyenin tekrar yürürlüğe konulması, parlamenter bir sisteme
geçilerek hâkimiyet-i milliyenin tesisi noktalarındadır. Fakat İttihat ve
Terakki, tatbikatıyla çok kısa bir zamanda “Sultan Abdülhamid’in hafif ve az
istibdadını şiddetli ve kesretli” bir hâle getirerek, “Meşrûtiyeti gaddar,
çirkin ve hilâf-ı şeriat” göstermeye ve halkı da meşrûtiyet aleyhine sevketmeye
başladığında Bediüzzaman’la yolları ayrıldı. Bediüzzaman; “Sen Selanik’te
İttihat ve Terakkî ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın?” sorusuna, “Ben
ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver Bey gibi adamlarla
şimdi de müttefikim; lâkin bazıları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna
saptılar” şeklinde cevap vermiştir. “Ben Selânik’te Meydan-ı Hürriyette
okuduğum nutuk ile ilân ettiğim mesleğimi şimdi de takip ediyorum” demiştir.
Bediüzzaman, İkinci Emirdağ Hayatı döneminde yazdığı lâhikalarda, özellikle CHP
ile alâkalı tahlillerde, “İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri”,
“İttihatçıların ve mason kısmının seyyiâtları” tâbirlerini müteaddit defalar
kullanmıştır. Bu ifadelerle, İttihatçıların menfi icraatlarını netice veren
zihniyet ve anlayışın CHP’de devam ettiğine işaret etmiştir. Bu zihniyetin
tezahürleri günümüz siyasetinde de âşikâr bir şekilde müşahede edilmektedir.
Osmanlı Ahrar Fırkası ve Bediüzzaman 1908’in Ağustos ayında Sadrazam olarak
vazifelendirilen Kâmil Paşa, kabinesini kurdu. Kabinede İT (İttihat ve Terakki)
mensubu bir tek nâzır bulunmamaktaydı. Cemiyet, Sultan Hamid’e itimat edemediği
için ona karşı mukavemet edebilecek ve liberal görüşlü bir şahsiyet olarak
yaşlı ve tecrübeli Kâmil Paşa’yı tercih etmişti. Kâmil Paşa da Sultan’a karşı
Cemiyeti kullanıyordu. Esasında Paşa, İT cemiyetine sıcak bakmıyor, onları
küçümsüyordu. Cemiyet ise, öncelikle 1908 Kasım ayında yapılacak seçimlerde
mecliste ekseriyeti elde etmeyi sonra da idareye ağırlığını koymayı
planlıyordu. 14 Eylül 1908’de Osmanlı Ahrar Fırkası kuruldu. Kurucuları Prens
Sabahaddin’e yakın isimlerdi. Parti programında da Sabahaddin Bey’in “adem-i
merkeziyet” ve “teşebbüs-ü şahsî” olarak ifade ettiği fikirlerine yer
verilmişti. Ferdiyetçiliği ve hürriyetçiliği müdafaa ediyordu. Osmanlı
sınırları içindeki bütün unsurların eşitliğine önem veriyordu. Şerif Mardin’in
tesbitleriyle; Sabahattin Bey’e göre Osmanlı toplumunun özelliği bir memur
zümresinin tahakkümüydü. Düşüncesinin gerçek özü “hükümetle milleti yekdiğerine
muârız iki kuvvet olmaktan” kurtarmaktı. Partinin Reisi açıklanmamış, bu makam
boş bırakılmıştı. Bu şekilde partinin esas reisinin Prens Sabahaddin olduğunun
ima edildiği söyleniyordu. O sırada Sadrazam olan Kâmil Paşa da Ahrar
taraftarıydı. Ahrar Fırkası kurulduğu günden itibaren İttihat ve Terakki’nin
şiddetli muhalefeti ile karşılaştı. Teşkilâtlanamaması için her türlü baskı ve
engelleme yapılıyordu. Seçimlere çok az bir süre kaldığı için de İstanbul
dışında teşkilâtlanamadı. Seçimlere İT ile birlikte sadece Ahrar Fırkası
katılabilmişti. Kasım-Aralık aylarında yapılan seçimlerde Ahrar Fırkası bir
varlık gösteremedi. İstanbul’da Prens Sabahaddin ve Kâmil Paşa gibi adaylar
olmasına rağmen mebus çıkaramadı. Sadece Ankara’dan bir mebus çıkarabildi.
Meclisin büyük bir kısmı İttihatçı olmakla birlikte sonradan bir kısım mebuslar
Ahrar safına geçtiler. Ahrar Fırkası’na yakınlığı bilinen Sadrazam Kâmil Paşa,
Cemiyetin gücünü ordu üzerinde denetim kurarak azaltmak maksadıyla Şubat
1909’da Harbiye ve Bahriye Nazırlarını değiştirdi. İT buna sert bir muhalefetle
karşılık verdi. Bu değişikliği hükümet darbesi olarak kabul ettiğini açıkladı.
Beşiktaş açıklarında demirlemiş olan donanma, Sadrazam’dan bir açıklama
yapmasını istedi. Yeni atanan Harbiye Nazırı Nazım Paşa kumandasındaki Birinci
Orduya bağlı subaylar da bu atamaya karşı olduklarını bildirdiler. Meclisdeki
İttihat ve Terakki grubu Kâmil Paşa’ya karşı güvensizlik önergesi verdi. Durum,
yıllar sonra yaşanacak olan 12 Mart Muhtırası günlerini andırıyordu. Ve oylama
8’e karşı 198 reyle Kâmil Paşa’nın aleyhine sonuçlandı. Emirdağ Lâhikasında geçen;
“Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları
devirdiler” şeklindeki tesbitin birincisi böylece tahakkuk etmiş oldu. Kâmil
Paşa’nın düşürülmesinden sonra Hüseyin Hilmi Paşa Sadaret makamına getirildi.
Takip eden günlerde huzursuzluklar, ihtilâflar şiddetlenerek 31 Mart Vak’ası’na
doğru hızla yol alınmaya başlandı. Bu arada İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti de
faaliyete geçerek İttihatçılara karşı Ahrarlarla ittifak ederek muhalefet
saflarına katıldı. İT gittikçe hırçınlaşıyordu. İttihatçılara sert tenkitler
yönelten Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’nin faili meçhul bir cinayete
kurban gitmesi durumu daha da karıştırdı. Nihayet Avcı Taburlarının isyanı ile-
hâlen tam olarak aydınlatılamamış olan- meş’um 31 Mart Vak’ası meydana geldi.
(Devam edecek) ORHAN DÜNDAR 24.03.2009



__________________
"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

14

13.02.2010, 09:46

Yine mi siyaset merkezli konuşmalar.

Arkadaşlar Cemaatimizin üzülerek izlediğim tutumlarından biri,
Lütfen siyasetten uzak duralım, Üstadımız Bediüzzaman bu konuda apaçık bir şekilde “euzubillahimineşşeytani ve’s siyase” sözüyle nurcuların siyasetteki yerlerini belirtmiştir.

Şahide Hanım imzanızda yer alan Zübeyir GÜNDÜZALP' ın " Davasını ifade eden kazanır" sözüne binaen davamız siyaset değil nurları yaymak ve okumaktır.

