Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

06.10.2009, 00:57

Said Nursi maili Altaylı'yı çıldırttı

Teke Tek programını hazırlayan Fatih Altaylı yayın sırasında Said Nursi ile ilgili gelen izleyici mailine sinirlendi...

Teke Tek Özel programında izleyicilerden gelen e-mail Fatih Altaylı'yı çileden çıkarttı. Dün gece geç saatlerde Habertürk Televizyonu'nda yayınlanan Teke Tek Özel programında izleyicilerden gelen bir e-mail Altaylı'yı çok sinirlendirdi. Bir süre yorumu gönderen izleyiciye seslenen Altaylı, daha fazla dayanamayıp yayına ara vermek zorunda kaldı.

Programın konukları tarihçi Murat Bardakçı ve Marmara Üniversitesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Erhan Afyoncu Said Nursi ile ilgili değerlendirmelerde bulundular.

Bardakçı, Şeyh Said ile Said Nursi'nin karıştırıldığını ancak aynı kişiler olmadığını belirtti. Said Nursi'nin 20. asırda iman nurunu öne çıkardığını belirten Bardakçı, kendisinin Risale-i Nur'u anlamadığını ancak okuyanlara ve anlayanalara da saygı duyduğunu söyledi.

Marmara Üniversitesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Erhan Afyoncu da Said Nursi ve Nurculuk ile ilgili bilgiler verdi.

Bu konuşmalar üzerine bir izleyici şu maili gönderdi:

‘Sayın Altaylı sizleri de kaybettiğimizi anladık. Yayınınızdaki ahmaklara Said-i Nursi'yi kahraman ilan etmelerine izin veriyorsunuz. Teessüf ederim. Ama bu ülkeyi sevenler hala sizden fazla'

AYIPTIR, UTAN BE

Yoruma oldukça sinirlendiği gözlenen Altaylı: ‘Eğer deseniz ki Said-i Nursi diye biri yoktur, Türkiye'de nurcu yoktur, o zaman sizden büyük yoktur. A be adam, elinde sevgi metresi mi var be kardeşim..Ne biliyorsun kim kimi ne kadar seviyor Allah Aşkına.. Şu karşımda oturan adam, ki hakiki adam laf olsun diye söylemiyorum, Saidi Nursi okumadı. Benim, konuyla uzaktan yakından alakam yok. Ben şunu bilirim sadece, Demirel seçildiği zaman babam evde ağıtlar yakıyordu, eyvah eyvah nurcular iktidara geldi diye… Benim ,Nur Cemaatiyle tüm ilişkim bundan ibarettir. Sen neler diyorsun. Ayıptır, utan be… Hakikaten ayıptır. Ne adam ya… Bunlar internet kahramanları, bunlar internet vatanseverleri. Buralarda böyle vatanı kurtarırlar' dedi.

İZLEYİCİ MAİLİNE SİNİRLENİNCE

Şaşkınlığını ve kızgınlığını gizlemeyen Altaylı, ‘Peki efendim biz sizi rahatlatmak için, bu ülkeyi sevdiğimizi kanıtlamak için, düzeltiyoruz: Said-i Nursi diye biri yaşamamıştır. Türkiye'de nurcu diye kimse yoktur, nur cemaati diye bir cemaat de yoktur. Biz böyle rahat rahat vatansever olduk. Tamam mı?' diyerek izleyiciye tepki gösterdi.

ÇOK SİNİRİM BOZULDU

‘Valla bir ara vereyim.. Çok sinirim bozuldu.. Vallahi çok sinirim bozuldu' sözlerinin ardından “İnternet adresim gazetede yayınlanıyor diye bana küfretme özgürlüğü var. Onun bana küfretme özgürlüğü varsa benim de ona küfretme özgürlüğüm var. Sonra adam cevap yazıyor yakıştı mı diye… Emekli bilmem ne yazıyor. Her şeyi biliyorum da bir küfür etmeyi mi bilmiyorum” şeklinde konuşarak programa reklam arası verdi. (Ensonhaber)
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

2

06.10.2009, 00:58

Said Nursi dedi yer yerinden oynadı

Bugün yazarı Hakan Aygün, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Ak Parti Kogresindeki 'Said Nursi' sözünü yorumladı...

Hakan Aygün, Bugün'deki yazısında, Erdoğan'ın Said Nursi dediğinde yer yerinden oynadığını şu cümlelerle yazdı:

"Başbakanın kurultaydaki "açılım" konuşması muhteşemdi de... İtirazlar var: "Sanki ülke darmadağınıkmış da lider olarak kendisi çıkıp toplamış."

"Yine de güzel konuşmaydı, en azından her seferinde Başbakan "Beyaz sayfa açtı, bundan böyle farklı olacaktır" iyimserliğine kapılanlar için...

"En muhteşem kısım, "mozaik" kısmına ben de bayıldım ama aradan 24 saat geçince, "aklıma şeytan düştü" istemeden...

Başbakan "Cem Karaca" dedi...

Salonda "çıt" yok gibi...

Başbakan "Ahmet Kaya" dedi...

Salonda "hafiften kuvvetli" bir alkış...

Başbakan "Said-i Nursi" dedi...

Salonda yer yerinden oynadı..."


Said Nursi'nin Gandhi taktiği gösterip hep dik durduğunu belirten Aygün, "Said-i Nursi sistemle kavga etmedi ama hep dik durdu. "Gandi taktiği"yle takdir topladı. Vicdanlarda son kazanan o oldu, mezarından cesedini çıkarıp yok etmeye çalışanlar değil...

"Keza Ahmet Kaya, hayatında bölücülük yapmadı. Ama Kürt kimliğinin arkasında durdu. Said-i Nursi gibi dik yaşadı, dik öldü!" şeklinde yazdı.


Daha önce Said Nursi'nin mezarını da araştırdığını belirten Aygün, şunları yazdı:

"Özel TV'ciliğe ilk bulaştığımda işin peşine düştüm. O dönemde Nurcu gruplar içinde en popüleri ya da siyasete en bulaşmış, bu yüzden de en ulaşılabilir olanı Yeni Asya grubuydu. Demirel'in desteği ve/veya Demirel'in arkasında durmaları da onlara güç sağlıyordu.

"Said-i Nursi'nin cenazesinin 1960 ihtilali döneminde "türbeye dönüşmesin" diye askerler tarafından kardeşinin huzurunda Urfa'daki mezarından çıkarıldığı biliniyordu.

"Sonrası için rivayet muhtelifti. Güya yeri bilinmesin diye uçaktan denize atılmıştı.

"Önce olayın gerçekleştiği tarihte Milli Birlik Komitesi'nin kudretli üyelerinden olan Türkeş'e gittim. Kameraya, "denize atılmayı" kesinlikle yalanladı. Isparta civarına gömüldüğünü ama yerini bilmediğini söyledi. Yaşayan birkaç Milli Birlik Komitesi üyesi de aynısını söylediler.

"1991 yılı olsa gerek... Kameramanımla önce Isparta'ya ve sürgün yıllarını geçirdiği Barla'ya gittim. Kitap okurken veya risalelerini yazarken, evinin penceresinden direkt üzerine geçerek adeta tünediği ağaçtan çok etkilendim. Said-i Nursi ölürken etrafında olan "ağabeyler"den yaşayan sonuncusu ile saatlerce röportaj yaptım. Mezarın yerini kameralara söylemiyordu. Ama iyi niyetime öylesine inandılar ki, "off the record" olarak mezarın yerini gösterdiler.

"Mezar, Isparta Devlet Mezarlığı'nın arka giriş kapılarından birine çok yakın ve üzerinde isim bulunmuyor. Ve işin aslı Said-i Nursi'nin kendisi de mezarının türbeye dönüşmesini istemiyordu. Bu yüzden Urfa'dan mezarı nakledilirken ailesi ve talebeleri en uygun olanın "bilinmeyen bir yere gömülmesi" olduğunu söylediler. Tabii, askerin isteğiyle rahmetlinin vasiyeti de çakışmış oldu.

