Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

1

30.10.2009, 08:39

Asr-ı Saadetteki Dindar Cumhuriyet Örnegi

ASR-I SAADETTEKİ DİNDAR CUMHURİYET ÖRNEĞİ



Bediüzzaman Said Nursî herşeyden önce kendisinin "dindar bir
cumhuriyetçi" olduğunu söylemekte; bu görüşünün tarihî dayanağı ve
örneği olarak Asr-ı Saadeti gösterirken, Dört Halife için “Hem halife,
hem reis-i cumhur idiler. Mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı
adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin
reisleri idiler” ifadesini kullanmaktadır.

ADALET, MEŞVERET VE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ

Cumhuriyetin temel esaslarını “adalet, meşveret ve kanunda
inhisar-ı kuvvet” olarak sıralayan Said Nursî'ye göre cumhuriyetin
dayanması gereken en önemli prensiplerden biri adalettir. Bir devletin
zulümle payidar olması mümkün değildir. Esasen, onun cumhuriyetin temel
bir niteliği olarak zikrettiği adalet kavramı, Kur'ân'ın da dört temel
maksadından birini teşkil etmektedir.

DEMOKRASİSİZ BİR CUMHURİYET OLMAZ

Bediüzzaman'ın tanımladığı cumhuriyet anlayışı, demokrasiyi
benimsemek zorundadır. Demokrasisiz bir cumhuriyet tasavvur dahi
edilemez. Demokrasi ise bütün temel hak ve hürriyetlerin kabul
edilmesini gerektirmektedir. Zorla fikirlere ve vicdanlara kelepçe
vurmak, cumhuriyetin prensipleriyle bağdaşmaz.

Demokratık ve adıl cumhurıyet özlemı

Risâle-i Nur Enstitüsü, tarafından yapılan açıklamada,
cumhuriyetin temel esaslarını "adalet, meşveret ve kanunda inhisarı
kuvvet" olarak sıralayan Said Nursî'ye göre cumhuriyetin dayanması
gereken en önemli prensiplerden birinin adalet olduğu kaydedildi.
Açıklamada, Bediüzzaman'ın tanımladığı cumhuriyet anlayışının,
demokrasiyi benimsemek zorunda olduğu vurgulanarak, demokrasisiz bir
cumhuriyet tasavvur dahi edilemeyeceği kaydedildi:

Risâle-i Nur Enstitüsü’nün, cumhuriyetin 86. kuruluş yıl dönümünde yaptığı açıklama şöyle:

"Halkın topyekûn gayretleriyle elde edilen zaferin akabinde, 23
Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılmıştır. BMM’nin açılışında da
Kurtuluş Savaşının ve o savaşı zaferle sonuçlandıran halkın ruhuna
uygun olarak, “dini atmosferin hakim olduğu” tarihen sabittir. BMM’nin
açılışının Cuma gününe tesadüf ettirilmesi, Hacı Bayram Camiinde
kılınacak Cuma namazından sonra, sakal-ı şerif ve sancak-ı şerif
taşınarak, mevlidler okunarak, kurbanlar kesilerek, duâlarla açılışın
yapılması dinî atmosferin hakimiyetini açık bir şekilde göstermektedir.

Bunun yanında BMM’de de demokratik bir hava vardı. Hassas
konuların müzakeresinde çok şiddetli tartışmaların çıktığı, ikinci ve
birinci gruba mensup olan milletvekillerinin birbirlerine girdikleri
bilinmektedir.

Mecliste milletin ve dinin lehinde olan konuların
savunucularının çok olması Meclis başkanını rahatsız etmiş olacak ki,
birinci Lozan görüşmelerinin inkıtaa uğradığı bir zamanda meclis aniden
feshedilmiştir. Kısa bir müddet sonra ise iki dereceli bir seçimle
Meclis yeniden teşekkül ettirildi. Fakat yeni kurulan meclis adeta
dikensiz bir gül bahçesine çevrilmişti.