Lütfen hepimiz bu konuda hassas olalım ve en azından foruma siyaseti bulaştırmayalım.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

15

13.02.2010, 09:47

Ahrarlar ve Demokrat Parti -2-





Otuz Bir Mart İsyanının Hareket Ordusu
tarafından şiddetle bastırılmasını takip eden günlerde İttihatçılara muhalif
bütün kesimler dağıtıldı. Kimileri idam edildi, kimileri hapsedildi, bazıları
sürgüne gönderildi, bir kısmı da yurt dışına çıkmak mecburiyetinde kaldı.
İsyanın tertipçileri arasında kabul edilen Ahrar Fırkası mensupları da aynı
akıbete maruz kaldılar ve fırka fiilen dağıldı. Sultan Abdülhamid tahttan
indirilerek yerine Sultan Reşad getirildi. İttihat Terakki giderek ülke
idaresine ağırlığını daha fazla koymaya başladı. Bu döneme ait hadiseleri
tetkik ve tahlil etmek yazımızın maksadı dışındadır. Ancak yakın tarihimizde
“Bâbıâli Baskını” olarak meşhur olan hadiseye kısaca temas etmek icap eder.
1912 yılında “Halâskârân-ı Zabitan Grubu” isminde askerî bir hizip ortaya
çıktı. İttihatçılara muhalif olan bu hizip, ordunun siyasetten çekilmesini
hedefliyordu. Gerçekten de ordu, meşrûtiyetin ilânından itibaren devamlı olarak
İttihat ve Terakki’nin yanında yer almış, en zor anlarında Cemiyeti dağılmaktan
kurtarmıştı. Şimdi ise, ordunun siyasete müdâhalesinden rahatsızlık duyan başka
bir askerî hizip siyasete müdâhale ediyordu. Hâlâskarân hareketinin
muhalefetiyle, mevcut İttihatçı kabine istifa etmek durumunda kaldı. Kasım
1911’de kurulan Hürriyet ve İtilâf Partisi ile Prens Sabahaddin ve Nazım
Paşa’nın Halâskârân-ı Zabitan grubu ile münasebetleri bulunduğu ifade
ediliyordu. 1911’de kurulan Hürriyet ve İtilâf Fırkası İttihatçılara muhalif
bütün siyasî güçleri bünyesinde toplamıştı. Rıza Nur, Damat Ferit, Mustafa
Sabri, Miralay Sadık, Rıza Tevfik ve Müşir Fuad Paşa gibi tanınmış şahsiyetler
Fırka’ya dahil olmuşlardı. Prens Sabahaddin ise bu yeni fırkaya mesafeli
duruyordu. Takip eden bir dizi hadiseden sonra 29 Ekim 1912 tarihinde Kâmil
Paşa, II. Meşrûtiyet döneminde ikinci defa sadrazamlığa getirildi. Bu arada
Balkan Harbi giderek kritik bir hal almaya başlamıştı. Kâmil Paşa İttihatçılara
da, İtilâfçılara da mesafeli davranıyordu. Birbirine hayat hakkı tanımayan her
iki fırka da, Kâmil Paşa hükümetini düşürmek maksadıyla ayrı ayrı tertiplere
başladı. İttihatçılar erken davranarak “Bâbıâli Baskını”nı gerçekleştirdiler.
23 Ocak’ta 1913’te kabine toplantı halindeyken Bâbıâli’yi basarak Kâmil Paşa’yı
silâh zoruyla istifa ettirdiler, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı da vurarak
öldürdüler. Kâmil Paşa hükümeti yine İttihatçılar tarafından, bu sefer kanlı
bir askerî darbe ile devriliyor, “Ahrarların ikinci defa devrilmesi” böylece
tahakkuk ediyordu. Esasında bu tarihlerde Ahrar Fırkası mevcut değildi. Fırka
31 Mart hadisesinden sonra dağılmış, Ocak 1910 tarihinde kendini feshetmişti. Ancak,
hürriyetperver görüşleriyle tanınan Kâmil Paşa, İttihatçılara muhalif, aynı
zamanda İtilâfçılara da yüz vermeyen bir siyaset tatbik ediyordu. Bediüzzaman
1950’li yıllarda Demokrat Parti’ye destek verdiği dönemde Demokratları; “Ahrar
Fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi” şeklinde tarif ederek her iki partiyi
aynı misyonun temsilcisi ve birbirinin devamı olarak kabul ve tasvib edecektir.
Bu dönemde Demokratlardan devamlı olarak “Ahrarlar” şeklinde bahsederek; II.
Meşrûtiyet döneminde başlayıp uzun bir aradan sonra tekrar vücud bulan bir
siyasî çizgiye ve anlayışa dikkat çekmiştir. İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti ve
Bediüzzaman II. Meşrûtiyet döneminin en çok tartışılan ve günümüze kadar
“irtica” anlamında en müessir bir şekilde istismar edilen teşekkülü İtti- hâd-ı
Muhammedi Cemiyeti’dir. Cemiyet, teşekkülünden iki ay sonra meydana gelen 31
Mart hadisesinin baş müsebbibi kabul edilmiştir. Cemiyetin nizamnâmesi,
cemiyetin “mürevvic-i efkârı” olan Volkan gazetesinde 16 Mart 1909 tarihinde
neşredilmiştir. Bu nizamnâmede Bediüzzaman’ın ismi kurucuların arasında
sekizinci sırada yer almıştır. Ancak Bediüzzaman, Divan-ı Harb-i Örfî isimli
eserinde; “İşittim, İttihâd-ı Muhammedî namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş.
Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış
hareketi vücuda gelsin” ifadelerini kullanmaktadır. Kurucusu olduğu bir
cemiyeti başkalarından “işitmesi” ve “nihayet derecede korkacağı” bir cemiyetin
bizzat kurucusu olması pek makul görülmemektedir. Aynı ifadenin devamında Bediüzzaman’ın
“cemiyetten alâkalarını kestiklerini” belirttiği Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık gibi
zatlar da kurucuların arasında, üstelik birinci ve ikinci sırada ilân
edilmişlerdir. Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık’ın istifa etmelerinden sonra,
bilgileri dışında kurucu yapıldıkları gerekçesi ile kayıtlarının silinmesini
isteyen başkaları da olmuştur. Bu bilgiler dikkate alındığında, Bediüzzaman’ın
da kendi bilgisi dışında kurucu ilân edildiği hatıra gelmektedir. Ancak
Bediüzzaman, “kendi tarif ettiği vecihle” cemiyete intisab ettiğini belirtir.
Fakat endişeleri bulunmaktadır. Ona göre, “cemiyetin ismi umumun hakkı olup
tahsis ve tahdid kabul etmez.” Tereddütlerini ve intisab ettiği bu cemiyetten
ne anladığını bizzat Volkan sütunlarında tafsilatıyla izah eden makaleler
neşreder. Cemiyetin müntesibleri “Kalû Belâdan dahil umum mü’minlerdir.”
Maksadı, dinin yüzde doksan dokuzunu teşkil eden “ahlâk, ibadet ve fazilet”
için gayret etmektir. Yüzde bir nisbetinde olan siyaseti ise “Ulülemre” havale
etmektedir. Cemiyete, tarif ettiği mânânın inhisar altına alınmasına engel
olmak ve fırkaların sebep olduğu iftirakların önüne sed çekmek için intisab
ettiğini beyân etmiştir. İttihâd-ı Muhammedî’nin bir fırka olmadığı gibi bir
cemiyet dahi olmadığını ifade eder. Askerlerin birtakım cemiyetlere
katılmalarına karşı olduğu gibi İttihâd-ı Muhammedî’ye de katılmalarını tasvib
etmez. Eserlerinde İttihâd-ı Muhammedî ile ilgili verdiği tafsilatlı malûmatın
tamamı dikkate alındığında, Bediüzzaman’ın esasında; İttihad-ı İslâmı gaye
edinen bir cemaat tarifi yaptığı fark edilir. Cemiyet tarifini de aşan böyle
bir dini cemaatın, siyasî harekete dönüştürülmesine muhalefet eder. Aynı
zamanda bu tarz bir cemaatın siyaset ile münasebetinin sınırlarını da tayin
etmektedir. Dinin siyasete âlet edilmesinden endişe ederek cemiyete dahil
olduğu, bunun için Derviş Vahdeti de dahil olmak üzere efkâr-ı âmmeyi
makaleleriyle ikaz ettiği anlaşılmaktadır. Bediüzzaman, İttihat ve Terakki
Fırkası’nın bozuk ve mason kısmını CHP ile, Ahrar Fırkası’nı Demokrat Parti ile
irtibatlandırdığı gibi, Emirdağ Lâhikasında, Nur Talebelerinin de mânen
İttihad-ı Muhammedî’den olduğunu belirtir. Meşrûtiyette, İttihad-ı
Muhammedi’nin İttihatçıların mason kısmına karşı Ahrarlarla ittifak etmesi
gibi, Nur Talebelerinin de Demokratlara nokta-i istinad olduğunu belirtir. O
döneme ait çalışmalarda, Ahrar Fırkası ile İttihad-ı Muhammedi arasındaki
münasebetlerin 31 Mart Vak’ası vesilesiyle ve hâdisenin müsebbibleri olarak ele