"Aradan bunca yıl geçti, vatandaşların akınına uğramasın diye "büyük sır" büyük özenle saklandı. Günümüzde Nurcu denilen çevreler de bu "gizliliğe" bizatihi "rahmetlinin arzusu" olduğu için sahip çıktılar.

"Benim bildiğim budur!"
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

3

06.10.2009, 01:03

Said-i Nursi Kürdi alkışı ve Atatürk

Said-i Nursi Kürdi alkışı ve Atatürk

Başbakan Erdoğan, önceki günkü kongre konuşmasında “devletin” ve “resmi görüşün” görmezden geldiği; üstelik pek çoğuna da zulmettiği on üç ismi sayarak...
...“demokratikleşme açılımını” daha elle tutulur, daha inandırıcı, daha yığınsal bir hale getirdi.
O hakkı yenenler arasında ise en büyük alkış, Başbakan’ın “Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır” dediği “Bitlisli Said-i Nursi” ismi zikredilince patladı.
Başbakan Tayyip Erdoğan, Adnan Menderes’den sonra “Said-i Nursi” adını resmen telaffuz eden ikinci başbakanmış.
***
Bizim geçmişimizde, sağ’a sol’a,
Kemalizm dışında her yana kapalı olan “laik rejimin” en büyük fobilerinden biri de Bediüzzaman lakabı ile anılan Said-i Nursi Kürdi idi...
Hâlbuki Said-i Nursi için ansiklopedi, “Nurculuk olarak bilinen İslamcı akımın kurucusu, düşünce ve siyaset adamı”
diye yazıyor.
***
Medrese öğrenimini tamamladıktan sonra İslam Bilimleri konusunda icazet almış... Medresetü’z-Zehra adını verdiği büyük bir okul projesini uygulayabilmek için yardım almak amacıyla 1907’de İstanbul’a gitmiş... Ama kuşku üzerine tutuklanmış.
Serbest bırakıldıktan sonra İttihat Terakki liderleriyle görüşmek üzere Selanik’e gitmiş... Buradaki konuşmalarda 2. Abdülhamit yönetimini eleştirerek meşrutiyeti övmüş... İstanbul’a döndükten sonra da bir süre İttihatçılarla ilişkisini sürdürmüş.
1909 yılında İttihad-ı Muhammedi
Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer
alıp, Cemiyet’in yayın organı Volkan’da ateşli yazılar yayınlamış... 31 Mart
Olayı’nın tahrikçilerinden olduğu gerekçesiyle Divan-ı Harb-ı Örfi’de yargılanıp
beraat etmiş.
***
1910’da Van’a, ertesi yıl da Şam’a
gitmiş.
V. Mehmed Reşat’ın Rumeli gezisine katılmak üzere İstanbul’a çağrılmış... Teşkilat’-ı Mahsusa’da görev almış.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas cephesinde savaşa katılmış... Ve Ruslara esir düşerek Sibirya’ya sürülmüş. Ama kaçmayı başararak 1918 yılında Avrupa üzerinden İstanbul’a dönmüş...
Anadolu’da bir Kürt devleti girişimlerine karşı çıkmış.
İngilizlerin İstanbul’u işgal etmeleri üzerine yazdığı bir risaleyle işgali kınamış.
1920’de Şeyhülislamlığın Kurtuluş
Savaşı aleyhine verdiği fetvaya da karşı çıkmış. 1922’de Mustafa Kemal Atatürk tarafından Ankara’ya davet edilmiş,
Meclis’te ulusal hareketi destekleyen bir konuşma yapmış.
***
Daha sonra Van’a gitmiş ve 1923 ile 1925 yılları arasında öğrencileriyle Erek Dağı’nda inzivaya çekilmiş.
1925’te Şeyh Sait Ayaklanması dolayısıyla İstanbul’a getirilmiş ve İstiklal Mahkemesi’nce yargılanarak sürgüne gönderilmiş. Risaleleri nedeniyle birkaç kez daha mahkûm olmuş.
1950 seçimlerinde Demokrat Parti’yi desteklemiş... Karşılığında seçimleri kazanan Demokrat Parti’den destek görmüş.
Ölümünden sonra Halilü’r-Rahman Camisi mezarlığına...
27 Mayıs 1960 hareketinden sonra ise cesedi askeri birliklerce Isparta’ya götürülerek bilinmeyen bir yere gömülmüş.
***
Ansiklopedi Nurculuk’u da “Said-i Nursi’nin kurduğu İslamcı dinsel siyasi akım” diye tanımlıyor.
Ve ekliyor: “Nurculuğun temel ilkeleri Said-i Nursi’nin Risale-i Nur adlı yapıtında belirlenmiştir. Buna göre çağdaş Müslüman’ın en önemli görevi modern bilim ve felsefeye karşı imanı korumak ve kurtarmaktır”.
***
Evet, Said-i Nursi’nin ansiklopedilerdeki yaşamına göz atınca yeniden sordum:
“AK Parti Kongresi’nde en büyük alkışı neden Said-i Nursi aldı?”
Çektiği zulmün haddi hesabı olmadığından mı, resmen dışlanmasından mı, hala tabu kabul edilmesinden mi yoksa Nur Cemaatinin yaygın gücünden mi?
Bu soru bir diğerini de beraberinde getirdi; Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’ya çağırdığı Said-i Nursi’yi neden 1960 yılında askeri darbe “mezarsız” bıraktı?
Kuvvetli alkışın bir başka nedeni de bu olabilir miydi?


Star - Mehmet Altan
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

4

06.10.2009, 01:08

Said Nursi ve Mahatma Gandi'nin farkı

Cumhuriyet döneminde sivil direniş olarak en çok göze çarpan hareket, Nursi’nin geliştirdiği Nurculuk hareketidir. Nursi nasıl bir insandı? Nursi’nin Gandi’ye benzeyen ve benzemeyen yönleri nelerdir?


Sayın Başbakan’ın Partisinin 3. Büyük Olağan Kongresi’nde söylediği şu sözler salonda ciddi bir heyecan uyandırdı. Videoyu izleyenler göreceklerdir Said Nursi ismi çok çoşku uyandırdı.

Akıllı siyasetçiler aynı zamanda toplum psikologluğunu iyi yaparlar. Samimi olup olmadıkları zamanla anlaşılır. Bir zamanlar Adalet Partisi’nin‘Nurlu Demirel’ sloganlı Büyük Kongresinden sonra AP tek başına iktidar olmuştu. O tarihlerde, 1966’da İsmet İnönü, “Beni Nurcular yıktı” demişti.

Sözler şöyleydi;
"Bu ülkenin tarihinden Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan'ı, Hacı Bayram Veli'yi çıkartmaya kalkarsanız onları görmezden gelirseniz bu ülke öksüz, yetim köksüz ve dayanaksız kalır. Yunus Emre'siz bir Türkiye dilsiz, Mevlana'sız bir Türkiye ruhsuz kalır. Sabahat Akkiraz'a kulak vermeyen dinlemeyen Türkiye türküsüz kalır. Tatyos Efendi'yi yok sayan Türkiye'nin besteleri yarım kalır. Cem Karaca bu ülkenin hasretini çektiği kadar, bu ülke Cem Karaca'nın hasretini çekti. 'Hoşçakalın İki Gözüm' diyen Ahmet Kaya'ya vefa göstermeyen Türkiye'nin şarkıları eksik kalır. Nasıl Mehmet Akif'siz bir Türkiye tahayyül edilmezse, Nazım Hikmet'siz bir Türkiye eksik sayılır. Seversiniz sevmezsiniz, beğenirsiniz beğenmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz etmezsiniz… Ama Ahmedi Hani'si, Bitlisli Said-i Nursi'siz bir Türkiye maneviyatı noksan kalır."

Atatürk’le eklemleme çabası mı?

Tepkiler genellikle hayret içerikli idi. Siyasi gözle bakıldığında Nursi hakkında Tek Parti Cumhuriyetini savunanlar
Nursi’ye ‘Karşı devrimci’ diyorlar. Fakat çoğulculuğu savunanlar ‘İslam dini ile Meşrutiyet ve Cumhuriyetin doku uyuşmazlığı olmadığı’nı savunduğunu belirtiyorlar. Başbakanın ikinci seçeneği öngördüğü anlaşılıyor.

Konuşmanın geneline ve öznesine baktığımızda “Atatürk’ü hiç anmadı” sözünü çok önyargılı yorum olarak değerlendirmek gerekir.

Aslında Sayın Başbakan saydığı isimleri Atatürk’le eklemlemeye çalışmıştı. Alkışın bu kucaklayıcılığa olduğunu düşünmek daha doğrudur.

Tek parti Cumhuriyetini savunanlar Başbakan’ın yukarıdaki ifadeleri ancak karşı devrim olarak tanımlayabilirler. Sayın Başbakanın önemli bir siyasi risk aldığını da bilmek gerekir.

Nursi’nin isminin bu derece yıpratılmasına rağmen toplumdan alkış almasını çağın ruhunu okumuş olması, Tabiat Risalesi isimli eserinde bir Yaratıcın olması gerektiğini, Haşir Risalesi isimli eserinde ölüm sonrası yaşamın olması gerektiğini mantıksal gerekçelerle açıklaması ile birlikte bazı başka nedenleri bağlamak gerektiğini düşünüyorum.

Cumhuriyeti onarma mı karşı devrim mi?

Nursi’nin özgürlükçü Müslüman olması ilginçtir. Eserlerinde İslam dininin isdibdata karşı olduğunu savunan bir din bilgini olarak dikkat çekiyor. Sosyologlar ve sosyal psikologlar için çok ilginç bir kişiliktir. Bu nedenle Şerif Mardin’in ciddi akademik ilgisini çekmiştir.

2002 yılındaPsikolojik Savaş isimli çalışmamı kitaplaştırırken Nursi’nin Anadolu’daki sivil direnişteki rolüne bir bölüm ayırmıştım. Nur cemaatini siyasi değil sosyolojik bir cemaat olarak değerlendirmenin doğru olacağını düşünenlerdenim. Aşağıda kitapta ilgili bölümü geniş bir özetle aktarıyorum.

İSLAM COĞRAFYASINDA DİRENİŞ
Dinsel ve kültürel kimliği değiştirmeye yönelik çabalara karşı direniş gösterme, Doğu dünyasında silahlı eylemler şeklinde oldu. Siyaseti ve şiddete başvurmayı yöntem olarak seçtiler. “İhvan-ı Müslimin, Hümeyni ve Cezayir hareketleri bunun örnekleridir.
Batı değerlerinin kutsal değerler olduğu ve bunu kabul ettirmek için otoriter ve totaliter uygulamaların yapıldığı yirminci yüzyılın başlarında Anadolu’da sosyolojik bir tepki oluşması gerekiyordu. Sosyolojik değişimler doğal sürecinde ancak yüzyıllar sonra oluşurdu. Fakat otoriter düşünce sahibi kişiler baskı uygulayarak toplumu değiştirmeyi amaçlıyorlardı.
Cumhuriyet döneminde sivil direniş olarak en çok göze çarpan hareket, Nursi’nin geliştirdiği Nurculuk hareketidir.
Nursi nasıl bir insandı?

Onun kişiliğinde buluşan etkiler nelerdi ve kullandığı özel bir yöntem var mıydı? Subjektif paradigmaları nelerdir? Bu sorular akademik incelemeye tabi tutulacak ciddi konulardır. Necmettin Şahiner (1975), Cemal Kutay (l990), Şerif Mardin (l992) gibi bilim adamı ve araştırmacı yazarlar bu konuda 20 ye yakın eser yayınladılar. Dünyanın her yerinden her yıl onun düşünce sistematiği üzerinde kafa yoran, çarpıcı sentezlere ulaşan ve elde ettiği sonuçları sempozyumlarda tebliğler halinde sunan pek çok bilim adamı ve düşünür bulunmaktadır.”

Nursi’nin Gandi’ye benzeyen ve benzemeyen yönleri nelerdir?

1- Benzer yönü benzer fazilet mücadelesi yapmalarıdır. Gandi’nin “Tanrı’nın kendisi ile birlikte olduğunu düşünen kişi, tek kişilik çoğunluktur” düşüncesi ile örtüşmektedir. Her ikisi de fazilet mücadelelerinde bu motivasyonu kullanmışlardır. Nursi bu düşünce yapısını “İhlaslı hareket” olarak ifade etmiştir.

2- Diğer benzer yönü kesinlikle şiddete başvurmamak olan sivil direniş yöntemi, Nursi’nin gerçekleştirdiği özel yöntemde de dikkati çekmektedir.

3- Gandi ile uyuşmayan tezi ise, siyasi emelden tamamen kaçınmasıdır. Din ve bilimi birlikte ele alıp biri birine muhalif olmadığını göstermeye çalıştı. İnsanların gönlüne hitap etmenin, akıl ve kalplere güzellikleri doldurmanın yol almak için yeterli olduğunu savundu. “Şeytan ve siyasetten Allah’a sığınırım” sözünü bir prensip olarak bütün yaşamı boyunca uyguladığı görülmektedir.

4- Gandi ile uyuşmayan diğer yöntemi de “müspet hareket” yöntemidir. Bu anlayışla ülkeyi yönetenlerin kusurları ile uğraşmak yerine kendi doğrularını anlatmayı tercih ettiği dikkati çekiyor. Yine bu anlayışını,“Temsil tebliğden önce gelir” kaidesi ile formüle ederek inandığı doğrularını yaşamaya, pratik olarak hayata yansıtmaya öncelik vermesi farklı yönüdür.

5- Gandi’nin diğer yöntemi olan güç odakları ile işbirliği ve pazarlık yapmama ilkesi Nursi’de de dikkati çekiyor. Ülkeyi yönetenlerin, bazı güç odakları tarafından kullanılmaya çalışıldığına inandığını, bu çağın cihat şeklinin “manevi cihat” metodu olduğunu, dahilde, yani yurt içinde dış düşmana karşı yapıldığı gibi şiddet kullanılmaması gerektiğini eserlerinde dile getirmektedir.
Yaşadığı dönemde ve daha sonra Anadolu’da on milyonu aşan bir takipçi kitlesinin olduğu söylenen Nursi, 49 yıl önce vefat etmiştir. Fakat takipçileri her geçen gün farklı seviyeden insanların katılımıyla artarak devam etmektedir. Formal eğitim almamış bir kişi olan Nursi’nin başlattığı bu hareket, sosyolojik açıdan inceleme konusu olmaya devam edecek gibi görünüyor.

6- Nursi’nin “Karizmatik önderlik” ve “Ulu Kişi” imajını reddetmesi Gandhi ile örtüşmektedir. Kendi kişisel rehberliği yerine fikirlerinin rehberliği ve aklı kullanmayı vurgulaması dikkat çekicidir. Mezarının belli olmamasını vasiyet etmesi de bu açıdan anlamlıdır.

7- Doğu despotizmi ile mücadele etmesi, geleneksel Osmanlı ulemasının baskıcı yöntemi yerine, 1907’de dünya da terazinin özgürlük kefesinin ağır bastığına dair eser yazması ilginçtir. Devlete itaat eden ama özgürlüklerden vazgeçmeyen, adaletsizliği onaylamayan duruşuna karıncaların cumhuriyetçiliğine örnek vermesi toplumu etkilemektedir.

8- Kendine haksızlık yapana beddua bile etmemesi, Mekke dönemine vurgu yaparak sabır kavramını; kadere güler yüzle boyun eğme ile birlikte “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” şeklinde yorumlaması takipçilerini etkilemiştir.”

Herhalde Cumhuriyet tarihinde Nursi kadar yanlış anlaşılan ikinci bir kişi yoktur. Zulme seyirci kalmayan ve haksızlık karşısında eğilmeyen fazilet savaşcılarını rahmetle anmalıyız.

Aldığı alkışları siyasi nedenlere değil sosyopsikolojik nedenlere bağlamak daha akla uygundur

Prof. Nevzat Tarhan - Haber 7
ntarhan@gmail.com
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

Hasan_Sinan

Moderatör

  • "Hasan_Sinan" bir erkek

Mesajlar: 2,136

Konum: Almanya

Meslek: Uzman Pazarlamaci

Hobiler: Okumak Okumak Okumak

  • Özel mesaj gönder

5

06.10.2009, 07:19

:alkış: Masaallah Türkiye gercek gündeme döndü



Konu "Bediüzzaman"
Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda

izhârına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak.Ve namzet olduğumu anladım.

  • "MujaHeed" bir erkek

Mesajlar: 21

Konum: İstanbul

Meslek: Amele

  • Özel mesaj gönder

6

06.10.2009, 10:19

Altaylı'ya yazık olmuş :)
Ağlayan hocanın haline ağlayalım.

Hasan_Sinan

Moderatör

  • "Hasan_Sinan" bir erkek

Mesajlar: 2,136

Konum: Almanya

Meslek: Uzman Pazarlamaci

Hobiler: Okumak Okumak Okumak

  • Özel mesaj gönder

7

08.10.2009, 00:02

Bu gece ülke tv de Bediüzzaman anlatildi. Ne oldu bu ülkeye? Hak konusmaya basladi. Oraya cikan gazeteci bir nur talebesinin bile büyütemedigi kadar büyüttü onu. Allah hayr eylesin..
Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda

izhârına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak.Ve namzet olduğumu anladım.

8

10.10.2009, 14:46

Aslında küçümsedi Nursî'yi; ancak...

Aslında küçümsedi Nursî'yi; ancak...


Aradan bir haftalık süre geçtikten sonra, şimdi daha sağlıklı, daha i'tidâlli bir değerlendirme yapma imkânı hâsıl oldu.

Ne de olsa, hissiyât bir derece yatışmaya, ortalık sakinleşmeye, dolayısıyla "akl–ı selim" devreye girmeye başladı.

Evet, Başbakan Erdoğan'ın geçen hafta bugün yapılan parti
kongresindeki konuşmasında sırf "Said–i Nursî" ismini zikretti diye,
ortalık bir anda elektriklendi; siyaset âlemi dalgalandı, fikir dünyası
çalkalandı, Türkiye'nin yedi bölgesi sallandı, "Dağ başını duman aldı",
vesâire...

Öyle bir rüzgâr esti, öyle bir fırtına çıktı ki, bundan etkilenmeyen hemen hiçkimse kalmadı.

Kimisi sevincinden havalara uçtu.

Kimi kahrından ölecek gibi oldu.

Kimi kızgınlığından küplere bindi.

Kimi üzüldü, kimi büzüldü, kimi süzüldü, kimi de bambaşka havalara girdi; kasım kasım kasılanlar oldu.

Biz ise, ilk günden itibaren gelişmeleri ihtiyatlı bir iyimserlik içinde karşıladık.

Başbakan'ı sırf Said Nursî ismini zikrettiği ve çoğu rejimin
nazarında sakıncalı görülen muhtelif renklerdeki isimleri peşpeşe
sıralama cesaretini gösterdiği için onu tebrik etmekle beraber,
çekincelerimizi de usturuplu bir lisânla ortaya koyduk. (6 Ekim 2009)

O yazımızda, meseleye objektif bir nazarla bakarak, içinde
"Bitlisli Said–i Nursî" telâffuzunun geçtiği bölümle ilgili
çekincelerimizi altı madde halinde sıraladık.

Ayrıca, dostlarımızı rencide etmemek için, son derece mülayim, dengeli ve efendice bir üslûp kullanmaya gayret ettik.

Ancak, yine de bazı dostların şiddetli tenkidinden, siteminden, serzenişinden kurtulamadık.

Meselâ diyorlar ki: "Sizin bu yaptığınıza siyasî bağnazlık
derler. Tarafgir davranıyorsunuz. Said Nursî'den şayet Demirel veya
aynı misyondan bir başka siyasetçi söz etseydi, onu göklere çıkarır,
manşetlerden indirmezdiniz..."

Şimdi, bu meseleye herkesin nisbeten daha sakin bakmaya ve daha
dengeli bir muhakemede bulunmaya hazır olduğuna kanaat getirerek, biz
de düşündüklerimizi daha rahat, daha serbestçe ortaya koymaya
çalışalım.

BİR: Önce, söz konusu ifadenin teknik tarafına bakalım. Şöhret
bulmuş muhtelif renklerdeki isimleri mübâlağalı övgüler eşliğinde
sıralayan Erdoğan, listenin en sonuna iliştirilen "Said–i Nursî" ismini
içeren cümleyi ise aynen şu şekilde (elektronik yazı panosundan) okudu:
"Seversiniz sevmezsiniz, beğenirsiniz beğenmezsiniz, görüşlerini kabul
edersiniz etmezsiniz... Ama Ahmed–i Hanî'siz, Bitlisli Said–i Nursî'siz
bir Türkiye'nin mâneviyatı noksan kalır."

Gayet düşünülerek ve birçok şey hesaba katılarak tesbit
edildiği anlaşılan bu ifadede geçen "Bitlisli Said–i Nursî" ibaresi,
kasdîlik bir yana, teknik olarak da içinde komiklik derecesinde fâhiş
bir yanlışı barındırıyor.

Zira, bu ibarenin tercümesi aynen şöyledir: Bitlisli Said Nurslu

Bakınız "Nursî", zaten "Nurslu" demektir. Tıpkı "Konevî"nin "Konyalı" demek olduğu gibi.

Dolayısıyla, burada kalkıp "Bitlisli Said–i Nursî" demenin
tutarlı bir mantığı yoktur. Tıpkı, Saadeddin Konevî için "Konyalı
Saadeddin–i Konevî" demek gerekmediği gibi...

Bir başka nokta: 17. asırda yaşamış olan "Ahmed–i Hanî", Hanili
Ahmed demektir. Onun için ayrıca "Cizreli Ahmed–i Hanî" demeye gerek
yok. Zaten Başbakan da ayrıca "Cizreli" takısına gerek duymamış; böyle
bir yanlışı sadece ve sadece Said Nursî bahsinde işlemiş.

İKİ: "–İ" takılı "Said–i Nursî" terkibi, daha çok Said Nursî
muhalifi veya konu cahili kimseler tarafından kullanılmaktadır. Tam ve
katışıksız ifade ise "Bediüzzaman Said Nursî" şeklindedir.

ÜÇ: Başbakan'ın ağzından çıkan "Bitlisli" takısına ilk defa
rastlanılıyor. Said Nursî ve Risâle–i Nur'la ilgili literatürde de
böyle bir takı bulunmuyor. Yani, şimdiye kadar kullanılmış değil.

16. asırda yaşayan Mevlânâ İdris "Bitlisî" mahlâsını
kullanmıştır, meselâ. Üstad Bediüzzaman ise "Nursî"yi tercih etmiş ve
hayatının sonuna kadar da soyadı yerinde bunu kullanmıştır.

Realite bu merkezde olmasına rağmen tutup "Bitlisli" tâbirini iliştirmenin maksadı ne?

Evet, Üstad Bediüzzaman, Bitlislidir aynı zamanda. Maaliftihar.
Ama, en az o kadar da Barlalıdır, Ispartalıdır, Kastamonuludur,
Emirdağlıdır, vesaire...

Esasında, "Bediüzzaman" ismiyle şöhret bulan Said Nursî,
Bitlise sığmayan, hatta Türkiye sınırlarını da çoktan aşan ve bütün
dünyayı dolaşan bir isim olmuştur. Eserleri, onlarca dünya diline
tercüme edilmiştir. Hatta diyebiliriz ki, son asırda dünyada en çok
takdir görmüş bir isimdir Bediüzzaman.

Buna rağmen tutup onu ille de "Bitlis"e indirgemenin ne mantığı var?

Şayet "Canım, ne var bunda?" diyerek, bu hassasiyetimizi abes
bulanlar varsa, o takdirde lütfen sayın Başbakan'a bir ricada
bulunsunlar da, aşağıda vereceğimiz isim listesini bundan böyle
önlerine gelen takılarla birlikte telâffuz etmesini sağlasınlar. İşte,
size "Bitlisli Said–i Nursî" mantığına göre telâffuz edilmesi gereken
bir isim listesi: Kayserili Hacı Bayram–ı Velî, Konyalı Celâleddin–i
Rûmî (ya da Konyalı Mevlânâ), Sivaslı Pir Sultan Abdal, Nevşehirli Hacı
Bektâş–ı Velî, Akşehirli Nasreddin Hoca, Arnavutluklu Mehmed Âkif,
Türkistanlı Ahmed Yesevî, Makedonyalı Yahya Kemâl, Selanikli Mustafa
Kemal, İzmirli İsmet İnönü, Elazığlı Necip Fazıl, Sinoplu Necmettin
Erbakan, Rizeli (veya Kasımpaşalı) Tayyip Erdoğan...

Bakınız, böyle yazıp söylemenin de yalan yanlış bir tarafı yok.
Ne var ki, şöhreti ülke sınırlarını da aşmış kişileri sadece bu şekilde
andığınız takdirde, işin mânevî anlatım yönü—yine Başbakan'ın
tarifiyle—noksan kalır.

Aynı zamanda, o isimleri küçümsemiş, dar bir çerçeveye hapsetmiş, yani lokalize etmiş olursunuz.

DÖRT: Başbakan, o konuşmasında Said Nursî'yi yüceltmeye
çalışmamış, üstelik diğer isimler ayarında olsun onu övmemiş, hatta
ismini en sona bırakması ve başına koyduğu "Bitlisli" takısı yetmezmiş
gibi, ayrıca sırf ve tek istisna olarak onun için yaptığı "Seversiniz
sevmezsiniz..." perdelemesiyle de Nursî'yi alabildiğine küçümsemeye
gayret etmiştir.
Ne var ki, dar kalıplara sığmayan, dolayısıyla Erdoğan'ın
elindeki kalıba da sığmayan ve bunu parçalayarak feverân eden "Said
Nursî"nin büyüklüğü, Erdoğan'ın sözlerini de büyütüp güzelleştirerek
bir anda kıymete bindirdi.

Yani, listenin en sonuna konulan Said Nursî ismi, listenin en
başına geçmekle de kalmadı, Başbakan'ın o konuşmasını gündemin ilk
maddesi haline getirdi.

Ne var ki, bundan sonrasında da bir tuhaflık dikkati çekiyor.
Başbakan, yankı uyandıran hemen her konuşmasını, sonraki günlerde de
yeni eklemeler ve ilâve açıklamalarla süsleyip cilâladığı halde, bu en
çok tartışılan "Said Nursî"li konuşmasına, tek kelime ile olsun bir
daha değinmedi.

Esasında biz de bunun böyle olacağını tahmin etmiş, ancak
nezaketen söylememiştik. Şimdi aradan geçen süre gösterdi ki, Erdoğan,
küçümsediği ve mânâ şümûlünü alabildiğine daralttığı "Said Nursî"li
konuşmasının arkasında değildir ve devamını getiremiyor.

Oysa, bazılarının hiç, ama hiç sevmediği, hatta son derece
nefret ettiği Süleyman Demirel bile, Said Nursî hakkındaki senâkâr
sözlerinin hep arkasında durdu.

1990'da "Bediüzzaman Said Nursî, büyük İslâm âlimidir" dedi.
Yaygara koparanlara karşı dik durdu ve "Ona İslâm âlimi demeyenin
alnını karışlarım" diye çıkıştı. Devam eden günlerde İstanbul'da
katılmış olduğu "Marmara Grubu"nun konferansındaki soru–cevap faslında
kendisine fırlatılan incitici yedi soru okuna da göğsünü siper ederek
aynı kararlılıkla mukabelede bulundu, hatta birçok entelektüelin Nur
Külliyatını alıp okuyarak Said Nursî konusunda cahil kalmaktan
kurtulmaları gerektiğini tam bir vukûfiyetle söyledi. Ki, bu hadisenin
görgü şahitleri pek yakınımızda olduğu gibi, oradaki bazı meraklı
dinleyicilerin Külliyat siparişini temin eden de bizzat kendim olarak
bu meselenin şahidiyim.

Nur Külliyatını ilk kez tabettiren Menderes gibi Demokratlar
da, Said Nursî'yi korkmadan, çekinmeden, önüne sonuna çekinceli
ibareler koymadan, başkasının ismiyle aynı pakete sokmadan ve isim
kalabalığına boğmadan doğrudan savunagelmişlerdir.

Aradaki en önemli fark budur.


10.10.2009

9

13.10.2009, 10:55

Hakkını vererek bahsetmek


Hakkını vererek bahsetmek



Merhûm Necip Fazıl, sahibi ve başyazarı olduğu Büyük Doğu mecmuasında (1950'li yıllarda) Risâle–i Nur'dan bazı pasajları kısmen değiştirerek neşrediyordu.

Üstad Bediüzzaman'ın da hayatta oluduğu o devirde, matbuat lisânıyla Risâle–i Nur'dan bahsetmek büyük ehemmiyet taşıyordu. Dolayısıyla, Necip Fazıl'ın bu yaptığını da ilk bakışta takdire, tebrike şâyân bir hizmet olarak görenler vardı.

Ancak, o fikirlerin sahibi olan Nur Müellifi Bediüzzaman Hazretleri, bu neşriyata itiraz etti ve "Nur'dan iktibaslar"ın derhal durdurulmasını istedi.

Sebep şuydu: Necip Fazıl, Risâle dilini değiştirerek neşrediyordu. Yani, işin içine kendi mârifetini, kendi Türkçesini, edebî yönden kendi ilmî enaniyetini katarak yapıyordu, bu neşriyatı.

Oysa, Risâle–i Nur, edebiyat satmıyordu. Lafzı değil, mânâyı esas alıyordu. Enenin karışmasına ise, hiçbir şekilde cevaz vermiyor ve böylesi bir müdahaleyi kabullenmiyordu.

Neticede, Üstad Bediüzzaman bir talebesini (Zübeyir) Necip Fazıl'a göndererek şu mesajı iletti: "Risâle'deki sözleri ya aynen neşret, ya da hiç neşretme!"

Evet, Nur'lu neşriyata en ihtiyaç olduğu zamanda bile, mânâyı tağyir etmeye, fikre enaniyet katmaya hiç hacet yokdu.

Nur'dan bahsedilecekse, Nur neşredilecekse şayet, ya hakkını vermek gerekiyordu, ya da ondan hiç söz etmemek icap ediyordu. Necip Fazıl, bunun üzerine Nur neşriyatını kesti.

"Noksan kalır"

Günlerdir tartışılan konuşmasında ne dedi sayın Başbakan?

Dedi ki: "Ahmet Yesevî'siz, Hacı Bektaş'sız, Pir Sultan'sız, Hacı Bayram'sız bir Türkiye öksüz kalır, yetim kalır, köksüz ve dayanaksız kalır."

Buna karşı denilebilir ki: "Allah korusun da, köksüz, öksüz, yetim kalmayalım."

Ayrıca dedi ki: "Yunus Emre'siz bir Türkiye dilsiz kalır. Mevlânâ'sız bir Türkiye ruhsuz kalır."

Buna karşı denilebilir ki: "Allah muhafaza. Dilsiz ve ruhsuz kalmanın ölümden bir farkı yok..."

Aynı minvâl üzere konuşan Başbakan, en sonunda dedi ki: "Bitlisli Said–i Nursi'siz bir Türkiye'nin mâneviyatı noksan kalır."

Buna karşı da meselâ dedilebilir ki: "Sadece o kadarcık mı? Yani, sadece bir "noksan"lık mı?.. O takdirde, bunun fazla bir zararı yok canım... Nasıl olsa Türkiye mâneviyatsız kalmıyor ya? Üstelik dilsiz, ruhsuz, köksüz, öksüz, yetim de kalmıyor. Sadece ufak bir "noksan"lık... Eh, canım o kadarlık bir noksanlık kadıların maneviyatında da olabilir."

Oysa, bilmecburiye şunu söylemek durumundayız ki: Türkiye'de, 1924'ten itibaren Mevlânâ da, Yesevî de, Hacı Bayram da, Hacı Bektaş da bitirilmişti. Onların merbut bulunduğu tarikat kapatılmış, tekke, zaviye ve medreselerinin kapısına kilit vurulmuştu.

Yani, sayın Başbakan'ın isimlerini saydığı dinî ve mânevî önderlerin tamamı, Cumhuriyetin ilk yıllarında milletin nazarında kaybedilmeye, onların bağlı veya başında bulundukları tarikatlar yasaklanarak kalplerden silinmeye çalışıldı.

O şahsiyetlerin etkisi, millet nezdinde adeta bitirilmeye, sıfırlanmaya çalışıldı.

Ezcümle: Mevlevî dergânına kilit vurularak Mevlevîler dağıtıldı, her türlü faaliyetlerine yasak getirildi.

Keza, Yunus'un eğri odun dahi sokmadığı Tabduk Emre'nin dergâhına da kilit vuruldu.

Dahası, Hoca Ahmed Yesevî'nin, Hacı Bektâş–ı Velî'nin, yahut Hacı Bayram–ı Velî'nin yolundan gitmek temelden yasaklandı. Yani, tarihte emsâli görülmemiş bir zulüm ve istibtad rejimi hükmetti bu vatanda, yıllar yılı.

Bu durum, aynı zamanda Başbakan Erdoğan'ın tam da kast ettiği dilsiz, ruhsuz, köksüz kalındığı bir dönemdir.

Öyle ki, yine Başbakan'ın "Onsuz bir Türkiye tahayyül edilemez" dediği İstiklâl Şairi Mehmed Âkif dahi, dayanamayarak terk etti bu vatanı; Mısır'a gitti de, vefatına yakın bir tarihte ancak geri dönebildi.

Peki, Türkiye'deki bu zulüm ve istibtad, Erdoğan'ın tâbiriyle "öksüz, köksüz, dilsiz, ruhsuz" devir ne kadar devam etti.

İşte o karanlık devir, tâ ki Bediüzzaman Said Nursî'nin telif ettiği Risâle–i Nur hakikati meydân–ı zuhûra çıkıncaya kadar, üstelik koyulaşarak devam etti.

Dolayısıyla, Said Nursî, Cenâb–ı Hakk'ın sevk û inayetiyle bu vatan ahâlisini mânen dilsiz, ruhsuz, yetim ve öksüz kalmaktan kurtardı. O zât, yeni bir imân hareketini, dinî yeni bir ihyâ hareketini başlattı. Dinde tecdîd vazifesini ifâ etti.

Bediüzzaman, iki hayatını iki eline alarak dünyaya meydan okudu. Türkiye'de Hilâfetin yasaklandığı, medreselerin kapatıldığı, Kur'ân okumanın, ezan–ı Muhammedî okumanın yasaklandığı, şeair derecesinde bir sünnet–i Peygamberî (asm) olan sarıkla dolaşmanın cürüm addedildiği bir devirde ortya çıktı ve bu vatanda imânî bir çığır açtı.

İşte, onun açmış olduğu bu çığır sayesinde yeniden Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Saidler yetişti, yüz binlerce insan imân nuruyla yeniden tanıştı, hatta Yunus, Mevlânâ, Hacı Bayram gibi, mâzide medâr–ı iftiharımız olan binlerce mâneviyat büyüğü, yeniden itibar görmeye başladı.

İşte, bütün bu hizmetleri ifâ eden bir Bediüzzaman'ı tutup ayrıca Pir Sultan'ın, Nazım Hikmet'in, Ahmet Kaya'nın, Sabahat Akkiraz'ın, Cem Karaca'nın, Tatyos Efendi'nin de içinde olduğu aynı paketin içine sığıştırmak, hatta onlar kadar olsun sahiplenmemek, yani aslında hepsi için geçerli olan "seversiniz sevmezsiniz...." gibi ihtirazî kayıtları sırf "Bitlisli Said–i Nursî" için düştükten sona, bir de onun hakkında sadece "noksan kalır" tarzında bir yorumda bulunmak, işin özünü bilmeyen insanlarımızı şu tarz bir ikilemde bırakmıştır: Türiye'de Said Nursî olsa da olur, olmasa da olur. Nasılsa dilsiz, ruhsuz, mâneviyatsız kalmıyoruz ya. Varsın birazcık noksan kalsın. Ne olacak ki...

Said Nursî hakkında sarf edilen sözlerin, onun hakkını verecek şekilde sarf edildiğine kanî değiliz. Keşke, o zâtın hakkını verecek şekilde ondan söz edilseydi. Hiç olmazsa Yunus, Mevlânâ, Hacı Bayram ayarında...

Fakat—niyetler ne olursa olsun, gelişmelerin yine de hayra inkılâp ettiğini söylemek mümkün.

* * *

Son söz: Said Nursî hakkında Necip Fazıl'ın yaptığı ile onun talebesi Erdoğan'ın söyledikleri, tıpatıp aynı şeyler değildir. Birebir aynı mânâya gelmezler. Ancak, aralarında bir benzerlik, bir paralellik olduğu da şüphe götürmez bir gerçektir: İkisi de Said Nursî'yi olduğu gibi nazara vermemek, hakkını teslim ederek ondan söz etmemek noktasında paralellik arzetmişler.

13.10.2009 - M. Latif Salihoğlu / Yeni Asya

E-Posta: latif@yeniasya.com.tr

10

13.10.2009, 10:57

Selânikli M. Kemal, Bitlisli Said Nursî...


Selânikli M. Kemal, Bitlisli Said Nursî...


Çok garip bir ülkede yaşıyoruz. Cumhuriyeti kuralı tam 86 sene olmuş. Demokrasiye ilk adımımızın üzerinden elli dokuz sene geçmiş. Hâlâ hürriyetsizliğin sancısıyla sembollerle anlaşmaya çalışıyoruz. Resmî ideolojinin mimarlarının isimlerini devlet olarak kamusal hayata besmele yaptığımız halde, birilerinin hoşuna gitmeyecek diye; millete, vatana ve halkımızın maddî-manevî kalkınmasına büyük katkıları olmuş insanların isimlerini resmî yerlerde ağzımıza almaktan imtina ediyoruz.

Bu noktada bizim kadar garip bir devletle ne doğuda ve ne de batıda karşılaşmak elbette mümkün değil. Hâlâ resmî tarihin gözlerine bakarak konuşan aktüel şahısların arkasına sığınarak yürümeye çalışan kaç millet kaldı şu dünyada? Mazlûmların, sembollerin, sembol şahsiyetlerin ve imaların bu kadar zengin mânâları peşinden sürüklediği başka bir toplum da gösteremezsiniz. İşte Başbakanımız da, bir başka coğrafyadan aramıza teşrif etmişçesine parti kongresindeki konuşmasında sembol şahsiyetleri ard arda sıraladı. Sıralamanın sonunda “Bitlisli Said Nursî”yi zikredince, salon alkıştan yıkılmış. Bediüzzaman’a uzak duruş veya “uzaktan tanıma” izlenimi veren Başbakanın üslûbunu çok garipseyenler oldu salon dışındakilerden...

Bizim neslimiz Said Nursî’yi çok iyi tanır. Hâlâ azıcık “siyasal İslâmla” irtibatınız da varsa, Nurcuları, Risâle-i Nur’u ve Nurcuların gazetesi Yeni Asya’yı tanımamak kabil değil. Kaldı ki, Tayyip Bey de “Millî Nizam”daki planı aynen iki binli yıllara taşıdı. Nurcular arasında temayüz etmiş, Nur medreselerinde Risâle-i Nur’u okumuş, yazmış en az altmış yetmiş kişiyi “yenilikçilerin” arasına katarak milletvekili yaptı. Onlardan bazılarını önemli bakanlıklara ve komisyon başkanlıklarına getirdi. Bu kadar mebusa rağmen Risâle-i Nur’u bilmemek ve Said Nursî’yi tanımamak mümkün mü?

Onun Nurculuğu tanımasını sağlayacak daha kuvvetli diğer bir faktör var. “Nurcu” olarak tanımlanmak istemediği halde öyle anılan bir cemaat de, siyasî kaderini bir nev'î AKP’nin başarısına endekslemiş olarak Tayyip Bey’in devamlı yanı başında duruyor. Format olarak Nurculuğun prensiplerine bitamamiha uymasalar da, kaynak olarak Said Nursî’den de beslendiklerini bütün dünya biliyor. Mecliste, medyada ve iş konseylerinde etrafı “Said Nursî” uzmanlarınca sarılmış Tayyip Beyin Said Nursî’yi Sabahat Akkiraz ve Ahmet Kaya’dan sonra zikretmesinin mutlaka başka hikmetleri olmalıdır.

28 Şubat’ı müteakiben iktidara gelen AKP yönetiminden hâlâ ümitli olanlar, Tayyip Beyin konuşmasında Üstaddan bahsetmiş olmasına büyük önem atfedebilirler. 12 Eylül’den bu yana rejimin bize üflediği ve 28 Şubat’tan sonra da dindarların birbirlerine fısıldadığı merkezî hava ile oluşturduğumuz “korkular ve vehimler” coğrafyasında bu tavır doğru telâkki olunabilir. Fakat geriye dönüp siyaset tarihimizi incelediğimizde birçok demokrat politikacı ve devlet adamının çeşitli mahfillerde Bediüzzaman’ı ve eserlerini savunduklarına ve bir kısmının Risâle-i Nur’un yasak olmadığını kürsülerde ifade ederek, eserleri devlet kütüphanelerine yerleştirdiklerine şahit olacağız.

Bu vadide “dindar bakan, başbakan ve cumhurbaşkanlarının” seleflerinin gerisinde kaldıkları rahatlıkla ifade edebilir. Son dönem sağcı dindar politikacıların Said Nursî’den niçin uzak olduklarını eski müsteşar ve bakan Hasan Celal Güzel hemşehrimize sormaları daha makul olabilir.

Fakat hiçbir maslahat ve gerekçe Türk siyasetçi ve idarecilerinin, Avrupa ve Amerika mahfillerinde dahi sıklıkla konuşulan Said Nursî’ye mesafe koyma gayretine cevaz veremez. Batı dünyasında İslâmiyeti tanıyanların yüzde kırkı Said Nursî’yi okuyarak Müslümanlığı seçiyorlarmış. Hem siyaseten, hem üniversite çevresi olarak, oryantalizme ilgi duyarak ve vazifeli enstitüler nezdinde çalışanlar arasında Said Nursî’yi duymayan ve tanımayan olmadığına göre, bu ülkede önemli mevkilerde bulunanların Bediüzzaman’a kayıtsız kalmaları Türkiye’nin de faydasına değildir.

Bu millet Said Nursî’ye olan hürmet ve sevgisini ispat edeli altmış-yetmiş sene oldu. “Bitlisli Said Nursî” ifadesi ise hoş yankılanmadı. İtiraz onun Bitlisli oluşunun ifade edilmesine değil. Ama Van başta olmak üzere onun menfa, sürgün ve zindan hayatı yaşadığı şehirlerin tamamının en az Bitlis kadar ona sahip çıktıkları gerçeği ortadayken ve Nursî, zaten “Nurslu” mânâsını taşıyorken, onu Bitlisli diye takdim etmek niye? Siyasette, mânâ âleminde veya san'atta meşhur olmuş kişilerin ünvanları çoğunlukla doğdukları yeri ifade eder. Serbendî, Tüsî, Geylanî, Mesrî, Bağdadî ve Şirazî gibi... Bediüzzaman Hazretlerinin imzası zaten nereden geldiğini gösteriyor. Isparta’nın “Barla bucağı”nı dünyanın en meşhur diyarına çeviren sır nedir? Burdur, Isparta, Eskişehir, Kastamonu, Denizli, Emirdağ, Afyon ve vefat ettiği Urfa gibi şehirlerin hepsi Said Nursî’ye “hemşehrilik beratı” veriyorlar. Bitlis ile ilgili bir eseri olmamasına karşın; Barla Lâhikası, Eskişehir Müdafaaları, Kastamonu Lâhikası, Afyon mektup ve müdafaaları, Denizli mektupları ve Meyve Risâlesi, Emirdağ Çiçeği ve Lâhikaları Said Nursî’nin yalnızca “Bitlisli” olmadığını, Isparta önemli bir merkez olmak üzere bütün Türkiye’yi kucakladığını ortaya koyuyor.

Bediüzzaman Hazretlerinin hayatının ve eserlerinin dünyaya yayılmış akislerini göremeyenlere tarih de ışık tutuyor. Önemli üç Osmanlı padişahı ile üst seviyede muhatap olmuş, Şeyhülislâmlara arkadaşlık etmiş ve vatanı uğruna doğu cephesinde Ruslara karşı giriştiği harplerde üç yüz talebesini kaybetmiş, Sibirya’daki esaret kampında Türk ve Alman subaylarına ders verdiğinden idamla burun buruna gelmiş, mütareke yıllarında İstanbul’u işgal eden İngiliz komutanı eserleriyle “köpekten aşağı mertebeye” düşürmüş, Kurtuluş Savaşındaki başarılarından dolayı M. Kemal’in reisi olduğu Meclisçe taltif edilmiş bir Bediüzzaman, “Bitlisli Said Nursî” nitelemesine sığmaz.

AKP yönetimi Bediüzzaman’la M. Kemal arasındaki diyalogları, fikrî çatışmaları ve onun Kemalist rejime olan meşhur muhalefetini de bilir. Aynı kürsüde Tayyip Bey “Selânikli M. Kemal” deyivererek geçseydi bu defa o kesimlerden tepki görmeyecek miydi?

09.10.2009 - Şükrü BULUT / Yeni Asya

E-Posta: s.bulut@saidnursi.de

11

13.10.2009, 11:18

Bir mukayese ve bir soru…


Bir mukayese ve bir soru…


Başbakan Erdoğan’ın on üç ismin arkasından “Said Nursî” ismini saydıktan sonra kamuoyunda ve medyada başlayan tartışma ve değerlendirmelerin yekûnuna yakını müsbet…

Ancak Başbakan’ın bu gecikmeli, lâkin olumlu “Said Nursî” anması, bazı mahfillerin hâlâ meseleyi siyasî kompleksle izâhlarını da ortaya çıkarmakta. Önyargılı ve tamamen politik çarpıtma olduğunu ele vermekte.

Uzun süre Türkiye’nin bürokratik devlet hayatında bulunan, 12 Eylül darbesinin ardından yedi yıl dört duvar arasına kapatılan Demirel’in darbelere ve ara rejimlere karşı verdiği demokratik mücadeleyi yakından tâkip eden ve bilhassa Said Nursî’yi defalarca açık veya kapalı zeminlerde daha muhtevalı bir uslûpla dile getirdiğini yakından bilenlerin, son demde yazdıkları bunlardan biri.

Başbakan’ın partisinin kongresinde “Said Nursî” ismini söylemesini, “şimdiye kadar hiçbir devlet büyüğünün bahsetmediği” ve “kimsenin ağzına almaya cesaret edemediği” diye yazılması bunun bir misâli. (H.Celâl Güzel, Radikal, 6.6.2009)

Erdoğan’ın“Said Nursî”yi ismen anması, elbette takdire değer. Ne var ki, bu “takdir”i ifâde edenlerin, Demirel’in en zor zamanlarda daha muhtevalı “Said Nursî” atıf ve takdirlerini görmezden gelmelerinin anlaşılır yanı yok…

NEDEN GERÇEKLER KETMEDİLİYOR?

Erdoğan’ın “Said Nursî” atfında ilk olmadığı belgelerde. “Seversiniz, sevmezsiniz, beğenirsiniz-beğenmezsiz, görüşlerini kabul edersiniz-etmezsiniz” girişinden sonra yaptığı “Said Nursî” atfını övüp, Demirel’in doğrudan Bediüzzaman’ın fikirlerini ve eserlerini nazara veren, Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatını takdir eden sözlerinin takdir edilmeyip siyasî iktidara yakınlık ve destek sâikiyle gerçeklerin ketmedilmesi, “politik bakış”ın ne denli iflâh olmaz bir illet olduğunu ortaya çıkarıyor.

Basının, konjonktürün ve etkili mihrakların tamamen karşı olduğu, “Demirel, Said Nursî’nin halifesi mi?” diye saldıran İnönü gibi amansız bir muhalifin bulunduğu, Bediüzzaman’ın isminin zikredilmesinin “suç” sayıldığı en sıkıntılı süreçlerde Nur Risâlelerini matbaada bastıran ve diyaloglarda-selâmlaşmada bulunan Başvekil merhum Menderes’ten sonra, gerek Başbakan ve gerekse yasaklı bir muhalefet lideri olarak her zaman ve zeminde büyük bir dirâyetle Bediüzzaman ve Nur Talebeleri hakkında müsbet beyânlarda bulunan, gelen “tepkiler”i büyük bir cesâretle karşılayan Demirel’i atlamak, anlaşılan bu illetten ileri geliyor…

Bediüzzaman Mevlidine gönderdiği telgrafında, “Büyük âlim ve büyük müfessir; Hakkın savunucusu ve iyiliğin yol göstericisi” demesini, “Sayın Demirel’in Said Nursî’ye olan hayranlığı, kendisinin özellikle Nurcu kesimin yayın organlarına verdiği demeçlerde bol bol ifâde edilmiştir” gerçeğini açıklayan yazar Oktay Ekşi’nin, geçmişte Bediüzzaman hakkındaki bir dizi yanlış yorumdan sonra bugün yazdıkları bu açıdan ibret-i âlem…

Evvela, “Demirel Nurcu mu?” başlıklı yazısında, “İşin tuhafı, Sayın Demirel’in laik Cumhuriyete bakış şekli ile Saidi Nursi’ninkiler arasında çok büyük benzerlik olduğunu bizzat ifâde eden de Sayın Demirel’dir” diyen Ekşi’nin dokuz yıl önce “Demirel diyor ki, ‘Bediüzzaman Hazretlerinin Divân-ı Harb-i Örfî kitabında çok güzel bir sözü var. Orada der ki; ‘Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yolunda gitse Halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp, zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.’ Devlet hadisesini bunun kadar güzel izâh eden çok az şey vardır” cümlesini aktaran Ekşi’nin peşinden “Doğrusunu söylemek gerekirse, Sayın Demirel’i bunun kadar açık şekilde gösteren şey de çok azdır” eleştirisine bakın. (Hürriyet, 2.11.1990)

“TÜRKİYE’Yİ TAMAMLAYAN DEĞER…”

Ve bugün “aynı” Ekşi’nin, “Erdoğan’ın Türkiye’si” başlıklı yazısında, “Başbakan’ın konuşmasının en çarpıcı yanı bize kalırsa başta ‘Kürt’ kökenli insanlarımız olmak üzere herkese ‘hoşgörü’ ve ‘kadirşinaslık’ dersi veren sözleridir. Nitekim, Ahmet Yesevi’yi, Hacı Bektaş’ı, Pir Sultan’ı, Hacı Bayram Veli’yi Yunus Emre’yi, Mevlânâ’yı, Sabahat Akkiraz’ı, Tatyos Efendi’yi, Cem Karaca’yı, Ahmet Kaya’yı, Mehmet Âkif’i, Nâzım Hikmet’i ve Said-i Nursi’yi sayıp, onlarsız bir Türkiye’nin ‘eksik’ kalacağını söylüyor. En güzeli de o konuşmada ‘Bu topraklarda hoş görülmeyen yegâne şey, hoşgörüsüzlüktür. Tahammül edilmeyen yegâne şey, tahammülsüzlüktür’ diyor” diye Erdoğan’a övgüler yağdırmasını düşünün. (Hürriyet, 4.10.2009)

Yine “aynı” Ekşi’nin, ntv’de (6 Kasım’da) yayınlanan “Basın odası” programında Erdoğan için, “Said Nursi’yi oraya koymuş olması, Said Nursi’nin hem Millî Mücadele sırasındaki pozitif rolü, hem daha sonra inkılâplar Türkiye’sinde o döneme bakışı, negatif tavrı ve beyânları... Bunlar aklımdan geçince diyorum ki, siyasetçidir söyler. O, onu malzeme gibi görür, burada onu da malzeme gibi görmüş olur veya ayrıca bir takım insanlara başka bir mesaj da veriyor olabilir. Bana biraz özel bir maksatla oraya konmuş bir isim gibi geldi. (…) Said Nursi’ye de ben kendi tepkimi ifade ettim, ama benim çocuğum ya da torunum döneminde o Türkiye’de Said Nursi’nin adını sevenlerinin ona verdiği önemle, onunla mütenasip şekilde Türkiye’yi tamamlayan değer olarak ifade edilirse fevkalâde doğru olur” cümlelerindeki ifâdeleri okuyun…

Bediüzzaman Mevlidine telgraf gönderdi diye “laiklik” ekseninde “Demirel Nurcu mu?” diye ateş püsküren Ekşi’nin, Erdoğan’ın Said Nursî ismini telâffuzunu, “Türkiye’yi tamamlayan fevkalâde doğru bir ifâde” bulması, iki dönemin açık bir mukayesesi oluyor.

Bir de şu var; Erdoğan için “siyasetçidir söyler” diyen Ekşi, neden Demirel için aynı şeyi söylemiyor? Bu sorunun cevabının da araştırılması gerekir…

12.10.2009 - Cevher İLHAN / Yeni Asya

E-Posta: cevher@yeniasya.com.tr

Bu konuyu değerlendir