Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

1

17.12.2009, 11:39

Cübbeli Ahmet Hoca’ya Cevap

[b]Cübbeli Ahmet Hoca’ya Cevap[/b]



13
Aralık 2009 Pazar günü Habertürk Televizyonunda “Teke Tek” programına
konuk olan Cübbeli Ahmet Hoca olarak da tanınan Ahmet Ünlü, Fatih
Altaylı’nın “Risale-i Nur nedir?” sorusuna verdiği cevapta, birkaç
sayfası dışında Risale-i Nur’u okumadığını ifade etmekle birlikte üç
konuda Risale-i Nur’a yönelik iddialarda bulunmuştur.


Tarih : 17 Aralık 2009, 09:28

Cübbeli’nin iddiaları şu şekilde özetlenebilir:

(1) Risale-i Nur’un dili ağır ve anlaşılmazdır.

(2) Risale-i Nur tefsir değildir.

(3) Said Nursi gayr-i Müslimlerin de –mesela Anzaklar-

“şehit” olabileceğini ileri sürmüştür.





Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki, bütün ömrünü “Kur’an’ı ve
İslami ilimleri en detayına varıncaya kadar öğrenmek ve öğretmek” için
vakfettiğini beyan eden Hoca’nın Risale-i Nur’u okumamış olması onun
noksanıdır. Zira Risale-i Nur, çağımız İslam dünyasında -Hoca’nın da
ilgi alanına giren konuları kapsayacak şekilde- telif edilmiş en
kapsamlı ve etkin metinlerden oluşan bir tefsir külliyatıdır. Ne demek
istediğimizi şu örnekle açıklayabiliriz: Şayet Hoca, 26. Söz olan Kader
Risalesi’ni okumuş ve anlamış olsaydı, söz konusu programda Fatih
Altaylı’nın kader konusundaki soruları karşısında bocalamazdı.

Cübbeli Ahmet Hoca’nın iddialarına karşı cevaplarımız şu şekildedir:




[b]İddia 1:
“Risale-i Nur’un dili ağır ve anlaşılmazdır.”[/b]



[b]Cevap 1:
Risale-i Nur, 20. yüzyılın ilk yarısında Osmanlıcanın
hâkim dil olduğu bir dönemde kaleme alınmıştır. Dolayısıyla o günlerden
bugüne dilimizdeki fukaralaşma Risale-i Nur’la ilk defa karşılaşanlarda
iddia edildiği gibi bir izlenim bırakabilmektedir. Ancak bu yargının
doğru olmadığı dönemin diğer dini ve seküler metinleriyle yapılan
kıyaslamada hemen anlaşılacaktır. Risale-i Nur'da Osmanlıca bir tabir
ya da terkibin hemen ardından, o zamana göre fazlasıyla sadeleştirilmiş
bir "tercümesi"nin kullanılması, müellifinin eserlerindeki dili, özel
bir seçimle kullandığını gösterir. Said Nursi isteseydi, meselâ,
"levh-i mahv isbat" yerine "yazar-bozar tahta", "irae eder" yerine
"gösterir", "beyder" yerine "harman" kelimelerini kullanabilirdi. Aynı
cümlenin içinde bu kelimeleri ardarda sıralayabilen biri olarak, "eski"
dil ile "yeni" dili birarada kullanmak istemiştir, yeni dilden habersiz
olduğu için eski dile mecbur kalmış değildir. Bu tercih, dile zenginlik
kattığı kadar, okuma ve anlamaya da akıcılık ve kolaylık katmaktadır.

Risale-i Nur'un dilinin bir başka özelliği ise Kur'ân’daki kelimelerin
konuşma diline aktarılması, Nebevî kavramları Türkçe konuşanlar başta
olmak üzere her insanın zihnine yerleştirmesi gibi bir misyonu yerine
getirmesidir. Gerçekten de, Risale-i Nur'u okuyanlar özel bir Arapça
eğitimi almadıkları halde, pek çok vahyî kavramı, Kur'ân kelimelerini
dağarcıklarına almış ve konuşma diline aktarmışlardır. Şu halde,
Risâle-i Nur diğer dilleri konuşan milletler için, Kur'an kelimelerinin
ve Nebevî terminolojinin konuşma diline aktarılması konusunda, bir
prototip, bir çalışma örneği olarak değerlendirilmeli.

Cübbeli Ahmet Hoca okumak ve anlamak için emek sarf etmediği Risale-i
Nur’u “dili ağır ve anlaşılmaz” diyerek zamanın dışında bırakma
gayretlerinden vazgeçmelidir. Kendisinden beklenen, seküler
saldırılarla iğdiş edilen zihnimizi Asr-ı Saadetle, Kur’an ve Peygamber
lisanıyla aşina kılan Risale-i Nur’u okuması ve anlamaya gayret
etmesidir.[/b]



[b]İddia 2:
“Risale-i Nur tefsir değildir.”[/b]



[b]Cevap 2:
Bu da yeni bir iddia değildir. Risale-i Nur'un bilinen
klasik tefsirler şeklinde –Cübbeli Hocanın ifadesiyle- Fatihayla
başlayıp Nâsla biten sıra içinde kelime ve cümlelere mana verip
yorumlayan bir kitap olmadığını gören bir kısım hocalar ve bazı muhalif
insanlar "Risale-i Nur bir tefsir değildir" demişlerdir. Bu iddialar
karşısında "Risale-i Nur Kur'ân'ın çok kuvvetli, hakikî bir tefsiridir"
diyen Said Nursi, bu itiraza açıklık getirmek için iki kısım tefsir
bulunduğunu ifade eder. [/b]



[b]Özetle şöyle der:[/b]



"Birisi malûm tefsirlerdir ki, Kur'ân'ın ibaresini ve kelime ve
cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve isbat ederler. İkinci kısım
tefsir ise, Kur'ân'ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle
beyan ve izah ve isbat etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti vardır.
Zahir malûm tefsirler bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar.
Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş,
emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî
tefsirdir."