alınmasının nerede ise genel kabul görmesi, Ahrar-İttihad-ı Muhammedî
ittifakının sağlıklı bir tarzda araştırılmasına önemli bir mani teşkil
etmiştir. Bediüzzaman’ın müteaddit defalar zikrettiği Ahrar-İttihad-ı Muhammedî
ittifakı peşin hükümlerden uzak bir tarzda araştırılmayı beklemektedir.
Bediüzzaman’ın İstanbul’a ikinci gelişi 1910 yılının ilk aylarında İstanbul’dan
ayrılan Bediüzzaman, Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatine iştirak etmek üzere 1911
yılının Nisan ayında tekrar İstanbul’a gelir ve bu defaki gelişinde, 1912
Sonbaharına kadar takriben on dört ay İstanbul’da kalır. Bu on dört ay boyunca
İstanbul’da siyasî faaliyetler bütün hızıyla devam etmektedir. Muhalefette
Osmanlı Demokrat Fırkası, Mutedil Hürriyetperveran Fırkası ve Ahali Fırkası
gibi yeni fırkalar ortaya çıkmıştır. Kasım 1911’de Hürriyet ve İtilâf Fırkası
kurulduğunda mezkûr fırkaların üçü de Hürriyet ve İtilâf Fırkasına iltihak
etmişler ve muhalefet tek çatı altında birleşmiştir. Hürriyet ve İtilâf
Fırkası, liberaller, muhafazakârlar, meşrûtiyetçiler ve mutlâkıyetçilerin
tamamını bünyesinde toplamıştı. Memleket dahilinde giderek sertleşen bir
İttihatçı-İtilâfçı bölünmesi ortaya çıkmıştı. Bu arada Trablusgarb kaybedilmiş
ve Balkan Harbi başlamıştı. Bütün bu hadiselerin cereyanı esnasında İstanbul’da
bulunmasına rağmen, Bediüzzaman’ın sessizliği dikkat çekicidir. Eserlerinde o
günlerin siyasî hayatıyla ilgili bir değerlendirme pek bulunmamaktadır. Bunun
sırrını, aynı hadiselerin bir başka şahidinin hatıralarından tesbit etmek
mümkün olabilir. Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi o günler hakkında şu
satırları kaleme almıştır: “Bize denilecek ki; muhalefetsiz meşrûtiyet olmaz,
meşrûtiyet demek, muhtelif fırkaların, sayısız fikirlerin çarpışması, dengesi
demektir. Biz buna cevaben diyeceğiz ki: Fırkalı, muhalefetli, çarpışmalı
meşrûtiyetimiz, ordunun berbat olmasına, milletin iki düşman parçaya
ayrılmasına ve sonunda koca Rumeli’nin gitmesine sebep oldu.” Aynı soruya daha
sonraki yıllarda (1919) Bediüzzaman da benzeri bir cevap vererek; birbirini
inkâr eden bir anlayış üzerine tesis edilmiş, müşterek bir noktada buluşmaları
mümkün olmayan bir particilik anlayışını tasvip etmediğini beyan etmiştir. Bu
derece şiddetli bir tarafgirlikle tatbik edilen particiliğin, harici
müdâhalelere sebep olma tehlikesine de dikkat çekmiştir. Dolayısıyla İstanbul’a
bu ikinci gelişinde, siyasî faaliyetler karşısındaki sessizliğini, bu tarz bir
siyasetin tarafı olmak istememesine vermek mümkündür. Kendi siyasî
düşünceleriyle bir alâkası bulunmayan, münhasıran bir iktidar mücadelesi
mâhiyetinde cereyan eden siyasî çekişmelerden imtina ettiği anlaşılmaktadır.
Cumhurıyet dönemı çok partılı sıyasî hayati Bediüzzaman Said Nursî, bu yazının
konusu olarak ele aldığımız mektubuna; “Bu vatanda şimdilik dört parti var:
Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihâd-ı İslâmdır” diyerek
başlar ve önce İttihâd-ı İslâm Partisi’ni ele alır. İttihâd-ı İslâm Partisi
Malûm olduğu gibi o isimde bir parti o gün bulunmadığı gibi günümüze kadar da o
isimde bir parti kurulmamıştır. Mektupta mevcud bir parti gibi değerlendirmeye
tâbi tutulması, bu mâhiyette bir partinin kurulmasını Bediüzzaman’ın muhtemel
gördüğüne işaret ediyor . İttihad-ı İslâm ifadesi ile ne kasdettiğini özellikle
İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti ile ilgili bahislerde tafsilatıyla izah etmiştir.
İttihad-ı İslâm özet olarak; Kur’ân’ın emir ve yasakları ile Sünnet-i Seniyyeye
riâyet etmek, yeryüzündeki bütün Müslümanların arasında bulunan muhabbet ve
uhuvveti kuvveden fiile çıkararak birbirlerine maddî ve manevî yardımcı yapmak
ve bu sûretle terakkilerine yol açmak, İslâmı, evvelâ şahsında yaşamak sonra
da-eğer aksi tesire sebep olmayacak ise-başkalarına tebliğ etmekten ibarettir.
Bir bütün olarak “İ’lâ-i Kelimetullah” tabiri ile ifade edilen bu taleplerin
siyasete taşınması maksadı ile kurulacak herhangi bir siyasî parti, “İttihad-ı
İslâm Partisi” mâhiyetinde olacaktır. Bediüzzaman böyle bir partinin teşkilinin
ancak cemiyetin yüzde altmış-yetmişi tam dindar olduğu takdirde
düşünülebileceğini belirtir. O durumda dahi dini siyâsete âlet etmekten
sakınıp, siyâseti dine hizmetkâr yapmak için çalışması gerektiğini söyler.
Ayrıca, eğer siyasî şartlar dini siyasete âlet etmeye mecbur edecekse, böyle
bir durumda bu partiyi mahzurlu bulur. O, “dinin bir hakikatini bin siyasete
tercih ettiğini” ifade etmiştir. Bir kısım münafıkların siyaseti dinsizliğe
âlet etmelerine mukabil, dindar siyasetçilerin–Siyaset-i İslâmiye için dahi
olsa–dini kullanmalarına muvafakat etmemektedir. Bediüzzaman; “umumun mal-ı
mukaddesi olan” dinin inhisar altına alınamayacağını belirtir. Çünkü toplumun
bütün kesimlerinde, muhalif olsun muvafık olsun, dine muhtaç ve sahip olanlar
bulunduğunu söyler. Dinin, inhisarcı bir anlayışla kendi taraftarlarına daha
has gösterilmesi durumunda, toplumun önemli bir kesiminde dine karşı
“aleyhtarlık meyli” uyandırma tehlikesine dikkatleri çeker. Bu durumda, birer
elmas kıymetinde bulunan Kur’ân ve iman hakikatleri “propaganda-i siyaset”
zannıyla, halkın nazarında basit birer cam parçası kıymetine düşürülecektir. Bu
tür siyasî zeminlerde “siyaset vasıtasıyla dine hizmet” beyhûde bir teşebbüs ve
yorgunluktur. Ayrıca, “siyaseten galebe çalınarak” iktidar imkânlarıyla
cemiyeti İslâmî esaslar istikametinde dönüştürme teşebbüsü, insanları
münafıklığa/iki yüzlülüğe itecektir. Bediüzzaman’ın bu parti hakkındaki genel
tavrı, içtihad hususundaki tavrını hatırlatmaktadır. İçtihad Risâlesi’nde,
“İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır”
dedikten sonra mânileri sıralayarak izah etmiş, neticede; içtihad kapısını
zorlamak yerine, ihmale uğramış olan dinin temel esaslarının takviyesini tercih
ve tavsiye etmiştir. Aynı şekilde; nazariyatta demokratik bir hak olarak ele
aldığı “İttihad-ı İslâm Partisi”nin teşkili ile ilgili olarak, bu hususta
teşebbüs edilebilmesinin asgarî şartını ifade etmiş, tatbikatındaki tehlikeleri
ve riskli alanları da nazarlara vererek neticede; himmet ve gayretlerin cemaat
tarzı sivil hizmet alanlarında teksif edilmesinin, siyasetin dine dost ve
hizmetkâr yapılmasının daha doğru ve emin bir yol olduğunu izah etmiştir.
Cumhuriyet dönemi çok partili siyasî hayatında, “Siyasal İslâm” olarak
isimlendirilebilecek ilk teşebbüs, Cevat Rifat Atilhan tarafından Ekim 1952’de
kurulan “İslam Demokrat Partisi”dir. Mezkûr lâhikanın neşredildiği günlerde
ortaya çıkan ve kayda değer bir varlık gösteremeyen bu parti, Vatan Gazetesi
Başyazarı A. Emin Yalman’ın Hüseyin Üzmez tarafından vurulması olayı sebebiyle
1952 yılında kapatılmıştır. Bir daha 1970 yılına kadar bu anlamda bir parti
siyaset sahnesine çıkmayacak, dindar siyasetçiler ağırlıklı olarak Demokrat
Parti ve sonrasında da onun devamı olarak gördükleri Adalet Partisi bünyesinde
faaliyet göstereceklerdir. Tâ ki 1970 yılına kadar. (Devam edecek) ORHAN DÜNDAR
25.03.2009



