9)
Kürtler İslâmdan ayrılmaz
Kürtleri Müslümanlıktan koparma teşebbüsleri
1920 yılı başlarında Fransa'da bir Kürt paşası ile bir Ermeni paşasının başını çektiği "Paris Konferansı", arkasında Avrupa zalimlerinin bulunduğu sinsî olduğu kadar da dahşetli bir manevra idi. Burada Kürtler kullanılmak sûretiyle, Anadolu'nun Doğu'sunda bir Ermenistan devleti kurulmak isteniyordu.
İşte, o tarihte Paris'te yaşanan bu Kürt–Ermeni yakınlaşmasına karşı keskin bir dille karşı çıkan ve peşpeşe makaleler yazan Bediüzzaman, Kürtlerin Ermenilerle aynı ırktan oldukları iddiası ve ortaya atılan "Kürtlük dâvâsı" ile aslında Kürtleri Müslümanlıktan ayırma gayretleri olduğunu ifade eder ve bu hainane teşebbüse karşı da gayet veciz ve muknî cevaplar verir. Meselâ önce İkdam ve ardından Sebilürreşad isimli gazetelerde şunları söyler:
"Kürtlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır. Çünkü, her şeyden önce Müslümandırlar. Hem de salabet–i dinîyeyi taassup derecesine isal eden (getiren) hakiki Müslümanlardan.
"Esasen, bu tarihe ait birşeydir. Kürtlerin asl ve nesebleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka (ayrılmaya) vicdan–ı millileri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürtlerin Arab kavm–i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakaik–i tarihiyedendir.
"İslâmîyet, herhangi bir ırkın, diğer bir unsuru İslâm aleyhine menfi surette intibah hasıl etmesini kabul etmez. Binaenaleyh, Kürtleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esasat–ı İslâmiyeye muhalif hareket ediyorlar." (1)
Her türlü menfi ve gayr–ı meşrû teşebbüslerin karşısına dikilen Bediüzzaman'a göre, Kürtlerin iyiliği ve serbestiyet–i inkişafı düşünülecekse, bunun ancak Meclis zemininde ve meşrû dairede ele almak gerekir.
"Hakiki Kürtler kimseyi kendilerine vekil–i müdafi kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürtlük namına söz söyleyecek, ancak Meclis–i Mebusan–ı Osmaniye'deki mebuslar olabilir.
"Kürdistan'a verilecek muhtariyetten bahsediliyor. Kürtler, ecnebi himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler. Eğer Kürtlerin serbestiyet–i inkişafı (hür ve engelsiz gelişmelerini) düşünmek lâzım gelirse, bunu Bogos Nubar'la Şerif Paşa değil, Devlet–i Aliyye düşünür.
"Hülâsa: Kürtler, bu hususta kimsenin tavassut ve müdahalesine muhtaç değildirler." (2)
Huzur ve barış için bazı çare teklifleri
Bir meselede "çare teklifleri"nden söz etmek, aynı zamanda birtakım sıkıntıların, problemlerin varlığını kabul etmek anlamına gelir.
Görülen problem ve çekilen sıkıntılar ise, lokal olmaktan ziyade geneldir. Yani, Türkiye'nin genelinde yaşanan sıkıntılar var ve bunlar farklı maksatlarla, farklı gruplarla irtibatlandırılarak adeta içinden çıkılmaz bir hale getirilmek isteniyor.
Bu önemli noktayı göz önünde bulundurarak, bazı çare tekliflerini burada sıralamak istiyoruz.
Birincisi: Demokratikleşme ve insan hakları
a) Demokratikleşme çabaları: Demokratikleşmenin tam olarak sağlanabilmesi için tabuların mutlaka kaldırılması, yıkılması gerekmektedir. Demokrasilerde devletin resmî ideolojisi olamaz. Başta anayasa olmak üzere, T.C. kanun ve mevzuatı, tabulardan arındırılarak demokrasiye uygun bir hale getirilmeli. Bunun sağlanabilmesi için mutlak surette serbest, hür ve yaygın bir tartışma ortamının oluşturulması gerekir.
Demokratik ve insanî yollarla yapılacak her mücadelenin, neticeye götürücü bir basamak; topluma da şuur ve dinamizm kazandıran en verimli bir metot olduğu ise, gün gibi aşikârdır.
b) Temel insan hakları: Terör örgütleri "insan hakları" diye bir şey tanımaz ve ona riayet etmez. Fakat bir devlet, bu temel hakları tanımak, gözetmek ve ona mutlak surette uymak durumunda.