Kur'ân'ın kelimelerini ayrı ayrı inceleyerek lûgat ve ıstılahî
manalarını araştıran ve bu şekilde Kur'ân cümlelerine mana vermeye
çalışan pek çok klasik tefsir vardır. Ancak çağın asıl problemi olan
iman zaafına Kur'ân'dan reçeteler sunan tefsirlere şiddetle ihtiyaç
vardır. İşte Risale-i Nur, Kur'ân'ı Kerim'in asrımızın ihtiyaçlarına
cevap veren ayetlerini tefsir etmiş ve bu konuda orijinal yorumlar
ortaya koymuştur.




[b]İddia 3:
“Said Nursi gayr-i Müslimlerin de –mesela Anzaklar- “şehit” olabileceğini ileri sürmüştür.”[/b]



[b]Cevap 3:
Risale-i Nur’un hiçbir yerinde Anzaklar’ın şehit
sayılabileceğinden bahsedilmez. Evet, Said Nursi bir mektubunda “kâfir”
de olsalar bazı kişilerin ölümlerini “bir nevi şehadet mertebesi”
olarak nitelendirmiştir. Ancak bu kişiler Çanakkale’ye savaşmak için
gelen Anzak askerler değildir. Said Nursi’nin şefkat ve merhamet hissi
ve “adalet-i mahza [tam adalet]” anlayışıyla bahsettiği şartlar/kişiler
şu şekilde tasnif edilebilir:

1. Felâket, helâket, sefalet ve açlık gibi semavi musibetlere maruz kalanlar

a. On beş yaşından küçük iseler hangi dine mensup olursa olsun zaten masumdurlar, bir nevi şehit sayılırlar.

b. On beş yaşından büyüklerin hepsi aynı kategoride
değerlendirilmemiştir. Burada, “masum ve mazlum” Hıristiyanlardan
bahsedilmiştir. Masum ve mazlum olan Hıristiyanlardan kastedilen de Hz.
İsa’nın din-i hakikisine sarılan Hıristiyanlardır. Zaten Ahirzamanda
Hz. İsa’nın din-i hakikisinin İslamiyetle omuz omuza geleceği, tevhid
inancında birleşeceği dikkate alınırsa, Hıristiyanların cehennemden
kurtulması ya da ölümlerinin “bir nevi şehadet” olarak
değerlendirilmesi daha doğru anlaşılabilir.

2. Mazlumların yardımına koşanlar, insanlığın rahatı, huzuru,
güveni ve sağlığı için mücadele edenler, dini ve mukaddes değerleri
korumak için çalışanlar ve insan hakları mücadelesini sürdürenlerin
başlarına gelen musibetler onlar için dünyevi ve uhrevi şeref
vesilesidir.

Söz konusu programda Cübbeli Hoca’nın verdiği örnekte de olduğu gibi,
bir gemide dokuz cani bir masum olsa, o bir masumun hakkı için o gemi
batırılamaz hükmünü koyan Allah, hiçbir suçu, günahı, sorumluluğu
olmadığı halde zalimlerin zulmüne maruz kalan veya umumun günahlarına
binaen başına gelen felaketlerden zarar gören masumların hukukunu da
koruyacaktır.

Said Nursi’nin bahse konu mektubunda ifade ettiği hususlar da bundan ibarettir.[/b]



[b]Dipnotlar[/b]

1Risale-i
Nur'da metnin akışı içinde gizli bir lûgatçe ile Kur'an kelimelerinin
sade karşılıklarını da verir. Aşağıda, Sözler'den seçilmiş 'iç lûgatçe'
örnekleri sunulmaktadır.

".... o Sultana muhâtab ve halîl ve dost ol!"

[b]halîl
= dost

"O rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celbeder, kendine çeker."

celbetmek = kendine çekmek.

"Nihayet ihtilât içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirinden ayrılıyor."

ihtilât = karışıklık

imtiyaz = fark = ayrı durmak

"Hakikî istib'ad, hakikî muhaliyet ve akıldan uzaklık..."

istib'ad = muhaliyet = akıldan uzaklık

"Merdâne kabre bak, dinle ne taleb eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak ne ister."

merdâne = erkekçesine

ne taleb eder = ne ister

"Onu bütün hakaikına temel taşı ve üssü'l esas yapıyor."

üssü'l esas = temel taşı

"... levh-i mahv ve isbat namında yazar-bozar tahtası hükmündedir."

levh-i mahv ve isbat = yazar-bozar tahta

"Mahşer ise bir beyderdir, harmandır."

beyder = harman

2Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, s. 917. [/b]

3“Şiddet-i
şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevi ve
şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen
felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime
dokundu. Birden ihtar edildi ki:

Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat
vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i
semaviye masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim
yokken, Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O
manevi ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu.
Şöyle ki:

O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi
olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş
yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir.
Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.


On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı
büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü ahirzamanda madem
fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık
perdesi gelmiş. Ve madem ahirzamanda Hazret-i İsa’nın (a.s.) din-i
hakikîsi hükmedecek, İslamiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi,
fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup
Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir
nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir
ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında
musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin
sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen
gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye
hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o
elim elem ve şefkatten teselli buldum.

Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden
gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak
insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i
beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve
hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o
fedakârlığın manevi ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti
onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.”

[b](Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, s. 146-148)


[/b]







Vefa, Cemal Yener Tosyalı Cad.