__________________





"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

16

13.02.2010, 09:48

‘Kardeşiz, fakat siyaset noktasında
değil’ - 3 –






1970 yılında Necmettin Erbakan
tarafından “Millî Nizam Partisi” kuruldu. Kuruluşunda Nakşibendi Tarikatı İskender
Paşa Dergâhı fiilî ve aktif olarak yer aldı. Çok partili siyasî hayatımızda,
siyasal İslâmı temsil eden, ciddîye alınacak ilk parti bu partidir. MNP,
müstakil bir İslâmî siyaset çizgisi takip ederek, çeşitli isimler altında
günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Kuruluşundan on dört ay gibi kısa bir
süre sonra 12 Mart idaresinin Millî Nizam Partisi’ni kapatması üzerine Millî
Selamet Partisi adıyla, 12 Eylül 1980 İhtilâlinde bütün partilerle birlikte
MSP’nin de kapatılması üzerine bu sefer 1983 yılında kurulan Refah Partisi
olarak yoluna devam etti. RP ve daha sonra yerine kurulan Fazilet Partisi de
kapatılınca günümüzde faaliyetini sürdürmekte olan Saadet Partisi kuruldu. Bu
çizgide faaliyet gösteren partiler, dönemin şartlarına göre seviyesi ve tonu değişmekle
beraber İslâmî sembolleri ve tâbirleri yoğun ve tesirli bir tarzda kullandılar.
Sistemle girilen mücadelede, sistemin zorlayıcı tedbirleri ve değişen dünya
şartlarının tesiriyle zaman içinde kendisini değiştirse de esas karakterini hep
muhafaza etti. Bu çizgideki partilerden MSP, 1974 tarihinde CHP ile koalisyon
kurarak iktidarla tanıştı, fakat bu kısa iktidar ortaklığı partiye halk
nezdinde önemli bir prestij kaybettirdi. 1977 seçimlerinde milletvekili sayısı
yarıya düştü. Refah Partisi ise 1995 seçimlerinde % 21.4 oyla 158 milletvekili
çıkardı ve birinci parti durumuna geldi. Bu sefer büyük ortak olarak DYP ile
koalisyon hükümeti kurdu ve Erbakan başbakan oldu. Ancak bu sefer de,
Erbakan’ın takip ettiği iç ve dış siyaset ile hükümetin icraatları bahane
edilerek başlatılan 28 Şubat Süreci yaşandı. Takip eden günlerde önce RP, sonra
yerine kurulan Fazilet Partisi kapatıldı. Bu arada partide ortaya çıkan
Yenilikçi-Gelenekçi rekabeti bu çizgideki ilk çatlağı meydana getirdi ve
bölünmeyle neticelendi. Bu partilerden AKP, 2002 seçimlerini kazanarak İktidara
giderken Saadet Parti’si % 2,4 oyla meclis dışında kaldı. 2007’de de aynı oy
yüzdesinde kalarak bir varlık gösteremedi. Bediüzzaman’ın “…terbiye-i
İslâmiyenin zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete
âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır”
şeklindeki değerlendirmesinin hikmeti, ancak hem milletin, hem de o çizgide
faaliyetini sürdüren partilerin bizzat kendilerinin ağır bedeller ödemesinden
sonra anlaşılmış oldu. Bu arada takriben 25 senelik bir zaman kaybı, dinî
cemaatlar arası ortaya çıkan ihtilâflar, lâik hassasiyetlerin tahriki, toplumda
giderek artan lâik-dinci bölünmesi bu hareketin kâr-zarar muhasebesinde hesaba
katılması gereken ana kalemler. Bu siyasî çizginin ortaya çıkardığı neticeler
içinde ülke demokrasisi bakımından üzerinde pek de durulmayan, fakat belki de
en önemlilerinden biri; Kemalist-resmî ideolojiyi teyakkuza sevkederek
kendisini yeniden üretmesine ve idâmesine imkân vermiş olmasıdır. Bu arada
siyasal İslâm’ın taşıyıcı kadrolarının düşünce dünyalarının şekillenmesinde, o
çevrelerde bir dönem çok rağbet gören Mevdudi, Seyyid Kutup, Gülbeddin
Hikmetyar, Ayetullah Humeyni ve Ali Şeriati’nin eserlerinin tesirleri ayrıca
ele alınmalıdır. Halk Partisi Lâhikada ikinci olarak Halk Partisi ele
alınmıştır. Halk Partisi’nin tek parti dönemindeki tatbikatını, Bediüzzaman
eserlerinde; “istibdâd-ı mutlaka cumhuriyet nâmı vermek, irtidâd-ı mutlakı
rejim altına almak, sefâhet-i mutlaka medeniyet ismi vermek, cebr-i keyfî-i
küfrîye kanun ismini takmak” şeklinde tarif etmiştir. Bediüzzaman’a göre Halk
Partisi’nin din karşısındaki tavrı; “dinsizliği mutaassıbâne kendine bir din
ittihaz etmek tarzında”dır. Yirmi sekiz senelik bütün menfi tatbikatına rağmen,
hâlâ Demokratlara karşı bir cihette galip hükmünde olmasını, o partinin “acîb
ve zevkli bir rüşvet-i umumiyi” memurlara vermiş olmasına, günümüz tâbiriyle
tesis ettiği “bürokratik despotizm”e bağlar. Hakikatte bir hizmetkârlık olan
memuriyeti, millete karşı bir tahakküm vasıtasına çevirmiş olduğunu ifade eder.
“Memuriyet, emirlik; reislik değil, millete hizmetkârlıktır” mânâsındaki
hadîs-i şerifi nazara vererek, Demokratları bu hususta îkaz eder. Bir başka
mektubunda Halk Partisi ile “İttihatçıların bozuk kısmının” icraatları arasında
münasebet kurarak; “bu asîl Türk milleti ihtiyârıyla o partiyi katiyen iktidara
getirmeyecek. Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı
partinin altında bu vatana hâkim olacaktır” ifadeleriyle Halk Partisi’ne temel
yaklaşımını ortaya koymuştur. Halk Partisinin kurulduğu günden bugüne kadar
olan çizgisi ve misyonu her kesim tarafından bilinip, kabul edildiğinden bu
konuda fazla kalem oynatmak lüzumsuzdur. Millet Partisi Emirdağ-II lâhikaları
arasında yer alan bir mektupta şu ifadelere yer verilmiştir: “Eşref Edip kırk
seneden beri îmân hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad’da makàle yazan ve
şimdi vefât eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakîki İslâmiyet
mücâhidlerinden bir kardeşimdir. Ve Nurun bir hâmisidir. Ben vefât etsem de,
Eşref Edip Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyorum…
Sebilürreşad, Doğu gibi mücâhidler îmân hakîkatlerini ehl-i dalâletin
tecâvüzâtından muhâfazaya çalıştıkları için, ruh u cânımızla onları takdir ve
tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyâset noktasında değil.”
Mektupta bahsedilen Sebilürreşad ve Büyük Doğu dergileri, neşredildikleri
dönemde özellikle muhafazakâr kesimler tarafından takip edilen iki önemli
dergidir. Bu iki dergide işlenen fikirlerin ve takınılan siyasî tavırların daha
sonraki dönemlerde de tesirlerini görmek mümkündür. Bunlardan Necip Fazıl
Kısakürek tarafından çıkarılan Büyük Doğu Dergisi 1943 yılında yayın hayatına
başlamış ve 1975 yılına kadar fasılalarla neşredilmiştir. DP’ye doğrudan destek
vermese de CHP’ye karşı sert bir muhalefet yürütmüştür. Katı bir Batılılaşma ve
Komünizm düşmanıdır. Yahudiliğe ve masonlara karşı da aynı sert tavrı takınır.
Necip Fazıl’ın İslâmî düşüncesinin şekillenmesi ve bunun siyaset alanına
tatbikinde, 40’lı yıllarda intisab ettiği şeyhi Abdülhakim Arvasi’nin
belirleyici bir tesiri vardır. Sonraki yıllarda İslâmî siyaset çizgisinde
kullanılan bazı önemli temel fikirler ilk olarak Necip Fazıl tarafından ifade
edilmiştir. 1970 yılında kurulan Millî Nizam Partisi’nde Erbakan kadar önemli
bir isimdir. MSP içinde de oldukça aktiftir. Daha sonra bu çizgiden ayrılarak
MHP saflarında faal bir mücadeleye girişir. MHP mitinglerine konuşmacı olarak
iştirak eder. MHP’yi destekleyen muhafazakâr isimler arasında Abdülhakim
Arvasi’nin akrabalarından olan S. Ahmed Arvasi de dikkatleri çeker. Türk-İslâm
ülküsü kavramını ilk defa kullanan Arvasi’nin, MHP gençliği üzerinde önemli