Düşünce farklılığı, insanlığın yaratılışında ve tabiatında var. Dünyanın her yerinde her hükûmette, hatta her devlette muhalifler bulunur. Asayiş ve emniyete ilişmemek şartıyla, bir kimse kabul ettiği ve savunduğu bir fikir sebebiyle mesul tutulamaz ve tutulmamalı.
Hükûmet ele bakar; kalbe bakmaz. Bir kimse genel nizamı bozan bir fikri taşısa bile, bunu eyleme sokmadıkça mesul olmaz ve olmamalı.
Şiddeti doğuran sebeplerden biri de inanç ve düşünce yasağıdır. Onun için, mânevî zincirler çözülmeli ve toplumu ayakta tutan değerlere önem verilmeli. Halkın dinî inanç, örf, adet, gelenek ve göreneklerini rahatça yaşayabileceği ortam kâmilen sağlanmalı ve bunların önündeki engeller bütünüyle kaldırılmalı.
Ferdin hukukuna büyük önem verilmeli. Halka hürmet ve merhamet gösterilmeli, topluma şefkatle yaklaşılmalı, böylelikle huzur ve asayiş temin edilmeli.
...................................
(1) Sebilürreşad, sayı 461, 4 Mart 1336/1920.
(2) Agg; ayrıca İkdam, 7 Mart 1920.
04.07.2009
(10)
Yasakçılık, yarayı azdırır
İkincisi: Yüz yıldır kanayan ırkçılık yarası
Şu husus tarihî bir realite ve gayet açık bir gerçektir ki, ırkçılık illeti bize Batı'dan, yani Avrupa'dan, Avrupa'nın da sinsî zalimlerinden gelmiştir. Bozuk ve gaddar Avrupa kısmı, ırkçılığı İslâm âlemini parçalamak ve yutmak maksadıyla içimize atmıştır.
Bizdeki sosyal ve siyasî mevkii yüksek bazı kimseler de bu illeti adeta misk û amber addederek yüzüne gözüne sürmüş ve başkasına da bulaştırma gayretkeşliğinde bulunmuştur.
Irkçılık fikri, gayet zevkli ve cazibelidir, mıknatıs gibi çekicidir. Onun içindir ki, pek çok millet, zarar ve tehlikelerine rağmen, bu fikre bir derece meyil vermekte, iştiyak göstermektedir.
Bediüzzaman'ın tarifiyle ırkçılık: "Birbirine tesanüt edip yardım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcundur." (Mesnevî–i Nuriye, s. 96)
Bu cümlenin devamında ise, şu hükmî ifade yer alıyor: "Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar."
Irkçılık damarıyla hareket eden adam, kendine muhalif olan bir caninin hatası sebebiyle, onun masum kardeşini, akrabasını; hatta partisinin ve aşiretinin fertlerini öldürmekte kendini haklı görür. Sonunda o derece canavarlaşır ki, takip ettiği ırkçılık politikasına ters düştüğü yerde, kendi ırkdaşı bile olsa, "içimizdeki hain" damgasını vurarak ona da hayat hakkı tanımaz ve hiç çekinmeden öldürür.
Üstad'ı dinlemeye devam edelim: "Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb–i Umumîdeki hâdisât–ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev–î beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.
"Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlûm ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil–i İslâmiye içinde, fikr–i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. (Bu vaziyet) adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirmektir." (1)
Bu derdin asıl çaresi, nuranî İslâmiyet milliyetine dahil olmaktır. Zira "Hamiyet–i İslâmiye, nur–u imandan in’ikâs edip dalgalanan bir ziyadır."
İslâmiyet, bütün insanlara bir babanın (Hz. Adem'in) evlâtları nazarıyla bakar; ırkî mânâdaki üstünlük taslamalarını reddeder, dolayısıyla bu hastalığı kökünden kesip atar.
Üçüncüsü: Yasakların kaldırılması
Kürtlerin dili, milliyet ve kimliği üzerindeki inkârcılık ve nisyan perdesi, Cumhuriyet tarihinin ilk çeyreğinde alabildiğine koyulaşıp kalınlaştırıldı.