Birinci Mecliste problem çıkardığı ileri sürülen ve ikinci
gruba mensup olan milletvekillerinden çoğu bu meclise sokulmamıştır.
İşte bu uyumlu meclis hem Lozan Antlaşmasını imzalamış, hem Cumhuriyeti
ilân etmiş, hem de bir dizi inkılâpları gerçekleştirmiştir. İşte
Cumhuriyetin ilânından sonra ortaya koyulan tavrın, ne dinî, ne de
demokratik bir yönü vardır. Halbuki Bediüzzaman Said Nursî, Mustafa
Kemal’in ısrarlı davetleri üzerine gittiği Ankara’da BMM’de yayınladığı
bir bildiride ekseriyeti dindar olan bu milletin fıtratına uygun bir
cereyan verilmesini milletvekillerinden istemiş, onları dinde
laubalilik yapmamaya çağırmış, namaz gibi hususlarda hassas olmaya
dâvet etmiştir. Hatta bu beyannamenin sonunda “bu inkılâbın temel
taşları sağlam gerek” ifadesini kullanma ihtiyacı duymuştur. (Said
Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2000, s. 125-126)

İSTİSMAR EDİLEN CUMHURİYET

Zaman zaman diktatörlüğe kayan padişahlıktan Meşrutiyete,
Meşrutiyetten Cumhuriyete geçilmiş olması elbette Türkiye için bir
kazançtır. Fakat geçen süre, Cumhuriyetin çeşitli şekillerde istismar
edilerek, istibdada alet edildiğini göstermiştir. Esasen Cumhuriyetin
kendisi böyle bir istismarı hak etmemektedir. Ona bu zulmü reva
görenlerin, Cumhuriyetle beraber “cumhur”u yani halkı, kamuoyunu da
“rencide” ettikleri çok iyi bilinmelidir.

Burada ilginç olan bir nokta var: Kurtuluş Savaşında ve BMM’de
hakim olan “dini atmosfer” Cumhuriyetin kuruluşunda da egemendir. M.
Kemal’in Cumhurbaşkanlığını yaptığı beş senelik devrede, Türkiye laik
bir devlet değildir. Bu tarihî gerçeği görmezden gelmenin veya
saptırmanın mümkün olmadığı açıktır. O halde Cumhuriyetimiz kendisini o
güne getiren şartlara da uygun olarak “dindar bir cumhuriyet” idi. İşte
bu Cumhuriyet Bediüzzaman’ın hürriyet, meşrûtiyet ve cumhuriyet
tahlilleri ile de paralellik arz etmektedir. Onun bu tahlillerdeki
çizgisi, “meşrûtiyet-i meşrua”, “hürriyet-i şer’iye”, “dindar
cumhuriyet” kavramlarıyla hatlarını belirgin hale getirmiştir.

CUMHURİYETİN ÖZELLİKLERİ

Said Nursî’nin cumhuriyetle ilgili değerlendirmelerine dikkat
edildiğinde, cumhuriyetin kuruluş amacına nasıl hizmet edebileceği ve
özellikleri fark edilebilir. Her şeyden önce o kendisinin “dindar bir
cumhuriyetçi” olduğunu söylemektedir. Cumhuriyete taraftar olmanın
selef-i salihine muhalefet anlamı taşımadığına temas eden Nursî,
meseleye şu şekilde açıklık getirmektedir: “Hulefa-i Raşidin hem
halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıddik-i Ekber (r.a.) Aşere-i
Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi.
Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve
hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri
idiler.” (Said Nursî, Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2000, s.
304)

Diğer taraftan Said Nursî, meşrutiyetle aynı kategoride
gördüğü cumhuriyetin özelliklerini sayarken, “adalet, meşveret ve
kanunda inhisarı kuvvet”i zikretmektedir. (26 Şubat 1909, Volkan, sayı
70) Bunun yanında, cumhuriyetin fikir ve vicdan hürriyetini en geniş
mânâsıyla tatbik ettiğini ve demokrasi kanunlarını içinde
barındırdığını” ifade etmektedir. (Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-II,
Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2000, s. 192) Buna göre Bediüzzaman’ın
“dindar cumhuriyet” anlayışının ana umdeleri de ortaya çıkmış
olmaktadır. Bu umdeler din ile cumhuriyet arasında bir paralellik
olduğunu da göstermektedir.

ADİL CUMHURİYET

Her şeyden önce, cumhuriyetin dayanması gereken en önemli
prensip “adalet”tir. Bir devletin zulümle payidar olması mümkün
değildir. Adaletin kelime anlamı, eğri olan bir şeyi doğrultmak
demektir. Buna göre adalet toplumda meydana gelen ve hukuk dilinde
haksızlık olarak nitelendirilen “eğrilikleri” doğrultmak anlamında
kullanılmaktadır. Buna bağlı olarak adaletin esas amacı, kanun önünde
herkesi eşit hale getirmektir, fertlerin veya yöneticilerin kimseye
haksızlık etmemesi, mahkemelerin adalet dağıtmasıdır. Birilerine
zulmedildiği zaman da bu zulme taraftar olmamak, zalimin değil mazlûmun
yanında yer almaktır.

Bediüzzaman’ın cumhuriyetin temel bir niteliği olarak
zikrettiği bu adalet kavramının, Kur’ân’ın temel kavramlarından biri
olduğunu ifade etmemiz yerinde olacaktır. Cenâb-ı Allah Kur’ân’da
adaleti emretmektedir. (Nisa/58, Nahl/90) Zulüm ise Allah’ın sevmediği
bir sıfattır. (Al-i İmran/57) Kur’ân’a göre Allah, zalimleri hidayete
erdirmez. (Al-i İmran/86)

“Bir kişinin hatasıyla başkası sorumlu tutulmaz” anlamındaki
âyet, adalet-i hakikiyeyi ifade etmektedir. Buna göre, toplum için
ferdin feda edilmesi, bir cani için bir geminin yakılması veya
batırılması mümkün değildir. Hatta doksan dokuz caninin yanında bir
masum dahi olsa, yine masuma zulmedilip, “kurunun yanında yaş da yanar”
denilerek onun hakk-ı hayatı elinden alınamaz. Cumhuriyetle idare
edildiği iddia edilen bir ülkede, bir kaç cani yüzünden bir köyün
yakılmaması gerekir. Eğer yakılıyorsa, Cumhuriyetin adalet prensibi tam
işlemiyor demektir.

MEŞVERETE DAYALI CUMHURİYET

İkinci olarak cumhuriyet, meşveret esasına dayanmalıdır.
Kur’ân’da iki ayet meşvereti teşvik etmektedir. (Şura/38, Al-i
İmran/159) Meşveretin nasıl olacağı, meşveret edilecek kişilerin sayısı
ve niteliği örfe bırakılmıştır. Önemli olan meşveret prensibini ihya
etmektir. Dindar bir cumhuriyet idaresi diyebileceğimiz Hulefa-i
Raşidin döneminde, tıpkı Peygamberimiz zamanında olduğu gibi meşverete
gerekli ehemmiyet verilmiştir. Ancak Emevi döneminden itibaren bu
meşveret yaşatılmadığı için, kendi başına buyruk idareciler çıkmıştır
ve zulümler de eksik olmamıştır.

Kur’ân’a uygun olan cumhuriyetin bu meşveret prensibi,
diktatörlüğü engelleyici bir özellik taşımaktadır. Bu sistemde
fertlerin ağızlarından çıkan kanun değildir. Kanunlar bir danışma
organında alınan kararlarla ortaya çıkar. İdareciye ise o kanunları
icra etmek düşer.

Bu sebeple meşveret keyfi idarenin önünde bir sed
oluşturmaktadır. Burada şunu da ifade etmekte yarar vardır:
Cumhuriyetin önemli bir prensibi olan meşveretin, yani danışmanın
toplumun bütün tabakalarında yerleştirilmesi gerekir. Meşveretin
toplumsal altyapısı oluşmadan tam olarak uygulanabilmesi mümkün
değildir. Bunun aileden başlayarak uygulanması önem arz etmektedir. Bir
ailede ortak alınan kararların uygulanabilirliğinin daha fazla olduğu
ve aile fertleri arasındaki dayanışmayı arttıracağı da bilinmelidir.
Hazret-i Peygamberin, meşveret edenin pişman olmayacağını bildirmesi bu
açıdan önem arz etmekte ve evrensel bir özellik taşımaktadır.

KUVVETİN KANUNDA

OLDUĞU BİR CUMHURİYET

Diğer taraftan cumhuriyetin üçüncü bir prensibi de, kuvvetin
kanunda olmasıdır. Buna göre böyle bir sistemde kuvvetli olanlar haklı
değil, haklı olanlar kuvvetlidir. Çünkü kanunlar haksızdan yana değil,
haklıdan yana olmak mecburiyetindedir. Bu sebeple burada haklı olanın
üstünlüğünü ve rahatlığını görmek mümkündür. Kuvvetin kanunda olması
prensibinin, adalet ve meşveret prensipleriyle bir bütünlük arz ettiği
de anlaşılmaktadır.

“Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad tevzi olunur” sözü iyi
tahlil edilmelidir. Cumhuriyet idaresi, kanunlara istinat etmezse, o
ülkede en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün birimlerde keyfilik ve
istibdad hükümferma olur. Böyle bir ortamda herkes kendisine verilen
küçücük yetkileri, istibdada alet etme cüretini gösterebilir. İslâm’ın
da insanlara keyfi muameleyi onayladığı söylenemez. Cezaların hepsinin
bir dayanağı vardır. İslâm baştan sona bir kurallar manzumesidir.

DEMOKRATİK CUMHURİYET

Cumhuriyetin dördüncü ve beşinci prensipleri de, fikir ve vicdan
hürriyetini esas alıp, demokrasi kanunlarını içinde barındırmasıdır.
Bunun için cumhuriyet idareleri demokrasiyi benimsemek, demokratik bir
yapıya sahip olmak zorundadır. Demokrasisiz bir cumhuriyet tasavvur
dahi edilemez. Demokrasi ise gerekli bütün hak ve hürriyetlerin kabul
edilmesini gerektirmektedir. Demokrasi Allah’a kul olunan, Allah’tan
başka kimseye kul olunmayan bir sistemdir. Bunun için zorla fikirlere
ve vicdanlara kelepçe vurmak, cumhuriyetin prensipleriyle bağdaşmaz.

İslâm da bu esasları benimsemiştir. İslâm bir fıtrat dinidir.
İnsan fıtratı hiçbir zaman baskı ve zorlamalara tahammül etmemektedir.
Allah insanların inanmaya icbar edilmemesini istemektedir. (Bakara/256)
Onlara bir irade hürriyeti vermiştir. Dileyen iman eder, dileyen etmez.
İsteyen mümin olur, isteyen kafir. (Kehf/29) Bunun dışında farklı
inançtan olan insanların da İslâm’ın ruhuna uygun olan cumhuri sistemde
yeri vardır. Ve onların hayatları da, namusları da, dinleri de
vergilerini vermeleri karşılığında masun kılınmıştır.

CUMHURİYETİN UYGULANIŞ BİÇİMİ

İşte bu prensiplere dayanan cumhuriyet, gerçek bir cumhuriyet
olma niteliği kazanabilir. Ne yazık ki cumhuriyet, ülkemizde
başlangıçtan itibaren büyük istismarlara maruz kalmış ve incitilmiştir.
Said Nursî’nin ifadesiyle siz, “istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını
verir, irtidad-ı mutlakı rejim altına alırsanız, sefahat-i mutlaka
medeniyet ismi verirseniz, cebr-i keyfi-i küfriye kanun ismini
takarsanız”, (Nursî, Şuâlar, s. 242) o nazenin cumhuriyeti üzmüş,
incitmiş, hasta etmiş olursunuz. Said Nursî, gerçek hüviyetini kaybeden
böyle bir cumhuriyete muhalefet etmenin (muhalif olduğunu söylemenin)
de suç teşkil etmeyeceği kanaatindedir. Ona göre böyle bir muhalefet
hiçbir hükümette de suç sayılmamaktadır. (Nursî, Emirdağ Lâhikası-II,
s. 127) Burada vurgunun cumhuriyetin kendisine değil, uygulanış
biçimine olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Yoksa cumhuriyet ve
demokrasinin gelişmesi, olgunlaşması, gerçek rayına oturtulması
imkânsız hale gelir. Bu ülkenin cumhuriyetle idare edilmesini gerçekten
arzu eden kimselerin, cumhuriyetin eksik uygulamalarına karşı fikri
muhalefet içinde bulunan ve bunları seslendiren kimselere karşı
tahammül göstermesi gerekir.”




Risale-i Nur Enstitüsü

http://www.yeniasya.com.tr/2009/10/30/guncel/h2.htm









"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bu konuyu değerlendir