tesirleri olur. Bediüzzaman’ın, kendisi hakkında gâyet senâkâr ifadeler kullandığı
Eşref Edip (Fergan) ise hukuk doktoru ve hafız-ı Kur’ân’dır. Bediüzzaman’ın
Mütareke dönemi yıllarında İstanbul’dan arkadaşıdır. İstanbul’un işgal altında
olduğu yıllarda İngilizlere karşı neşredilen “Hutuvat-ı Sitte” isimli eserin
tab’ında ve gizlice dağıtılmasında Bediüzzaman’a yardımcı olmuştur.
Bediüzzaman’ın hayatını da kaleme alan Eşref Edip’le aralarında bu derece derin
bir hukuk ve muhabbet bulunmaktadır. Buna mukabil “onlarla dostuz ve kardeşiz,
fakat siyaset noktasında değil” ifadesi dikkat çekicidir. Özellikle
Sebillürreşad Dergisinin o yıllardaki siyasî tavrı 1970 sonrasındaki
muhafazakâr kesimlerin siyasî tavırlarını anlamak bakımından aydınlatıcı
olacağından Millet Partisi bahsi, Sebilürreşad’ın takip ettiği siyaset ile
birlikte tahlil edilecektir. Derginin yayın politikasının belirlenmesinde Eşref
Edip’le birlikte Cevat Rifat Atilhan, M. Raif Ogan ve Hasan Basri Çantay da
etkilidir. Millet Partisi 20 Temmuz 1948’de, Demokrat Parti’den ayrılan ve
ihraç edilen milletvekilleri tarafından kuruldu. Genel başkanlığına Hikmet
Bayur, fahri başkanlığına da Mareşal Fevzi Çakmak getirildi. Kurucuları
arasında, Kenan Öner, Osman Nuri Köni, Enis Akaygen, Osman Bölükbaşı ve Sadık
Aldoğan gibi dönemin tanınmış simaları vardı. Genellikle muhafazakâr fikirleriyle
tanınan bu milletvekilleri, DP lideri Celal Bayar ile İnönü arasında gizli bir
anlaşma olduğunu iddia ediyorlar ve DP’nin CHP’ye karşı kasıtlı olarak tesirsiz
bir muhalefet sürdürdüğünü söylüyorlardı. Dindarlığıyla tanınan Mareşal’in
fahri başkan olması muhafazakârları MP’ye çekmişti. Sebilürreşad, MP’nin
kurulduğunu Mareşal’in neşrettiği beyannâme ile duyurur. Çakmak, partisinin;
“ahlâkın hâkimiyeti, aile ve din müesseselerinin yükseltilmesi, milletin
dilediği lisanla ibadet etmesi, İslâm cemaati teşkili, din derslerinin geniş
sûrette kabulü” şeklindeki görüşlerini ifade eder. Milliyetçilik partinin ana
prensiplerinden biridir. Sebilürreşad, Millet Partisi’ne sık sık yer vermeye
başlar. CHP ile birlikte DP’ye de muhalif bir yayın politikası izler. DP’nin
laiklik anlayışının CHP’den daha tehlikeli olduğunu belirtir. Haziran 1949’da
163. maddenin yasalaşmasında DP milletvekillerinin CHP ile birlikte hareket
etmesi üzerine DP’ye karşı muhalefetini sertleştirir. DP ile CHP’nin aynı
hamurdan olduğu ifade edilir. Seçimlere doğru; DP başarılı olursa CHP’nin
dağılacağı, DP’nin CHP’nin vazifesini göreceği iddiâ edilir. Diğer taraftan,
Millet Partisi’nin din ve vicdan hürriyetine daha fazla önem verdiği
vurgulanır. Seçimlere bir ay kala Mareşal Fevzi Çakmak’ın vefatı parti için
büyük bir kan kaybı olur. Seçimlerde Millet Partisi bir varlık gösteremez ve %
3 oy yüzdesi ile ancak Osman Bölükbaşı milletvekili seçilebilmiştir. DP % 54 oy
ve 408 milletvekili ile iktidara gelmiş, CHP ise % 40 oy ile 69 milletvekili çıkarabilmiştir.
Seçimlerden bir müddet sonra Sebilürreşad’da Demokrat Parti’ye karşı bir
yumuşama başlar. Özellikle ezanın tekrar Arapça okunmasına müsaade edilmesi
takdir ve sevinçle karşılanır. 1951 yılının başında Menderesin DP İzmir İl
kongresinde; “Türkiye devleti Müslümandır ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın
icaplarını yerine getirecektir” şeklindeki konuşması Menderes’e karşı
Sebilürreşad’ın yazarlarında muhabbeti daha da arttırır. Ekim 1952’de derginin
öndegelen yazarlarından Cevat Rifat Atilhan yukarıda bahsettiğimiz “İslâm
Demokrat Partisi”ni kurar. Daha önce Eşref Edip tarafından “İslâm Demokratlar
Cephesi” konusu gündeme taşınarak işlenilmiş, meclisdeki bütün dindar
milletvekillerine, parti farkı gözetmeksizin bu isim altında ittifak etmeleri tavsiye
edilmiştir. İslâm Demokrat Partisi, DP’ye bir türlü ısınamayan Sebilürreşad
kadrosunun müşterek bir kararı mıdır, yoksa Atilhan’ın münferid bir teşebbüsü
müdür bilemiyoruz. Bu arada Cevat Rifat Atilhan’ın, Yahudilik, Siyonizm ve
masonluk konusundaki tahşidâtı ve bu alanda meydana getirdiği onlarca eser,
kendinden sonraki kuşakları önemli derecede etkilemiştir. Bu fikir; milliyetçi,
siyasal İslâm ve muhafazakâr kadroların her üçünde de kalın çizgilerle beliren
müşterek bir çizgidir. Şahiner’in “Son Şahitler” isimli çalışmasının altıncı
cildinde, Atilhan’ın 1952 yılında İstanbul’da Akşehir Palas Otelinde kalan
Bediüzzaman’ı ziyareti anlatılır. 1912 yılında Harbiye’den mezun olan Atilhan,
Balkan Harbi ve Birinci Dünya Savaşında önemli kahramanlıklar gösterir.
Kurtuluş harbinde milis generali olarak görev yapan Atilhan’ın bu
kahramanlıklarını bilen Bediüzzaman, onu çok sıcak karşılar, yaptığı hizmetleri
takdir eder. Bu ziyarette Bediüzzaman Atilhan’a: “Bu fesad cemiyeti hakkında
yazdıkların kâfîdir. Bunlarla alâkalı olarak daha fazla yazmamak lâzımdır. Daha
fazla bunlardan bahsetmek, kendilerinin propagandası hükmünde olur”
tavsiyesinde bulunur. 22 Kasım 1952’de Vatan Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin
Yalman, Hüseyin Üzmez tarafından Malatya’da vurularak ağır yaralanır. Bunun
üzerine basında yoğun bir irtica kampanyası başlatılır. DP’nin siyasetinde
ciddî bir kırılma yaşanır. Açılan dâvâlar sonucunda Büyük Doğu Dergisi ve İslâm
Demokrat Partisi kapatılır. Lâiklik ve Kemalizm konularındaki beyânâtı
sebebiyle Samsun milletvekili Hasan Fehmi Ustaoğlu partiden ihraç edilir. Necip
Fazıl Kısakürek tevkif edilir. Bediüzzaman ve talebeleri hakkında dâvâ açılır.
DP, CHP’ye yaklaşır. Bu hâdiseler Emirdağ-II lâhikalarında “başvekile ve dindar
mebuslara verilmek üzere yazdırılmış bir hakikattir” ifadeleriyle başlayan bir
lâhikada değerlendirilerek Menderes ve bazı milletvekilleri ikaz edilir. Bütün
bu gelişmeler üzerine Sebilürreşad’da DP ciddî bir şekilde muaheze edilerek
“Menderes ve partisi bir masaldan ibaret olduğu” kanaatine varılır. Bundan
sonra uzun bir süre siyasetten bahsedilmez. 1954’te seçimler yapıldığı halde
Sebilürreşad’da hiç yer almaz. DP ve Menderes uzun bir süre adeta ademe mahkûm
edilir. DP’ye takınılan bu menfi tavır, doksanlı yıllara kadar milliyetçi ve İslâm
siyaseti takip eden bütün kadrolarda ciddî bir şekilde kendini gösterecektir.
Bu arada 1953’te, Millet Partisi’nden Hikmet Bayur liderliğindeki bir grup
kopar. MP’den ayrılan bu grup lâik-Kemalist bir gruptur. Muhafazakârlar partiye
tamamen hakim olmuşlardır. Parti 1954 tarihinde mahkeme kararıyla kapatılır.
CHP kendisinden beklenmeyen bir tavırla, Millet Partisi’nin kapatılmasını
hürriyetlere aykırı bularak bunu DP aleyhinde kullanır. Bu olay DP ile CHP’yi
tekrar birbirinden uzaklaştırır. CHP Kemalist inkılâplara aykırı olan bir
partinin kapatılmasını tenkid ediyordu. Bir yandan kapatılan MP’nin oylarına
talip oluyor, diğer yandan Demokratları kendisi gibi hatta daha şiddetli bir
din muhalifi parti olarak göstermeye gayret ediyordu. —DEVAM EDECEK— ORHAN
DÜNDAR 26.03.2009