No: 117

Süleymaniye/İstanbul

Tel: (212) 513 11 10 - 655 88 59/402

Faks: (212) 474 09 07

e-mail: info@risaleinurenstitusu.org

www.risaleinurenstitusu.org
"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

2

17.12.2009, 11:41

Yeni bir iftira furyası (1)

Yeni bir iftira furyası (1)
















Bir
yandan kardeş kavgasının kanlı arenasına çevrilmek istenen Türkiye'de,
bir yandan da "kardeşliğin reçesi"ni yazan Bediüzzaman Hazretlerine
yönelik akılla, vicdanla bağdaşmayan iftiralar üretilmeye çalışılıyor.

Evet, zaman zaman nüksettiği gibi, şimdi bir kez daha furyaya
dönüşen dehşetli bir iftira kampanyasıyla karşı karşıya gelmiş
bulunuyoruz.

Said Nursî'yi Şeyh Said Hadisesine bulaştırmaktan tutun, o
zâtın saldırgan düşmanların ölülerine rahmet okuduğuna, hatta işgalci
kuvvetlerle işbirliği yaptığına varıncaya kadar, ancak insî şeytanların
aklına gelebilecek türden iftiralar üretiliyor.

Bu ise, kelimenin tam anlamıyla bir fitne hareketidir.

Kimi bilerek, kimi ise bilmeyerek âlet oluyor bu dehşetli fitneye…

Gazetelerde, tv programlarında, yahut web sayfalarında
kaynatılan bu fitne kazanı, ne yazık ki yer yer etkili olabiliyor ve
safi zihinleri karmakarışık bir hale getirebiliyor.

Bu sebeple, meydanı asla boş bırakmamalı…

* * *

Eskiden, Said Nursî'nin ismi ile Şeyh Said'in ismi birbirine
karıştırılıyordu. Son zamanlarda, bu karıştırma işine İngiliz Muhibban
Cemiyetinin aktif üyelerinden "Said Molla" ismi de eklendi.

Oysa, bu her üç isim de ayrı ayrı şahsiyetlerdir. Üstelik,
vefat tarihleri ve çalışma tarzları gibi, dine hizmet noktasındaki
içtihatları da birbirinden tamamen farklıdır.

Millî Mücadeleye muhalefet eden Said Molla, İngilizlere âlet
olan İslâm Teali Cemiyetinde (1920) de çalışarak, kendine bambaşka bir
yol çizmiştir. Lozan'dan sonra (1923), meşhûr 150'likler listesine
dahil edilmiştir.

Millî Mücadeleye taraftar olan Şeyh Said ise, dine muarız
inkılâp hareketlerinin zuhûr ettiği Mart 1924'ten itibaren, Ankara
hükümetine karşı fiilî bir kıyâm hazırlığı içine girmiştir.

Şeyh Said, kıyâm için desteğini beklediği Said Nursî'den farklı
bir cevap almıştır. Bediüzzaman, kardeş kanının dökülmemesi
tavsiyesinde bulunmuştur.

Şeyh Said, zındıka rejimine karşı 1925 Şubat'ında silâhlı
başkaldırı hareketinde bulunmuş ve çok kısa bir zaman zarfında mağlup
düşmüş; sonunda 47 arkadaşıyla birlikte idam edilmiştir.

Said Nursî ise, aynı cereyanla fikir ve kalem metoyla mücadele etmiş ve sonunda muvaffak olmuştur.

Tarihî hakikat bize açıkça gösteriyor ki, din kardeşi olan iki Said'in içtihadı ve hizmet metodu birbirinden farklıdır.

Bu önemli farkı nazara vermeden konuyu işlemek, bazan cinayet işlemek kadar ağır bir suç teşkil ediyor.

Hele hele, tutup kıyama iştirak etmeyen Said Nursî'nin, bu
tavrından dolayı pişman olduğunu, yahut özür dilediğini söylemek, ona
yapılabilecek en büyük bir iftira olduğu kadar, onun müsbet hareket
dairesindeki "iman kurtarma ve kardeşliği ihyâ etme" dâvâsını da hiç
anlamamak mânâsına gelir ki, maazallah...

İster bilerek, isterse bilmeyerek olsun, bu giki konularda yapılan hataları düzeltme çabamız, biiznillah kesintisiz devamedecek.

(Devamı var)

Tarihin yorumu 15 Aralık 1971

İmân cihetiyle kardeş olmak...

Türk matbuat (basın–yayın) sahasında etkili roller oynamış
"Sebilürreşad" markasının sahibi olan Eşref Edib Fergan, doksan
yaşlarında İstanbul'da vefat etti. (15 Aralık 1971)

"Türk matbuatının mücahit kalemi" olarak da bilinen Eşref Edib'in kabri Edirnekapı Mezarlığındadır.

Meşrûtiyet'in ilk yıllarından itibaren yayın hayatına atılan
Sebilürreşad'da, Mehmed Akif, İzmirli İsmail Hakkı ve Üstad
Bediüzzaman'ın da aralarında bulunduğu münevver zatların yazıları
çıkardı.

İstanbul'un işgali yıllarında Sebilürreşad'ın idare merkezini
Anadolu'ya taşıyan Eşref Edib, Mehmed Akif'le birlikte önce
Kastamonu'ya, ardından Ankara'ya gitti.

Savaş yıllarında dahi yayını devam eden bu mecmua, 1925'te Şeyh
Said Hadisesi bahanesiyle kapatıldı. Sahibi olan Eşref Edib de,
İstiklâl Mahkemelerinde yargılanarak hapis cezasına çarptırıldı.
Elazığ'daki cezaevinde, ayrıca maddî–mânevî büyük işkenceler gördü.

Siyaset kavşağı

22 yıl müddetle yayını yasaklanan Sebilürreşad, Millet Partisinin kurulduğu 1948'den itibaren, yeniden neşir hayatına döndü.

Din–imân cephesinde bütün mü'minleri, hasseten o tarihlerde
Afyon Hapishanesinde bulunan Üstad Bediüzzaman ve talebelerini
cesaretle savunan Sebilürreşad, siyasî kulvarda ise
milliyetçi/muhafazakâr kesimin adresi şeklini alan Fevzi Paşanın fahrî
başkanlığındaki Millet Partisinin bir nevi yayın organı haline geldi.

Dergi, bu partide milliyetçilerin ağırlık kazanmasının
ardından, bu kez siyaseten Cevat Rıfat Atilhan'ın başını çektiği İslâm
Demokrat Partisini savunmaya başlar.

Sebilürreşad ve Büyük Doğu çevrelerinin birleştiği bu siyasî
kulvara, Bediüzzaman Hazretleri de çekilmek istenir. Bediüzzaman ise,
araya giren dostlara şu cevabı verir: "Sebilürreşad, (Büyük) Doğu gibi
mücahidler imân hakikatlerini ehl–i dalâletin tecavüzatından muhafazaya
çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla
dostuz ve kardeşiz; fakat siyaset noktasında değil. Çünkü...' (Emirdağ
Lâhikası, s. 281)

Sebilürreşad'ın yayını, 1966'da son bulur. Dindar bir şahsiyet
olan Eşref Edib, hiçbir dönemde Demokratlara müsbet bir nazarla
bakmadı. Çoğu zaman aleyhlerinde yazılar yazdı. Üstad Bediüzzaman'ın,
onun gibiler hakkında "İman cihetiyle dostuz ve kardeşiz; fakat siyaset
noktasında değil" demesi, bu sebepten olsa gerek.



15.12.2009

"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

3

17.12.2009, 11:45

Yeni bir iftira furyası (2)

M. Latif SALİHOĞLU



Yeni bir iftira furyası (2)
















Said
Nursî'nin "Şeyh Said kıyamı"na katılmadığından dolayı "pişman olduğu"nu
ve hatta bu maksatla bir "özür mektubu" gönderdiğini iddia edenlere biz
de soruyoruz:

1) İddia ispat ister. Sizin ispatınız var mı? Deliliniz nedir?

2) Said Nursî'nin 6000 sayfayı aşan Nur Külliyatının Osmanlıca
veyahut Latince nüshalarında, bu iddiayı ispat edecek bir tek delil,
bir tek ifade var mıdır?

3) Üstad Bediüzzaman'ın kendisi, ya da talebelerinden herhangi
biri, hiç maddî müdafaada bulunmuş mudur? Kendileri her türlü ezâya,
cefâya mâruz kaldıkları halde, bir tek askerin, bir tek polisin, bir
tek memurun canını incitmişler midir? Kimsenin burnunu kanatmışlar
mıdır?

4) Şayet "kıyama katılmama pişmanlığı" söz konusu olsaydı,
1925'ten sonraki 35 yıllık ömründe, bu pişmanlığı telâfi edecek bir tek
eserin, bir tek hareketin vukuu gerekmez miydi?

5) 1925 Şubat'ında başlayıp kısa sürede biten kıyama
katılmadığı için, Said Nursî kimden özür dilemiş? Yakalanıp hemen idam
edilen Şeyh Said'den mi? Neredeymiş bu özür mektubu?

6) Bu türden delilsiz iddiaların karşılığı nedir? Din kardeşi
hakkında yalan yere haber üretmek, hâzâ iftira iddialarda bulunmak,
acaba sahibine neler kaybettirir? Bunun hesabı yapılıyor mu?

Aklı başında cevaplar

istenmiyor mu yoksa?

Medyada kendine bir yer edinmeye çalışan "Haber Türk", Said Nursî'ye en çok konu edinen tv'lerin başında geliyor.

Özellikle Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı, programlarına kimi
çıkarırlarsa çıkarsınlar, ne yapıp edip bir şekilde Said Nursî ile
bağlantılı konuları tartışma gündemine taşımaya çalışırlar.

Olabilir. Bu tutumu yadırgamıyoruz. Her programcı, ilgi
uyandıran şahıslardan veya fikirlerden söz edebilir, bunlar hakkında
programa katılanların değerlendirmesini alabilir, sorabilirler.

Dikkat çeken ve seyircilerin tepkisine sebep olan husus şudur:
Bu programcılar, özellikle Said Nursî ile ilgili konularda "uzman
görüşü" almazlar, bilirkişileri arayıp bulma zahmetine katlanmazlar.
Hep ilgisiz adamları, hep bilgisiz kişileri seçip konuşturmayı tercih
ederler.

Haliyle, bu da konu hakkında "aklı başında cevaplar"
aramadıkları ve böyle birşeye ihtiyaç duymadıkları fikrini hatıra
getiriyor.

Okuyucularımız da haklı olarak soruyorlar: Siz niçin devreye girmiyor ve onlara yardımcı olmaya çalışmıyorsunuz?

Bu meyanda muhatap olduğumuz sayısız soruya cevap mahiyetinde
şunu hemen ifade edelim ki: Biz, şimdiye kadar elimizden gelen her
türlü çabayı gösterdik. Onlara bu konuda her zaman yardımcı
olabileceğimizi defalarca ilettik. E–mail adreslerine açık
adresli–imzalı mesajlar gönderdik. Ancak, hiç oralı olmadılar, hiç
cevap vermediler.

Her ihtimale karşı, bu hususu buradan da açıkça ifade etmiş
olalım: Kendilerine Said Nursî ve Nur Risâleleri hakkında—üstelik
hiçbir karşılık beklemeden—her türlü yardıma hazırız.

Daha başka ne yapabiliriz ki? Ortaya atılan iddialarla ilgili
olarak, gazete sütunlarında cevap vermek, izahlarda bulunmaktan
başka...

Anzak nere, Kastamonu nere...

Yukarıda adı geçen televizyon programında geçen gün konuşturulan
bir muhterem hocaya, bermutad yine Said Nursî ile ilgili bir soru
soruldu. Güyâ, Said Nursî, Kastamonu Lâhikası isimli eserinin bir
yerinde Gelibolu (Çanakkale) Anzak Koyunda çıkarma harekâtı yapan ve
topraklarımızı işgal ederek askerlerimizi öldüren düşmanlara duâ etmiş,
onlara şehit demiş, falan...

Bediüzzaman'ın eserlerini pek okumadığını, dolayısıyla
yazdıklarını anlamadığını söyleyen hocaefendi, yine de kendince bir
cevap vererek "Said Nursî, zamanında kendine göre birşeyler yazmış
işte..." deyip, konuyu geçiştirmeye çalıştı.

Burada "Minareyi doğrultma" kabilinden şunları ifade edelim ki:

1) 1940'larda Kastamonu'da ikamet etmekte olan Said Nursî'nin
Kastamonu Lâhikasındaki sözleri, tamamiyle Avrupa'da cereyan eden
İkinci Dünya Harbiyle ilgilidir. Dolayısıyla, o sözlerin Türkiye ile,
Türkler, yahut Müslümanlarla doğrudan bir bağlantısı bulunmamaktadır.

2) Çanakkale'de ve Anzak'ta (Gelibolu) muharebelerin yaşandığı
tarih, Birinci Dünya Savaşının ortaları olan 1915–16 yıllarını
kapsıyor. Said Nursî, o tarihlerde Gönüllü Alay Kumandanı olarak Kafkas
Cephesinde Rus ve Ermeni birlikleriyle harp halindedir. Kendisi, 1916
yılı Mart'ında yaralı halde Ruslar'a esir düşerken, yeğeni Ubeyd'in de
aralarında bulunduğu 80'den fazla talebesi, o harpte şehit oldu.

Hakikat–i hal böyle iken, kim hangi insafla, hangi vicdanla
ortaya çıkıp da Said Nursî'nin vatanımıza saldıran, milletimizi
katleden düşmanlara rahmet okuduğu, yahut onlara şehit dediğini iddia
edebilir?

Şayet, Bediüzzaman Hazretlerinin vatan ve millet aleyhinde bir
tek sözü, en ufak bir hareketi bulunmuş olsaydı, 35 sene müddetle
(1925–60) onu diyâr diyâr sürgüne gönderenler, ona zindanda yer
hazırlayanlar, onun idamına çalışanlar, şüphesiz, bunu kuvvetli bir
vesile ittihaz edecek ve mahkemelerde suçunu ispat edemedikleri bu
zâtın itibarını—hiç olmazsa—halkın nazarında çürütmeye çalışacaklardı.

Ama yok; hayatta iken, ona kimsenin yapamadığı haksızlığı,
kimsenin isnat edemediği iftirayı, şimdi yeni yeni yapanlar, üretenler
çıktı piyasaya...

Bir halt edemezler. Kendi ürettikleri yalanlarla, isnatlarla, iftiralarla başbaşa kalırlar. Zira:

Takdir–i Hudâ kuvve–i bâzu ile dönmez;

Bir şem'a ki Mevlâ yaka üflemekle sönmez.

Tarihin yorumu 16 Aralık 1727

Vankulî Lûgatı

Osmanlı hükümeti döneminde kurulan ilk matbaa, İstanbul'da faaliyete geçti.

İbrahim Müteferrika yönetiminde kurulan bu matbaada ilk basılan
eser ise, Osmanlıca–Arapça ansiklopedik sözlük mahiyetinde hazırlanan
Vankulî Lûgatı oldu.

Matbaanın faaliyete geçmesiyle birlikte, geçimini elyazması
eserlerden ve özellikle hat san'atını icra etmekten sağlayan kimselerin
tepkisi de ortaya çıktı.

Tepkinin şiddeti, matbaayı zaman zaman durdurma noktasına kadar yükseldi.

Matbaanın gelişi, Lale Devrinin hususiyetlerinden biri olarak kabul ediliyor.


16.12.2009

"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bu mesaj 1 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "Bîçare S.V." (17.12.2009, 12:08)


tafli38

Profesyonel

  • "tafli38" bir erkek

Mesajlar: 883

Konum: Aichach

Meslek: T-I-G

Hobiler: yüzmek gezmek araba ve tabiki Nursohbetleri :)

  • Özel mesaj gönder

4

17.12.2009, 19:47

yav iki gün önce yengem bu programin tekrari ni
izlememi tafsiye ediyor du internetten bul dedi
demek bu yüzden idi :thumbsup:

Hasan_Sinan

Moderatör

  • "Hasan_Sinan" bir erkek

Mesajlar: 2,136

Konum: Almanya

Meslek: Uzman Pazarlamaci

Hobiler: Okumak Okumak Okumak

  • Özel mesaj gönder

5

18.12.2009, 11:34

Maksatlarindan biri cübbeliyi adres göstermektir. Iste bu da alim; bu da hoca; bunun da pesinden gidebilirsiniz! demeye getirmek istiyorlar.

Hic izlemesek direk bu iddialarin cevaplarini ögrensek - nerde karsimiza cikarsa ciksin - cevap verebiliriz
Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda

izhârına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak.Ve namzet olduğumu anladım.

6

10.01.2010, 22:33

Haber verilen saldırılar
M. Lâtif Salihoğlu
Hayatının son otuz beş senesini "eşedd–i zulüm ve istibdat" altında geçiren Bediüzzaman Said Nursî, aynı zamanda daimî bir tarassut ile takip ediliyordu.

Sürgünler, hapisler, mahkemeler, zehirlenmeler ve türlü imha plânları birbirini takip etti.

Ancak, onu yine de öldüremediler. Zira, inayet ve hıfz–ı İlâhî altındaydı.

Aralıksız şekilde sürdürülen baskıcı takip ve taarruzlu saldırılar, sadece onun ve talebelerinin hayatıyla sınırlı değildi. Eserleri olan Nur Külliyatı hakkında da pekçok dâvâ açıldı. Beraat kararlarına rağmen, mahkemeden mahkemeye sevk edildi.

Bütün bu zulümlü baskı ve tazyikler, gizli din düşmanlarının planlarıyla yapıldı. Said Nursî'ye, dine bağlılığı sebebiyle bunca işkence çektirildi.

Hz. Bediüzzaman, bazı mektuplarında "doğrudan saldırı ve alenî taarruz" şeklinde cereyan eden bu sürecin bir gün biteceğini şu sözlerle haber veriyor: "Risâle–i Nur'a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez; daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar."

Aynen öyle oldu... Gün geldi, ihbarcılık bitti. Mahkemeler sona erdi. Devlet kuvvetiyle yıldırma, sindirme politikaları nihayet buldu.

Bu doğrudan ve açıktan müdahale yöntemi, bir bakıma iflâs etti.

Ne var ki, sıkıntı yine de bitmedi. Sinsî düşmanlık, münafıkane saldırı çabaları devam etti. Ancak, bu kez hem cephe, hem de taktik değiştirilerek saldırı yapıldı ve yapılıyor.

Ne aciptir ki, Kur'ân'ın projektörüyle istikbâle bakan Üstad Bediüzzaman, bu yeni saldırı plânından da bizleri haberdar ediyor.

Münafıkların, "doğrudan saldırı" safhasından sonra eserleri ve talebeleriyle uğraşmaktan vazgeçmeyecekleri ve bir zaman sonra bu kez bazı dindarları kullanarak "dolaylı saldırı" taktiğini devreye sokarak taarruza devam edeceklerini, aynı mektupta şu sözleriyle haber veriyor: "...Fakat, (münafıklar) cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid'a taraftarı veya enaniyetli sofi meşreplileri bazı kurnazlıklarla Risâle–i Nur'a karşı—iki sene evvel (1940'lı yıllar) İstanbul'da (İhtiyar Hoca) ve Denizli civarında (Ş. Süleyman) olduğu gibi—istimal etmek ve Risâle–i Nur'a ve şakirtlerine ayrı bir cephede tecavüz etmeye münafıklar çabalıyorlar. İnşaallah muvaffak olamazlar."

(Bu ifadeler için bkz: 1994 baskısı Tarihçe–i Hayat, s. 427; Emirdağ Lâhikası, s. 90 ve 110; Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s. 189.)

Demek ki, neymiş: Münafıklar boş durmayacak. Risâle–i Nur'la ve şâkirtleriyle uğraşmaktan vazgeçmeyecekler. Üstelik, cepheyi değiştirip din perdesi altında hücûma geçecekler. Ve, kategorik olarak da şu üç gruba giren dindar şahısları tepe tepe kullanacaklar:

1) Bazı safdil hocalar.

2) Bid'a taraftarı hocalar.

3) Enaniyetli sofi–meşrepliler.

1940'lı yıllar için örnekleri zikredilen bu kategorideki saldırıların ileride artacağını haber veren Üstad Bediüzzaman, bu gibi durumlar karşısında takınılması gereken tavrın nasıl olması gerektiğini de, aynı mektuplarda ders veriyor.

Bilhassa son zamanlarda ayyuka çıkan ve şiddetini giderek arttıran bu "din perdesi" altındaki tenkitli taarruzlar karşısında, söz konusu derslere olan ihtiyaç da elbette ki ziyadeleşiyor.

İşte, o müessir derslerden birinde, aynen şunları ifade ediyor, Hz. Bediüzzaman: "Risâle–i Nur şakirtleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl–i ilim ve imansa, dost olsunlar, 'Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl–i imanla kardeşiz' deyip yatıştırsınlar." (Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s. 189.)

Müfterinin iftirası delil sayılır mı?

Yukarıdaki derse tam muvafık ve prensiplere mutabık düşecek bir misâlle nihayet verelim.

Bir müfteri tarafından, Üstad Bediüzzaman'a şöyle bir iftira atıldı. Güyâ Bediüzzaman demiş ki: "Bizimle savaşmış olsa bile, Hıristiyanların ölmüşleri şehit hükmündedir."

Münafıklar ise, hiç aslı astarı olmayan bu söze "Çanakkale'de, Gelibolu'da, Anzak Koyu'nda bize saldıran düşmanlar"ı da ekleyerek, bazı safdillerin, bazı şöhretli ve enaniyetli hocaların önüne servis yaptılar.

Enâniyet–i ilmiye sahibi olan bu şahıslar da, nice teessüfler olsun ki, konuyu hiç araştırmadan ve tahkik gereğini dahi duymadan Risâle–i Nur'a, müellifine ve talebelerine yönelik şiddetli tenkit ve taarruzlarda bulunmaya başladılar.

Yani, bir müfterinin iftirasını delil sayarak hücuma geçtiler.

Ne tuhaf, ne acip değil mi?

Peki, böyle bir durumda ne yapılmalı?

Evvelâ, "mukabele–i bilmisil" yapılmamalı. Yapılırsa, bundan mutlaka münafıklar ve gizli din düşmanları istifade eder. Tarafları birbirine kırdırma cihetine gider... Buna ise, asla izin verilmiyor.

O halde, yapılacak şey şudur: Tam ihtiyat, i'tidâl ve teyakkuz halinde bulunmak. Kaynak göstermek sûretiyle, meseleleri ilmen, fikren izah etmek. Delilli konuşmak ve hakaret etmemek. Gerilimi yumuşatmaya, tansiyonu düşürmeye, hiddetlenmeleri yatıştırmaya gayret etmek. Kışkırtılan hocaları da düşman değil, Risâle–i Nur'a dost çizgisine çekmeye çalışmakla, müfsitlerin ümidini kırmak ve heveslerini kursaklarında hapsetmek.

Risâle–i Nur dairesi ve prensipleri dahilinde, başka bir yolla mukabele etmeye izin, ruhsat yoktur. Nur Talebelerinin asıl düşmanı—aldanmış olsa bile—din–imân sahipleri değil, dinsizlik vâdisinde, imânsızlık bataklığında at koşturan dalâlet ehlidir.

Hedeften sapmamak ve hedefi saptırmamak için, âzamî dikkat ve hassasiyet gösterilmesi gereken son derece tehlikeli bir vetireden geçiyoruz.

04.01.2010 Yeni Asya

Zehracan

Süper Moderatör

Mesajlar: 8,190

Hobiler: Risale-i Nur, DUA...

  • Özel mesaj gönder

7

02.02.2010, 11:02

Üstad ehl-i sünnet imamı





Cübbelİ Ahmed Hoca olarak tanınan Ahmed Mahmud Ünlü Hoca, Moral Fm ve Lalegül Fm’de eş zamanlı verilen canlı yayın programında, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ve Risâle-i Nur’la ilgili bazı soruları cevapladı.

Daha önce bir TV programında Bediüzzaman Said Nursî ve Risâle-i Nur ile ilgili olarak aktardıklarının yanlış anlaşıldığını, bundan dolayı özür dilediğini ifade eden Cübbeli Ahmed Hoca şöyle konuştu:

“İtiraf ediyorum. Okumamıştım ben risâleleri. Şimdi ilgili yerleri okudum ve görüşümü de söylüyorum: Üstad Hazretlerinin görüşlerinde ehl-i sünnete muhalif bir nokta yoktur. Onun sözleri birbirini tefsir ediyor zaten. Üstad, ehl-i sünnet imamıdır. Benim görüşüm ve kararım budur. Risâle-i Nur’u anlamak için dikkatle okumak lâzım. İlimle muhakeme etmek lâzım. Benim bundan önceki sözlerim dikkate alınmasın lüften. Ben bundan evvel başkasının bir yorumunu naklettim sadece. Benim kendi düşüncem değildi o. ‘Tabi bu sefer sen niye başkasının ağzından nakil yaptın...’ denilebilir. Belki orada bir yanlış yaptım ve yanlış anlaşılmaya sebep oldum. Bunun için de özür diliyorum.”

Cübbeli Ahmed Hoca, ayrıca canlı yayında Risâle-i Nur’dan ilgili yerleri okuyarak, sözkonusu bahislerin ehl-i sünnet inancına uygunluğunu, hangi kaynaklara dayandığını da ayrıntılarıyla izah etti. Program kaydı sentezhaber.com’dan da dinlenebilecek.

İSMAİL TEZER

Kaynak http://www.saidnursi.de/tr2/index.php/NUR-HABERLERi/Ustad-ehl-i-sunnet-imami.html

"İnsan vardır fark edilmez süsünden.
Kimi farksızdırkoyun sürüsünden.
Her gördüğün şekle kapılma,
insan anlaşılmaz görüntüsünden...(!)"

Zehracan

Süper Moderatör

Mesajlar: 8,190

Hobiler: Risale-i Nur, DUA...

  • Özel mesaj gönder

8

02.02.2010, 11:05

Cübbeli Hoca fazilet gösterdi

Gazetemizin dünkü (27 Ocak) sürmanşet haberinde de yer aldığı gibi, çokça tanınmış bir muhterem hocaefendi, Üstad Bediüzzaman ve Risâle–i Nur'lar hakkında yeni ve son derece dikkat çekici bazı açıklamalarda bulundu.

Meşhûr olmuş lâkabıyla "Cübbeli Ahmed Hoca"nın iki radyo tarafından aynı anda yayınlanan sohbetini canlı olarak biz de dinledik.
Dinledikçe de sevindik; memnun ve mesrûr olduk.

Zira, Cübbeli Hoca, burada bir ilke imza atıyordu. Şimdiye kadar, hep başkasının sözlerinden hareketle, hep başka kaynaklardan nakiller yaparak Üstad ve Risâle–i Nur hakkında konuştuğunu, şimdi ise, ilk defa olmak üzere—itirazlara medar olmuş noktaları—kaynağından okuyarak müsbet bir kanaate vardığını itiraf ediyordu.

Bu itiraf, aynı zamanda bir fazilet gösterisiydi. Tebrikler hocam...

Bizzat dinleyerek hülâsaten tesbit edebildiğimiz kadarıyla, Muhterem Cübbeli Hocaefendi şunları da söyledi:

* "Bediüzzaman Hazretlerinin Hıristiyanlar, tarikatlar, şehitlik, İsevîlik ve Hz. İsa'nın nüzûlü hakkındaki görüşlerini tam mânâsıyla bilmiyordum. Bu konularla ilgili olarak, daha ziyade başkasının naklettiği bilgilere dayalı olarak konuştum. Kendi görüş ve kanaatim şeklinde değil, onların görüşüdür diye naklettim. Burada bir hatam varsa, özür dilerim. O nakillerin yalan yanlış şeyler olacağına ihtimal vermiyordum.

* "Şimdi ise, meselenin doğrusunu yerinden okuyarak görüyorum ki, Ehl–i Sünnet itikadına göre, Üstad'ın ifadelerinde bir yanlışlık, bir aykırılık söz konusu değil. Söylediklerinden hiçbiri, İmâm–ı Eşârî'nin tarif ettiği itikadî ölçü ve prensiplere ters düşmüyor. Hepsi de hak ve hakikat sözlerdir.

* "Demek ki, Bediüzzaman Hazretlerinin sözlerini doğru anlamak için, iyi bir muhakemeye de sahip olmak lâzım. Aksi halde, ters mânâlar çıkarılabilir, yanlış şekilde anlaşılabilir.

* "Ayrıca, şunu da gördüm ki, Risâlelerdeki muğlak veya yanlış anlaşılmaya müsait bir ifadenin izahı, bir başka Risâlede var. Bunları birlikte okuyarak değerlendirme yapmak lâzım. Dolayısıyla, medar–ı tenkit noktaları tesbit ederek, bu tarz bir izahatlar eşliğinde bir ilmî çalışmanın çok faydalı olacağına inanıyorum.

* "Netice olarak şunları söylemek istiyorum: Beni bilen, tanıyan, sohbetlerimi dinleyen, bunları kayda geçiren ve söylediklerime itibar edenlerden istirham ediyorum ki, Bediüzzaman Hazretleri hakkında şimdiye kadar aktardıklarımı nazar–ı itibara almasınlar. İstifhamların oluşmaması için, silsinler, bugüne kadar olanları yok saysınlar. Zira onlar, bana ait şeyler değil; başkasının nakil sözleriydi. Kendi görüşümü ve hükmümü bugün açıklıyorum: Üstad Hazretlerinin söz ve izahları arasında dinin esasına ve Ehl–i Sünnet itikadına ters düşen herhangi bir noktaya rastlamadım. Kendine has yorum farkıyla, söyledikleri hak ve hakikat şeylerdir."

Bir kez daha tebrik ve duâlar hocam... Fazilet gösterdiniz. Mütevazı davrandınız. Din kardeşliğinin, hakiki dostluğun ve kadirşinaslığın icabına uygun örnek bir davranış sergilediniz.

Böylelikle, hem yanlışçılara ve iftiracılara iyi bir ders verdiniz, hem de fitne kazanı kaynatanların hevesini kursaklarında hapsettiniz.

Bu yaptığınızın, münekkit ve muteriz diğer bazı hocaefendilere de örneklik teşkil etmesini diliyoruz.

Ölçülü mukabelenin hikmeti

Daha evvel, bazı televizyon programlarına çıkarak, ardından bazı cami kürsülerinden cemaate hitap ederek Üstad Bediüzzaman ve Risâle–i Nurlar hakkında Nur Talebelerini rencide edici konuşmalarda bulunan Cübbeli Ahmet Hocaya, biz de bu köşeden mukabelede bulunmuş, doğru cevapları dikkat nazarlarına sunmaya çalışmıştık.

Hizmetine ve sıfatına hürmeten, isim vermeden karşılık vermiştik.

Ayrıca, ilmî cevapların yanı sıra, mümkün olduğu kadar, aradaki tansiyonu düşürmeye ve yatıştırıcı bir üslûp kullanmaya gayret göstermiştik.

Hatta, bu noktada bazı okurlarımızın tenkidine mâruz kalmıştık; onlar, daha sert bir üslûpla mukabele etmemizi istiyorlardı.

Ne var ki, bizim bu gibi meselelerde esas aldığımız ölçüler, yine Risâlelerde yazılıydı. Oraya bakmalı ve orada ortaya konan düstûrlara riayet etmeliydik.

Biz de o hikmetli ölçü ve esaslara uyduk. Şükürler olsun, zaman bizi haklı çıkardı. Aradaki husûmet ateşinin sönmesi ve dostluk rüzgârlarının yeniden canlılık kazanması, o hakikatli düstûrlara riayetin bir tezâhürü olsa gerektir.

Bu vesileyle, 04 Ocak 2010 tarihli yazımızın sonunda naklettiğimiz hakikatli bir ölçüyü, burada bir kez daha hatırlatarak bitirelim: "Risâle–i Nur şakirtleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl–i ilim ve imansa, dost olsunlar, 'Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl–i imanla kardeşiz' deyip yatıştırsınlar." (Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s. 189.)

Akıbeti vahim olanlar

Bu dehşetli zamanda hatasını tamire çalışanların yanında, bir de hatada ısrar, hatta inat edenlere de rastlıyoruz.

Bütün sermayesini "Üstad Bediüzzaman'ın Seyyid olmadığı, dolayısıyla Mehdi olmadığı" tezine binâ edenlerin başına gelenleri, bugünlerde ibretle seyrediyoruz.

Emirdağ Lâhikası'nda (sayfa: 75) belirtildiği üzere, Bediüzzaman Hazretlerinin siyâdet ve şerâfetini tenzil ve teb'id etmeye, onun bir hikmete binâen setr ve ihfâ ile perdelemiş olduğu hakiki hüviyet ve milliyetini inkâr veya ihlâl etmeye çalışmak, kimin haddine düşmüş?

Burada açıkça bir kez daha ihtar ile ilân ediyoruz ki: Bütün hayatını imân–Kur'ân dâvâsı uğrunda harcayan Hz. Bediüzzaman'la uğraşanlar, ona düşmanlık, ya da ihanet edenler, asla cezasız kalmazlar. İki cihanda da rezil ve zelil duruma düşmekten kurtulamazlar.

Şimdiye kadar yaşanan örnekler bu hakikati teyid ve tasdik ettiği gibi, bundan sonra yaşananların da aynı hakikati tebârüz ettireceğinden şüphemiz yoktur.



M. Latif Salihoğlu


Kaynak http://www.saidnursi.de/tr2/index.php/BASiNDAN-SECMELER/Cubbeli-Hoca-fazilet-gosterdi.html
"İnsan vardır fark edilmez süsünden.
Kimi farksızdırkoyun sürüsünden.
Her gördüğün şekle kapılma,
insan anlaşılmaz görüntüsünden...(!)"

Hasan_Sinan

Moderatör

  • "Hasan_Sinan" bir erkek

Mesajlar: 2,136

Konum: Almanya

Meslek: Uzman Pazarlamaci

Hobiler: Okumak Okumak Okumak

  • Özel mesaj gönder

9

02.02.2010, 13:36

Hakikat er yada gec gün yüzüne cikmaya mahkumdur..
Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda

izhârına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak.Ve namzet olduğumu anladım.

Bu konuyu değerlendir