Bu zulüm ve zulmet perdesinin bir şekilde aralanması ve kalkması lâzımdı. Ne var ki, ikide bir nükseden darbe ve muhtıra sıtması dönemlerinde, nisbeten elde edilen kazanımlara sekte vuruldu; bir bakıma red ve inkâr perdesi koyulaştırılmaya devam edildi. Oysa, bir unsurun dil ve kültürünü kaldırmaktan, yahut yasaklamaktan yana olmayı ne İslâmîyet ve ne de insanîyet kabul eder.
Kürtlerin dilini, milliyetini ve kimliğini yasaklayabilmek için, acaba hangi âyet, hangi hadis, hangi ahkâm ve esastan, hangi milletler arası antlaşmadan veya beynel–milel hangi beyannameden bir delil getirebiliriz? Bize mahsus böylesi bir garabetin esaslı ve makul hiçbir dayanağı yoktur ve olamaz.
Devletin elbette bir temsil dili olacak ve bunun da resmî Türkçe olmasına kimsenin bir itirazı olmaz. Ancak, Kürtlerin de kendi ana dilleriyle konuşma, eğitim–öğretim yapma ve medyadan yararlanma hakkı elinden alınmamalı; onlara yasak konulmamalı.
Ayrıca, çocuğuna isim verme serbestiyeti sağlanmalı; köy ve diğer yerleşim birimlerinin isimleri rızasız, hazımsız ve zoraki bir şekilde değiştirilmekten vazgeçilmeli. Son yıllarda bir derece serbestlik oldu. Ancak, bunlar hem yetersiz, hem de hukukî / kànunî temelden yoksun.
Bu hususta neden korkuluyor ve neden bir kanunî düzenlemeye gidilmiyor, anlamak kolay değil.
Acaba, yasaklar tamamen kalkar da tam serbestlik sağlanırsa, ülkede bir bölünme mi söz konusu olur? Bu, evham ve kuruntudan ibaret bir ihtimal, bir varsayımdır. Gerçekle ilgisi yoktur.
Devletin, kendi yaptıklarının doğruluğuna ve haklılığına güvenmesi esastır. Şayet, devletin kendisi bir yanlışın içine düşerse, illa bir aksiliğe muhatap olacak, bir çıkmaza saplanacaktır.
Şayet, Kürtlerin ana dilleriyle rahatça eğitim–öğretim yapmaları sağlanmaz, üstelik bir de yeni yasaklar konulur ve cehalete meydan verilirse, bunun neticesinin ne olacağı ve bunun nelere mal olabileceğini çok iyi hesaplamak gerekir.
Bundan ta yüz yıl önce doğru teşhislerde bulunan Bediüzzaman, bugünleri adeta görürcesine şunları söylemektedir: "…Bu ise (cehalet, maarifsizlik) ehli hamiyeti düşündürüyor… Bu ise vahşeti, keşmekeşi ve dolayısıyla Garb'ın şematetini (kuru gürültüsünü) dâvet ediyor… Ve bu üç nokta, Kürdler için müstakbelde bir darbe–i müdhişe hazırlıyor gibi ehl–i basireti dağdar etmiştir." (2)
...................................
(1) Mektubat, Yeni Asya Neşriyat , İst. 1996, s. 311.
(2) Şark ve Kürdistan Gazetesi, Teşrinisani 1324/1908.
06.07.2009
(11)
Dördüncüsü: Maarif, yani eğitim meselesi
Dinden kopuk ve İslâm'a muarız bir eğitim sisteminin mahsûlü, meyvesi, anarşi ve terördür. Şayet, dinî ve imanî zayıflığa başka menfi unsurlar da ilâve edilecek olursa, işte o zaman yerden mantar biter gibi ortaya silâhlı militan grupları çıkar.
Türkiye'de yıllarca sürdürülegelen materyalizm ve ateizm ağırlıklı eğitim politikaları, her kesimde olduğu gibi, Kürt gençleri üzerinde de büyük tahribat meydana getirdi ve onların başka mecralara sürüklenmesine yol açtı.
Okul kitaplarında Kur'ân ahlâkı, İslâm terbiyesi gibi, Müslüman ilim öncüleri ve tarihimizin şerefli simaları da hep nazarlardan saklana gelmiş, hatta aşağılanmış ve türlü türlü hakaretlere maruz bırakılmışlardır.
Bu da, haliyle huzuru bozan, asayişi ihlâl eden bir jenerasyonun yetişmesine sebebiyet vermiştir.
İşte, vatanını, milletini seven herkesi düşündüren ve gerekli tedbirleri almaya sevk eden bu fecî gidişata karşı, bize göre en tesirli çare ilimdir, eğitimdir, maariftir.
O halde, Bediüzzaman'ın hayatı boyunca sıhhatli bir maarifin tesisi için savuna geldiği Medresetüzzehra projesinin kıymet ve ehemmiyetini bir parça daha nazara vermekte fayda var:
1) Evvela, bu üniversite İran, Arabistan, Kafkasya, Türkistan, Mısır, Afganistan ve Pakistan gibi İslâm merkezlerine yakınlığıyla beraber, aynı zamanda Şarkî Anadolu'nun merkezinde bir kalp hükmündedir.
2) Bu üniversite, bir merkez olarak, bütün Asya ve İslâm âlemini alâkadar edecek bir mahiyet ve ehemmiyettedir. Bu itibarla, buna ne kadar sarfiyat yapılsa yine lâyıktır. Bu himmet asla esirgenmemeli; ta ki, İslâm kavimlerini ırkçılık illeti ifsad etmesin.
3) Bu üniversitede din ve fen ilimleri müştereken okutulurken, aynı zamanda hürriyet ve demokrasinin güzellikleri de ilân ve ispat edilecek; hasseten, İslâmîyet paslandırıcı hurafe ve taassuplardan kâmilen temizlenecek.
4) Burası bir mektep olduğu kadar, aynı zamanda medrese ve tekke vazifesini de görecektir.
Beşincisi: Yeni bir idarî yapılanma ihtiyacı
Türkiye'nin mevcut idarî yapısı, "Parlamenter sistem, açık rejim" v.s. diye tarif edilmekle beraber, aslında devlet, uzun müddet katı bir merkeziyetçilik anlayışıyla idare edile geldi. Mevcut halden, vatandaş ekseriyetinin memnun olmadığı ve hatta bundan muztarib kaldığı en yetkili ağızlarca da zaman zaman dile getirilmektedir.
Hatta, kimi zamanlar köklü bir anayasa değişikliğinden de söz edildiği halde, bunda bir türlü muvaffak olunamamaktadır.
İşte, bu katı merkeziyetçiliğin zincirleme yol açtığı dar anlayış ve kötü tatbikatlar sonucu "kirlenmiş ve çürümüş" bir yönetim biçimiyle karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Devletin çarkları, bu vaziyet karşısında ağırlaşmakta ve hantallaşmaktadır.
Bu gidişle, tıkanma kaçınılmaz olacak.
İşte, başka hiç çaresi yok, bu katı merkeziyetçi sistem mutlaka ıslâh edilmeli; ardından, sisteme yeni ve daha dinamik bir işlerlik kazandırılmalı. Hatta, reform niteliğinde bazı yetkiler yapılmalı. AB standartlarını yakalamaya gayret göstermeli.
Meselâ, mahallî meclisler denilen yerel parlamentolar kurulmalı ve merkezin bölünmeye yol açmayacak bazı görev ve sorumlulukları taşraya devredilmeli. Devlet, böylelikle vatandaşına güvendiğini bilfiil göstermeli.
Altıncısı: İdareciler, âdil ve şefkatli olmalı
Bu husus da ülkenin geneli için söz konusudur. Fakat bilhassa Doğu'ya gönderilecek olan askerî ve mülkî amirler ve diğer devlet mensupları âdil, şefkatli ve merhamet sahibi kimselerden seçilmeli. Aksi halde, niza ve hoşnutsuzluk çıkması kuvvetle muhtemel.
Kürtler, din–i İslâm'a taassup derecesinde bağlı olduklarından, aralarındaki dindar memurları ve başlarındaki mütedeyyin amirleri daha ziyade sever, sayar ve hatta himaye ederler. Bu da itaati kolaylaştırır ve asayişi temin eder.
Bu hususta Üstad Bediüzzaman'ın şu tesbiti büyük önem arz etmektedir:
"Bu millet–i İslâm'ın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta fasık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hatta umum Şark'ta, umum memurlara dair en evvel sordukları suâl bu imiş: "Acaba namaz kılıyorlar mı?" derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa ne kadar muktedir olsa, nazarlarında müttehemdir.
"Bir zaman, Beytüşşebap aşairinde isyan vardı. Ben gittim sordum: Sebebi nedir? Dediler ki: 'Kaymakamımız namaz kılmıyordu, öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?'
"Halbuki bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler." (*)
...................................
(*) Tarihçe–i Hayat, Yeni Asya Neşriyat , İst. 1996, s. 125.
07.07.2009