__________________





"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

17

13.02.2010, 09:50

Demokratlık isimde kalmamalı





Kısa bir süre sonra Osman Bölükbaşı’nın
liderliğinde Cumhuriyetçi Millet Partisi kurulur. 1954 seçimlerinde
milletvekili çıkaramayan CMP 1957 yılında da sadece dört milletvekili çıkarır.
1958 yılında Türkiye Köylü Partisiyle birleşerek Cumhuriyetçi Köylü Millet
Partisi adını alır. 1960 ihtilâlinden sonra Menderes ve iki arkadaşı idam
edilip diğer milletvekilleri hapse mahkûm edilirken Osman Bölükbaşı askeri idare
tarafından Kurucu Meclise seçilir. 1961 genel seçimlerinde % 14 oy alarak CHP
ve AP’den sonra üçüncü parti olmuştur. 1962’de CKMP’nin ikiye bölünmesiyle
Osman Bölükbaşı bu partiden ayrılarak Millet Partisi’ni tekrar kurar, fakat
giderek önemini kaybederek 1973’te siyasetten çekilir.

Osman Bölükbaşı’nın ayrılmasından sonra
CKMP’nin başına Alparslan Türkeş geçecektir. O güne kadar muhafazakâr tonların
daha fazla ön planda olduğu Millet Partisi, Türk siyasî hayatında artık
milliyetçi bir parti olarak yoluna devam edecektir. Türk ırkçısı ve
Turancılığın en önde gelen ismi olan Nihal Atsız, 1944’te ırkçılık-turancılık
dâvâsında birlikte yargılandığı Türkeş’in CKMP’nin başına geçmesiyle partiyi
destekleyen makaleler yazar. Ancak 1969’da partinin adının MHP olarak
değiştirilmesi ve Türkeş’in zamanla-özellikle parti tabanının
tesiriyle-Türk-İslam sentezi fikrine kaymasıyla yollarını ayıracaktır.

Türkeş’in liderliğindeki MHP giderek
gücünü artıracak 1969’da bir milletvekili çıkarmışken, 1973’de 3, 1977’de 16
milletvekili çıkaracaktır. 12 Eylül İhtilalinden sonra Milliyetçi Çalışma
Partisi adını alan partinin başına Türkeş 1987’de tekrar geçecektir. 1991
seçimlerinde RP ve IP ile ittifak yaparak 19 milletvekiliyle meclise girmişse
de 1995 ve 2002 seçimlerinde baraja takılarak meclis dışında kalan MHP, 1999
seçimlerinde 130, 2007 de ise 71 milletvekili çıkararak inişli çıkışlı bir
seyir izlemiştir. Türkeş’in 1998’de vefatı üzerine Parti’nin başına Devlet
Bahçeli geçmiştir.

Bediüzzaman, Millet Partisi’ni
değerlendirirken milliyetçilik bahsindeki fikirlerini de tekrar eder. Eğer
Millet Partisi İslâmiyet içinde mezc olmuş bir Türkçülük anlayışını esas
alırsa-ki, bu müsbet milliyettir-o düşünce zaten Demokrat mânâsı içinde
mevcuttur. Bu düşünceyi ayrı bir siyasi parti olarak sürdürmek gerekmez. Bu
konuda başka bir mektubunda da, “Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa,
Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhâlif ve muârız olmayarak, iktidara
gelmesine çalışmaz ” ifadelerini kullanır.

Bu tarz bir milliyetçilik anlayışını
Mektûbat’ta, “Müsbet Milliyet” olarak isimlendirir. Müsbet milliyet, içtimâî
hayatın dâhilî bir ihtiyacı olup, “teâvün ve tesânüd”e sebeptir. “Uhuvvet-i
İslâmiyeyi daha ziyâde teyid edecek bir vâsıta olur.”

Bediüzzaman’a göre “frenk illeti” tâbir
edilen ırkçılık ise, Avrupa’nın İslâm dünyasını parçalamak için aşıladığı bir
fikrî sapmadır. Böyle bir anlayış Millet Partisi vasıtasıyla siyasetin başına
geçecek olursa, diğer unsurların buna karşı aynı menfî milliyetçilik anlayışı
ile mukabele etmelerini netice verecektir. Bu durum ise “hem hakiki Türklerin,
hem İslâmiyet’in aleyhine” bir durumdur. Ülke bütünlüğünü tehdit eden bir
tehlikedir. Menfî milliyetçilik anlayışı ile birbirine hasım haline gelen
unsurlar haricî güçlere müracaat edecek ve dışarıdan nokta-i istinad
arayacaklardır. Bunun “ecnebî boyunduruğu altına girmek” kadar vahim neticeleri
olması muhtemeldir.

Bediüzzaman lâhikanın sonuna doğru
“gayet kuvvetli ve zevkli ve câzibedar” olarak tavsif ettiği iki anlayışa
karşı-ki birisi Halk Partisi’nin “bürokratik tahakküm”ü, diğeri de Millet
Partisi’nin “menfi milliyetçiliği”-Demokratları îkaz eder. Halkçılarla
ırkçıların ittifak ederek Demokratlar’ı mağlup etme ihtimaline dikkat çeker.
Yakın tarih siyasî hayatımız bu zaviyeden tetkik edildiğinde görülecektir ki;
İttihat ve Terakki’den başlayarak günümüze kadar olan bütün dönemlerde, İslâmî
değerlerden uzaklaşan “menfî milliyetçilik” anlayışı/ırkçılık, “Millet Partisi”
çizgisindeki siyasî hareketler ile Kemalist resmî ideoloji arasında hep temas
ve ittifak zeminini teşkil etmiştir. Halka tepeden bakan bürokratik tahakküm
anlayışı da bu ittifakı kolaylaştırarak takviye etmiştir. Son dönemde yaşanan
28 Şubat sürecinde, bürokraside MHP’ye yakınlığıyla bilinen kimi unsurların
aktif görev üstlenmesi ve bu çizgideki köşe yazarlarının 28 Şubat’ı destekler
tavır alması dikkat çekicidir. Son dönemlerde ortaya çıkan “ulusalcı” anlayışın
sembol isimlerinden Doğu Perinçek’in siyasi tavrı bu “ırkçı-halkçı” ittifakının
aydınlatıcı bir örnektir. Perinçek’in, düşünce kaynağı Çin Komünizmi olan
“Milli Demokratik Devrim” çizgisinden bugünkü “ulusalcı” çizgiye yaptığı
ideolojik seyahati; Bediüzzaman’ın dikkat çektiği noktanın nerelere kadar
genişleme imkânı olduğunu göstermektedir.

Tek parti döneminde ortaya konulan
resmî milliyetçilik anlayışının inşa safhasında, Türk milliyetçiliğinin iki ana
kurucusu olan Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın Mustafa Kemal’in yanında yer
almaları da bu ittifakın tarihi arka plânı hakkında fikir vermektedir.

Bediüzzaman lâhikasını, “Dindar Demokratlar,
husûsan Adnan Menderes gibi zâtların hatırları için otuz beş seneden beri terk
ettiğim siyasete bir-iki gün baktım” ifadeleriyle bitirir.

Bediüzzaman’ın o gün için mevcud bile
olmayan “İtihad-ı İslâm” partisi için “başa geçmemek lâzımdır” ifadesini kullandığı
gibi aynı şekilde, esasında oy nisbeti ve milletvekili sayısı bakımından yine
bir kıymeti bulunmayan Millet Partisi için de, “iktidara gelmeye çalışmamasını”
tavsiye eden ifadeler kullanması dikkat çekicidir. Bediüzzaman’ın bu
değerlendirmesinde partileri birer siyasi müesseseden ziyade temsil ettikleri
siyasi düşünceler açısından ele aldığı, bu sûretle siyasi hayatımızın fıtri
olan yapısını ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, Bediüzzaman;
İttihad-ı İslâm ve Millet Partisiyle temsil edilen siyasi düşüncelerin iktidara
talip olma arzusu taşıdıklarını ve bu imkâna da bilkuvve sahip olduklarını
ifade etmiş olmaktadır. Günümüz moda tabiriyle “siyasetin kırmızı çizgilerini”
çizmektedir. Türk siyasi hayatı, çizilen bu kırmızı çizgilerin ihlâl edilmesinin
ibret verici tecrübeleriyle doludur.



Demokrat Parti

Hemen fark edileceği gibi lâhikada
Demokrat Parti müstakil olarak doğrudan ele alınmamıştır. Diğer partilerin
değerlendirilmesinde bilvesile ele alınmıştır. Esas yeri Halk Partisi’nin
karşısındadır. Demokrat Parti’nin temel karakterinin Halk Partisi’nin esas ve
belirleyici vasıflarının aksi yönde olduğu ortaya çıkmaktadır. Müstebid
halkçılara mukabil hürriyetperver demokratlar; memuriyeti halk üzerinde bir
tahakküm vasıtası olarak gören mütehakkim halkçılara mukabil milletin
hizmetinde demokratlar; dine karşı halkçılar, dine hürmetkâr demokratlar;
muhaliflerine hayat hakkı tanımayan halkçılar, farklılıklara müsaadekâr
demokratlar.

Sadece Halk Partisi’nden hareketle
değil, İttihad-ı İslâm ve Millet Partisi ile ilgili değerlendirmeler ve bu
vesileyle Demokratlar’a yapılan ikaz ve tavsiyeler üzerinden de Demokrat
Parti’nin özellikleri ortaya konulmaktadır. Türkçülüğü, tabiatıyla diğer
unsurları da din birliği içinde mezceden bir müsbet milliyetçilik anlayışı
Demokratların temel vasıflarındandır. Üzerinde ısrarla durulan diğer temel bir
husus; “Birisinin günahıyla başkası muâheze ve mes’ul olmaz” kaidesidir.
Bununla Demokratlar’a, “suçun şahsiliği” prensibi ısrarla hatırlatılmaktadır.
Herhangi bir kişinin suçu ile o kişinin mensub olduğu “tâife, cereyan aşiret ve
parti” aynı suça ortak edilerek itham edilemez. Ferdin hukuku, “vatanın ve
devlet siyasetinin selâmeti için” dahi olsa zâyi edilemez.

Demokratlar, dini asla siyasete âlet
etmemeli fakat din ve vicdan hürriyetini, farklı inançları da kapsayacak
şekilde kâmil mânâda temin etmelidirler. Batılı devletler ile tavizkâr olmayan
dostâne münâsebetler geliştirilirken, İslâm dünyası ile de münasebetleri
artıran bir hârici siyaset takip etmelidirler. Cumhuriyet ve Demokrat mânâları
bir isimden ibaret kalmamalı müsemmaları ile hayat bulmalıdırlar.

Bu lâhika ve aynı mevzudaki
benzerlerinden hareketle herhangi bir partinin demokrat mânâsında olup
olmadığının anlaşılması da bu sûretle mümkün hâle gelmektedir.



Anavatan Partisi

1983-1993 dönemine önce uzunca bir süre
başbakan sonra vefatına kadar cumhurbaşkanı olarak damgasını vuran ANAP lideri
Özal’ın en önemli iddiası “dört eğilimi birleştirme” olmuştur. Bu talebe Halk
Partisi tabanından pek itibar edilmemekle birlikte muhafazakâr, milliyetçi ve
liberal kesimleri önemli ölçüde bünyesinde toplamayı başarmıştır.

Kuruluşundan sonra ilk seçimlerde tek
başına iktidara gelişinde çeşitli unsurlar belirleyici olmuştur. İhtilâl öncesi
dönemde son Adalet Partisi iktidarında, bürokrasinin zirvesinde birçok bakandan
daha selâhiyet sahibi olarak vazife verilmiş olması ve bu sayede kamuoyunun
dikkatlerini üzerine çekmesi sonraki siyasi hayatı için sağlam bir zemin teşkil
etmiştir.

İhtilâlden sonraki ilk genel seçimlere
gidilirken, İhtilâlin Lideri Kenan Evren’in açık bir şekilde Emekli General
Turgut Sunalp’in lideri olduğu partiye destek vermesi ve doğrudan ANAP’ı hedef
alan bir konuşma yapması halk üzerinde şiddetli bir aksi tesir uyandırmıştır.

Özal, 12 Eylül’ün hazırladığı sükunet
ortamını ustalıkla değerlendirerek kendisi için siyasi bir fırsata çevirmeyi
başarmıştır. İhtilal öncesinin partileri olan AP, CHP, MHP ve MSP kapatılmış,
liderlerine siyaset yasağı getirilmiştir. Sendikalar, Üniversiteler ve diğer
sivil toplum unsurlarının muhalif bir siyaset üretme imkânı ortadan
kaldırılmıştır. ANAP’ın karşısındaki rakip iki parti de muvazaa partisi
görünümünden kendilerini kurtaramadıkları gibi liderlerinin siyasetin acemisi
olması, Demirel’in adamı olduğu kanaati giderek intişar eden Özal’ı rakipsiz
bir vaziyete getirmiştir. Bu arada kapatılan partilerin devamı olarak, yasaklı
olan liderleri tarafından “el altından” kurulan partiler ihtilal konseyi
tarafından veto edilerek seçimlere sokulmayınca, Özal için iktidara gelmek
fazla zor olmamıştır.

Özal döneminde ciddi bir siyasi,
içtimâî ve kültürel istihâle/dönüşüm yaşanmıştır. Bu dönemin siyasi hayatta
kalıcı olarak bıraktığı tesirlerin başında “Fırsatçılık Zihniyeti” gelir.
Siyasetin-vitrin süsü olarak kullanılmaları dışında-bütün değerlerden tecrid
edilerek, “menfaat üzerine dönen bir faaliyet” haline getirilmesi, bu
fırsatçılığın cemiyet hayatının bütün alanlarına sirayet etmesini netice
vermiştir. 1987 yılında siyasi yasakların kalkması için yapılan referandumda
Özal’ın, yasakların sürmesi lehinde aleni olarak tavır alması ve parti olarak
bu istikamette tesirli bir kampanya yürütmüş olması Özal’ın ve partisinin
kimliğini, bütün müsbet icraatlarını bastıracak bir şekilde sorgulanır hale
getirmiştir. Halbuki 1977 yılında MSP’den İzmir milletvekili adayı olmuştu.
Seçilmiş olması halinde muhtemelen siyasi yasaklılar arasında olacaktı.
Seçilememiş, “abi” diye hitab ettiği Demirel’in son iktidarında, bakanlar üstü
yetkilerle techiz edilerek bürokrasinin başına getirilmişti. Hâl böyle iken,
siyasi yasakların devamı lehinde ihtilalcilerle aynı safta yer alması,
siyasetin bünyesinde pragmatizm adı altında zaten var olan “vefasızlığı”
pekiştirmiş olmanın ötesinde, sahiplenmeye çalıştığı demokrat misyon
temsilciliğini nerdeyse imkânsız kılmıştır.

İhtilâl sonrası kurulan askeri
yönetimde Ulusu hükümetinde başbakan yardımcısı olarak görev yapması ve
ihtilalcilerle gönüllü işbirliğine gitmesi, 12 Eylül ihtilâlinin, en azından
uzunca bir süre muhafazakâr taban tarafından meşru kabul edilmesi gibi ciddi
bir zihin karışıklığına da sebep olmuştur.

Bir dönem demokrat misyonun temsilcisi
olduğu önemli bir toplum kesimi tarafından kabul edilen ANAP’ın bugün nerdeyse
unutulma sürecine girmiş olması, ihtilâl şartlarında ortaya çıkan fakat uzunca
süren bir arızî parti olduğunu ortaya koymaktadır. “Bu vatanda bulunan dört
parti” içinde Millet Partisi’ne daha münasip bir vaziyette durmaktadır.



ORHAN DÜNDAR



__________________


"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

18

13.02.2010, 09:51

Sanatta, maharet tercih edilir




Suâl:
Bazı nâs, senin gibi mânâ vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a’mâl ve
etvârı pis tefsir ediliyor. Zira bazı Ramazan’ı yer, rakı içer, namazı terk
eder. Böyle, Allah’ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadâkat edecektir?
Cevap:
Evet, neam, hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve
vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve
sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve sanat başka olduğu için, fâsık bir
adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat
yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mahareti, tâbir-i âharla fazileti ve
hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezâife kifayet etmezler.
Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. Sanatta maharet ise müreccahtır. Hem de
o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler. Yani fena ve
çirkin Türktürler. Genç Türklerin râfızîleridirler. Herşeyin bir râfızîsi var.
Hürriyetin râfızîsi de süfehâdır.
Ey
Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadise yanlış mânâ verse veya
yanlış amel etse, acaba hadisi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie
edip nâmûs-u hadisi muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki hürriyet budur ki:
Kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin
hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şâhâne serbest olsun.
“Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:64.)
nehyinin sırrına mazhar olsun.
Sual:Haşiye
Demek biz eskiden beri hürriyetimize mâlik idik. Hürriyetimiz tev’em olarak
bizimle doğmuş. Öyleyse başkalar keyiflensin, bize ne?
Cevap:
Evet, zaten o sevdâ-yı hürriyettir ki, sizi tahammülsüz meşakkatlere mütehammil
kılmış. Ve medeniyetin muşa’şâ bu kadar mehasininden, sizin anka-i meşrebâneniz
sizi müstağnî etmiştir. Fakat, ey göçerler, sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer
yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kut-u lâyemût ve vahşet
ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor.
Vâkıa, şu biçare vahşî hayvanların bir lezzeti ve tesellîsi varsa, o da
hürriyetleridir. Lâkin güneş gibi parlak, her ruhun mâşukası ve cevher-i
insaniyetin küfvü o hürriyettir ki, saâdet-sarây-ı medeniyette oturmuş ve
marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan
hürriyettir.
Hâşiye:
Haymenişinler tarafından yani göçebe, siyah çadırlı bedevîlerin suâlidir.
Münâzarât,
s. 56-58
*** Ef’âl-i
hususiye-i nâmeşrua, san’attaki meharet ve hazakate münafi değildir ve san’atı
menfur etmez. Nasıl ki bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû
harekâtı için, onların tıp ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz.
Hutbe-i
Şamiye, s. 113-14
"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

19

13.02.2010, 10:18

CEVAP: Yine mi siyaset merkezli konuşmalar.

Arkadaşlar Cemaatimizin üzülerek izlediğim tutumlarından biri,
Lütfen siyasetten uzak duralım, Üstadımız Bediüzzaman bu konuda apaçık bir şekilde “euzubillahimineşşeytani ve’s siyase” sözüyle nurcuların siyasetteki yerlerini belirtmiştir.

Şahide Hanım imzanızda yer alan Zübeyir GÜNDÜZALP' ın " Davasını ifade eden kazanır" sözüne binaen davamız siyaset değil nurları yaymak ve okumaktır.

Lütfen hepimiz bu konuda hassas olalım ve en azından foruma siyaseti bulaştırmayalım.

20

13.02.2010, 12:30

CEVAP: Yine mi siyaset merkezli konuşmalar.

Arkadaşlar Cemaatimizin üzülerek izlediğim tutumlarından biri,
Lütfen siyasetten uzak duralım, Üstadımız Bediüzzaman bu konuda apaçık bir şekilde “euzubillahimineşşeytani ve’s siyase” sözüyle nurcuların siyasetteki yerlerini belirtmiştir.

Şahide Hanım imzanızda yer alan Zübeyir GÜNDÜZALP' ın " Davasını ifade eden kazanır" sözüne binaen davamız siyaset değil nurları yaymak ve okumaktır.

Lütfen hepimiz bu konuda hassas olalım ve en azından foruma siyaseti bulaştırmayalım.

Öbür başlıkta DP'nin İslam kahramanlığına tahammül edemeyen zata neden müdahale etmediniz peki..?

Yoksa siz sadece bugünkü hükümete mi söz edilmesine dayanamıyorsunuz..?

Eğer iddia ettiğiniz gibi YENİ ASYA cemaatinden iseniz, o başlıkta da müdahale etmeniz gerekirdi..(!)

En azından daha "demokratça" olurdu..

Etmediniz ama..O zaman neyinizden belli YENİ ASYA cemaatinden olduğunuz..?

Kaldı ki burası "Güncel haberler" bölümü ve o vatandaş olarak bile yanlışının söylenmesine dayanamadığınız hükümetin umrunda bile olmayan icraatlerin birçoğu müslümanların dini hürriyetleri..!

Ben sizin ve sizin gibilerin "siyaset yapmayalım" sözlerini de samimi bulmuyorum, çünkü eli hiçbir iş tutmayan bir hükümete toz kondurmayan, siyasetin ortasındadır..!

Hz Ömer'e r.a. bile yanlışı söylenebilmişken, size ve hükümetinize niye söyleyemeyiz..?

Ne özelliğiniz var..? Akp değil chp'mi iktidarda yoksa..? Milletin söz hakkı yok..!

Benzer konular

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir