Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

26.08.2009, 14:30

Kürt reçetesi (13 Bölümlük yazı dizisi)

M. Latif SALİHOĞLU
Kürt reçetesi (13 Bölümlük yazı dizisi)

(1)
Irkçılık, vahşeti doğurdu
Yıllardır Türkiye'nin başını ağrıtan, millete kan kusturup gözyaşı döktüren şu terör belâsının mutlaka bitmesi, bir şekilde sona erdirilmesi isteniyor.
Millet ekseriyeti gibi, hükûmet, parlamento, ordu, emniyet, siyasî partiler, sivil toplum kuruluşları da istiyor, terörün bir an evvel bitmesini...
Bu umumî istek, belki hiçbir zaman olmadığı kadar güçlenip yükselmiş, önem ve ciddiyet kazanmış görünüyor. Ancak, sadece "istemek", arzu etmek yetmiyor. Ayrıca, meselenin halli için doğru bir usûlün takip edilmesi, hastalığa doğru bir teşhisin konulması ve tedâvi için de bir irade kuvvetinin ortaya konulması gerekiyor.
Şimdi, sırasıyla bu safhaları inceleyerek, herkes için doğru ve hayırlı olacak bir neticeye doğru yol almaya çalışalım.
Önce teşhis: Frengî illeti
Bugün büyük şehirlerimiz başta olmak üzere Türkiye'nin genelinde, özellikle de ülkemizin Doğu ve Güneydoğu'sunda meydana gelen müessif kanlı hadiselere, elem verici olaylara bakan hemen herkes ve her kesim, gördüğü manzarayı, kendi düşünce ve ufuk çizgisine göre doğru–yanlış bir şekilde tarif edip isimlendirmeye çalışıyor.
Gerek devlet idarecilerinin, gerek siyasilerin ve gerekse kamuoyunda tesir gücüne sahip değişik kesimlerin sarf ettikleri tabirler, yaptıkları tanımlamalar ve isimlendirdikleri problem, birbirinden hayli farklılık ve çeşitlilik arz ediyor. Halbuki, bu farklı isimlendirmelerden her birinin mahiyeti, kaynağı, karakteri ve hatta sebep ve çareleri; yani teşhis ve tedâvileri de birbirinden farklıdır.
Söz konusu isimlendirme ve tanımlamalardan bazılarını şöyle sıralamak mümkündür: "Bu bir anarşi ve terör meselesidir... Bu bir bölücülük hareketidir... Bu, Türkiye'nin Güneydoğu sorunudur... Bu, dış odakların bir oyunudur... Bu, bir Kürt meselesidir. Bu Atatürk milliyetçiliğinin bir aks–i tesiridir... Bu, ilân edilmemiş bir savaştır.. Bu bir eşkıyalıktır... Bu bir kalkışmadır, isyandır, vs…"
Sıraladığımız bütün bu hususların şu ya da bu ölçüde konuyla alâkalı bir yönü olabilir. Ancak meselenin aslını, özünü ve kaynağını teşkil eden bir isim konulmadan veya meselenin nirengi noktasını, bel kemiğini oluşturan doğru bir tanımlama yapılmadan, sıkıntıyı gidermek, problemi halletmek yine de mümkün görünmüyor.
O halde, ülkemiz dahilinde yıllardır sürüp giden bu kanlı boğuşmanın, bağlantılı olarak siyasî ve ideolojik kargaşanın evvela kaynağına inmek, doğru bir tanımını yapmak, yani mahiyetine uygun şekilde ismini koymak gerekir.
Bu hastalığın adını "Frengî illeti" olarak koymak, bize göre doğru bir yaklaşım olacaktır. Hastalığın bu tâbirle yâd edilmesi ise, Bediüzzaman Said Nursî'ye aittir. (Barla Lâhikası, s. 149; Mektûbat, s. 410))
Frengî illetinin Türkiye'deki Müslüman unsurlara ilk sirayeti ise, 1909'larda hakiki Türk olmayanların "Türkçülük" cereyanını uyandırması suretiyle olmuş ve zincirleme şekilde aksülamel meydana getirerek günümüze kadar yol almaya devam etmiştir.
Bediüzzaman Said Nursî'nin, milliyetçilik bahislerini konu edindiği Nur Risâlelerinde (Mektûbat, 4. Desise, vb...) bilhassa ve ağırlıklı şekilde Türkçülük üzerinde durmuş olması ve bu illetle mâlûl olanları hakiki Türk olarak görmediğini söylemesi, tarihî hakikatlerle de birebir örtüşmektedir.
Bediüzzaman'ın Kürtçülerden söz ettiği yerlerde ise, milliyetçilikten ziyade "vahşet, keşmekeş, dinsiz, meşrepsiz..." tâbirlerini kullanması, cidden dikkat çekici bir nokta. (Bu tâbirler, ırkçılığın zamanla terörü netice vereceğini adeta haber veriyor.)
Bütün bu bilgiler ışığında, yaşadığımız dehşetli sıkıntıyı şöyle bir ifadeyle tarif etmek yanlış olmasa gerektir: Frengî illeti Türkçülüğü doğurdu, Türkçülük Kürtçülüğü tetikledi, o da terör denen vahşet ve keşmekeşi netice verdi.
Türk–Kürt müşterekliği
Bu noktada, yaşanan sıkıntının temelinde Türkiye'nin bir "Kürt sorunu" olduğunu gören ve bütün iddialarını böyle bir soruna bina edenlerin yanlışı da hatıra gelmektedir. Burada, lafı hiç dolandırmadan şunu ifade etmek gerekir ki, Türkiye'nin "Kürt sorunu" diye bir sorunu yoktur.
Dahası, böyle bir mesele şimdiye kadar uluslararası herhangi bir antlaşmada ifade bulmuş da değildir. Bu anlamda, Türkiye'nin bir Ermeni sorunu veya azınlıklar sorunu vardır. Ayastefanos, Berlin (1878) ve Lozan Antlaşmalarında (1923) bunlar açıkça ifade edilmiştir. Fakat, hariçteki hiçbir ülke, Türkiye ile bugüne kadar Kürtlerle ilgili herhangi bir antlaşmaya imza atmış değildir. Osmanlı'dan günümüze uluslararası bütün platformlarda Türk–Kürt müşterekliği söz konusu olmuştur.
O halde sorun olan nedir?
Açıkça ifade edelim ki, öncelikli sorun "Türkçülük"tedir; yani, ırkçılığa bürünmüş Türkçülük anlayışının zamanla devletin temel harcı haline getirilmiş olmasında ve bu anlayışın dağa taşa varıncaya kadar her tarafa kazınmaya, çakılmaya çalışılmasındadır.
Zira, Selçuklu'da olduğu gibi, yaklaşık dört yüz yıllık "Osmanlı müşterekliği" zamanında da böylesi bir sorun, böylesi bir sıkıntı yoktu.
Dolayısıyla, Kürtçülük–bölücülük denen veyahut zamanla etnik teröre dönüşen kahredici belâ, esasında Osmanlılık telakkisinde olmayan tahrik edici Türkçülük cereyanının aks–i tesiriyle ortaya çıkan bir neticeden ibarettir. Şunu da vurgulamak gerekir ki, Avrupa'dan gelen ırkçılık illeti Türkçülüğü, Türkçülük Kürtçülüğü, Kürtçülük ise vahşet ve keşmekeşi doğurmuştur.
Elhasıl: Türkiye'de, başını Türk olmayanların çektiği ve sinsice yaymaya çalıştığı bu müzmin hastalığa kaynaklık eden şey ise, Avrupa'da doğup gelişen "Frengî illeti"dir. Frenkler (bozuk Avrupa) bu illeti Müslümanların içine atmış, tâ ki, bölüp parçalasın ve yutulmaları kolaylaşsın diye. Bununla birlikte, Türkçülük ile Kürtçülük, zamanla birbirini besleyen, birbirine kuvvet veren, hatta birbirinin velinimeti haline gelen iki mendebur illet olmuştur. İnanıyoruz ki, Türkçülük biter yahut zayıflarsa, Kürtçülük de sönüp tükenmeye mahkûm olacak.
23.06.2009
(2)
Zıtlaşma başlıyor
Tarihen sabittir ki, büyük Fransız İhtilâli'nden sonra Batı ve Orta Avrupa'ya, oradan Balkanlar'a, oradan da Türkiye ve Anadolu coğrafyasına sirayet eden ırkçılık mânâsındaki milliyetçilik cereyanı, bizde Meşrûtiyetin ikinci senesinde ve öncelikle Türkçülük hareketini tetikleyerek tezahür etmiştir.
Bunun zıt paralelindeki Kürtçülük hareketi ise, ondan ancak 9–10 yıl kadar sonra (1918), işgal altındaki İstanbul'da hayat bulabilmiştir.
Burada şunu da hatırlatalım ki, sonradan Kürtçü olanlar, özellikle de Bedirhaniler, başlangıçta Jön Türklerin menfi ve komitacı grubu ile birlikte hareket ediyorlardı. Sultan II. Abdülhamid'in devrilmesinden sonra ise, bu kez ayrılıp birbirlerine düştüler.
Evet, 1800'lü yılların sonlarında ortaya çıkan Jön Türklerin bir kolu hürriyetçi iken, bir diğer kolu Türkçü idi; yahut zamanla öyle oldu. Bu Türkçü kanat, daha sonraları ön plana çıkan ve 1908'den itibaren on yıl müddetle ülkenin mukadderatına hükmeden İttihat–Terakki Fırkası'na hakim oldu. Fırka, yönetim kademelerini tümüyle eline geçirdikten sonra, ülke genelinde bir Türkleştirme politikası gütmeye başladı.
Esasında, Ermeni, Arap ve Kürt gruplar başta olmak üzere, gayr–i Türk pek çok unsurun örgütlenmesi, hatta şiddetli tahrik ile Türk milletinin aleyhine geçmesi, yine bu (Kürt Aşairi İskânı ve Ermeni tehciri gibi) Türkçü politikaların hayata geçirilmesinden sonra kuvvet bularak ivme kazanmıştır.
Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e milletçiliğin yatay geçişi
Burada şunu da bilhassa nazara vermek gerekir ki, İttihatçıların tahrikkâr Türkçülük politikaları, yeni kurulan Cumhuriyet hükümetlerinde, özellikle tek parti iktidarları zamanında da bütün katılığıyla aynen devam etmiştir.
Dolayısıyla, Cumhuriyet tarihi içinde değişik zaman, zemin ve şekillerde ortaya çıkan Kürtçülük hareketlerini de, yine aynı ırkçı politikaların alerjik bir yan ürünü olarak görülebilir..
Can alıcı sorulardan biri şudur: Menfi milliyet, yani ırkçılık fikri bizde ne zaman başladı ve nasıl filizlendi?
Bu soruya cevap teşkil edecek ve bu karanlık noktayı aydınlatacak önümüzde çok çarpıcı misâller bulunmaktadır. Bunlardan iki tanesini zikrederek konuya açıklık getirmeye çalışalım..
İkisinin de anahtar kelimesi "aksülamel" olan bu misâllerin birincisi, Kürt–Teali Cemiyetinin aktif üyelerinden Celadet Bedirhan'ın bizzat görüp yaşadıkları ve kendisini bu yola sevk eden sebeplerin en tesirlisinin hangisi olduğuyla alâkalı. İkinci misâl ise, Bediüzzaman Said Nursî'nin Kürt–Teali Cemiyetinin tuzağına düşen bir talebesini nasıl kurtarmaya çalıştığıyla ilgili. Şimdi, bu misâllerin detayına geçelim....
Birinci misâl:
Bu misâl, önce Türkçülüğün (1909) ve onun ardından Kürtçülüğün (1918) boy göstermeye başladığı Meşrutiyet yıllarında yaşanan bir hadiseyle bağlantılıdır.
Doz Yayınları arasında çıkan ve "Bir Kürt Aydınından Mustafa Kemal'e Mektup" isimli kitap, babası Kürt–Teali Cemiyetinin (1918) en aktif lider kadrosu içinde olan Celadet Ali Bedirhan'ın 1933'te Suriye'den Mustafa Kemal'e gönderdiği mektubu ihtiva etmektedir.
1922'den sonra vatan haini listesine dahil edildiği için, babası ve kardeşleriyle birlikte yurt dışına kaçan Celadet Bey, bu uzun mektubu Cumhuriyet'in 10. yılı münasebetiyle çıkarılacağı söylenen ve kendisine de haberi verilen "umumi af" vesilesiyle kaleme almış. Sonradan kitaplaşan bu mektup, hayret ve ibret yüklü ifadeler ve itiraflarla doludur.
Kitabın takdim bölümünde yer alan şu ifadeler son derece dikkat çekicidir.
"Doğduğu günden itibaren siyasetle iç içe yaşayan Celadet Bey'in siyasî kişiliğinin şekillenmesinde İttihat–Terakki hareketinin önemli bir yeri olmuştur. Geleneksel yönetim ve kültür anlayışlarına karşı (zıt) bir tutumla ortaya çıkan İttihatçı Hareketi, çeşitli milliyetlerden aydınların oluşturduğu renkli bir yapıya sahipti.
Osmanlıcılık kavramında ifadesini bulan bu anlayış, daha sonra (1909'dan sonra) yerini giderek Türk milliyetçiliğine bırakmaya başladı. Bu da diğer milliyetlere mensup aydınların, bu hareketten uzaklaşmasına yol açtı. Osmanlıcılığın yerine Türk milliyetçiliğinin ikame edilmesi, diğer milliyetçilikleri de doğal olarak doğuruyordu. İşte, Kürt milliyetçiliğinin gelişimi de, bu tarihsel dönüşüme tekabül etmektedir.
İttihat ve Terakki ile temeli atılan Türk milliyetçiliği, Kemalizm'de kurumlaşarak devletin resmî politikasına damgasını vurdu.
Elinizdeki kitapta, Türk–İslâm sentezi görüşünün babalarından sayılan Gaspıralı İsmail'in bir konferansı ile ilgili Celadet Beyin bir hatırası, Türk milliyetçiliğinin bu dışlayıcı anlayışına ilginç bir örnek oluşturmaktadır."
24.06.2009

2

26.08.2009, 14:31

3-4-5

(3)
Anahtar kelime: Aksülamel
Dün, "Birinci misâl"de sözü ettiğimiz o ilginç hatıranın sahibi olan Celadet Ali Bedirhan'ın kendi kaleminden bir ifadesini de aktaralım. M. Kemal'e hitaben yazdığı mektupta aynen şunları söylüyor, Celadet Bey:
"Hatırımda kaldığına göre 10 Temmuz'un (1908'deki Meşrûtiyet'in ilânının Rumi gününü kast ediyor.) ikinci sene–i devriyesi (23 Temmuz 1909) henüz idrak olunmamıştı. Bir gün Şehzadebaşı'da bir tiyatro binasında (Ferah Tiyatrosu) mühim bir konferans verileceğini edebiyat öğretmenimizden öğrenmiş ve bu gibi şeylere meraklı birkaç arkadaşımla konferans mahalline gitmiştim. Sahneye iki adam çıktı. Biri Yusuf Akçura Bey idi. Arkadaşını bize takdim etti. Bu zatın ismi İsmail Gasperenski idi. Gasperenski Efendi, İstanbul ahalisince anlaşılması müşkil bir Türkçe ile uzun bir konferans verdi. Mütemadiyen Türk'ten ve gayr–i Türk'ten bahsediyordu. Konferans bittiği zaman, benim ve arkadaşlarımın anlayabildiği şundan ibaretti: Herkes Türk'tür, Türkiye'de Türk'ten başka millî unsur yoktur ve olmamalıdır.
Bilmem nasıl bir tesadüftür ki, o gün aramızda hiçbir Türk talebe yoktu. Benden başka, diğer arkadaşlarımın biri Kürt, biri Çerkez, biri Arnavut, biri Gürcü ve biri de Rum idi.
Ertesi gün, mektepte aynı arkadaşlar bir araya geldiğimiz zaman Gasperenski Efendi'nîn konferansı mevzubahis oldu. Meşrûtiyet devri ile birdenbire inkişaf eden müsavat–ı hukuk ve türlü şahsî, unsurî ve mezhebî hürriyet fikirleriyle sür'atle temasa gelen genç dimağımız, Gasperenski Efendinîn nazariyatını kabul edemiyordu. Bu nazariyat, bize pek aykırı gelmiş, mânevîyatımızı adeta isyan ettirmişti.
O tarihte mektepte bir gazete hazırlayıp neşrediyorduk. Gazetenin riyâset–i tahririyesi (başyazarlığı) benim üzerimde idi. Gasperenski Efendi'nîn konferansının bende yapmış olduğu aksülamel ile olacak, mezkûr gazetede Kürtlüğün tarihinden, ırkından, vatanından ve hususiyetlerinden bahseyledim.
Bu ve emsalî konferanslar ve neşriyat ile Osmanlı hududu dahilinde yaşayan gayr–i Türk milletlerin aleyhine olmak üzere, yeni bir Türk milliyetinin esasatı kurulmak isteniyordu. Bu şoven milliyetçiliğin, daha doğru bir tabirle başka milletlerin kanıyla vücuda getirilmek istenilen yeni milliyetin edebiyatını yapmak üzere bir bir Türk Ocakları, Türk Yurtları tesis olundu. Mecmualar ve kitaplar neşredildi. Gençlere bu yurt ve ocaklarda hususi bir terbiye veriliyordu. Rehberlerin itikadınca, bu ocakların eşiğinde ilk temsil ameliyesi (asimile çalışması) yapılıyordu; fakat, ileride göreceğiz ki, bu ocaklar size Türkçü yetiştirdiği kadar, bize de Kürtçü yetiştiriyordu." (1)
Esasında bu son cümle, Meşrûtiyet'in ilk yıllarında başlayan ve Cumhuriyet döneminde de yaygınlaştırılarak sürdürülen Türkçülük faaliyetinin, tam bir aksülamel neticesi olarak Kürtçülük hareketini tetikleyip tahrik ettiğini, gayet veciz bir şekilde özetlemektedir.
İkinci misal:
Burada, Meşrûtiyetin ilanından on yıl sonra, yani 1918'de Bediüzzaman Said Nursî ile Kürt kökenli bir talebesi arasında yaşanmış bir hadiseyi aktarmak istiyoruz.
Bediüzzaman, son Isparta hayatında, 1955'lerde "Reisicumhura ve Başvekile" diye yazdığı mektubunun bir yerinde şu hatırasını anlatıyor: "Ben Van'da iken (1914–15), hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki: 'Türkler İslâmiyet'e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?' Dedi: 'Ben Müslüman bir Türk'ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam îmâna hizmet ediyorlar.' Bir zaman geçti (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksü'l–amel ile, o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: 'Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd'ü, sâlih bir Türk'e tercih ediyorum.' Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki: Türkler, bu millet–i İslâmiye'nin kahraman bir ordusudur." (2)
Burada aktarılan şu hakikatli ifadeler, bu vatanda neyin sorun ve neyin o sorunun aksülamel bir sonucu olduğunu açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Yaptığımız araştırmaya göre, Bediüzzaman'ın bu talebesi, aynı zamanda İşarâtül–İ'caz isimli eserinin de bir kâtibi olan Müküs'lü Hamza Efendidir. Hamza Efendi, 1917'de İstanbul'a gelmiş, üniversitede tahsil görmüştür. İstanbul'daki bazı Türkçü hocaların (Yusuf Akçura, Akçura'nın samimi dostu ve akrabası İsmail Gansperenski, Ziya Gökalp, Kürt Ziya'nın samimi arkadaşı damızlıkçı ateist Dr. Abdullah Cevdet, Ahmet Ferit, M. Emin Yurdakul...) ırkçılık yapmalarından tahrik olmuş, Kürtçülüğe meyletmiş ve hatta işgalci İngilizlerin himayesinde kurulan (1918) Kürt Teali Cemiyeti'nin de üyesi olmuştur.
........................................
(1) Age, s. 22
(2) Nursi, Said, "Emirdağ LahikasıII" Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996, s. 196)
(4)
Ayrı kökten gelenler, aynı idealde birleşebilir
Bugüne kadar Kürtlerin tarihi, sosyal hayatı ve kültürel kimlikleri üzerinde tez bazında çeşitli araştırmalar, çalışmalar yapıldı.
Ancak bu tezlerin çoğu, siyasî endişe ve ideolojik düşünce farklılıklarından dolayı birbirleriyle çatışmaktan ne yazık ki kurtulamadı.
Türkçülük yapanlar, daha ziyade ret ve inkârcılık anlayışıyla hareket etti. Kürtçüler ise, kin ve intikam duyguları ile davranarak, bir tür savunma pozisyonuna geçti.
Hal böyle olunca da, üzerinde uzlaşılabilecek akademik seviyede sıhhatli bir Kürt tarihinin ortaya konması, bugüne kadar maalesef mümkün olamadı.
Birlik ve beraberliği köken, soy ve ırkî bütünlükte aramaya kalkmanın yanlışlığını bugün bütün medenî dünya kabul eder bir hale geldi.
Buna rağmen, ırkî kökenin farklılığı halinde, ayrı bir devletin de mutlaka gerekli olduğunu savunanlar çıkmıştır, çıkıyor, çıkabilir...
Halbuki, ayrı ırktan, farklı kökenden gelen insanların aynı idealler etrafında birleşmesi, o toplumun kültürel gelişmesinde önemli bir kuvvet ve zenginlik kaynağı olduğu hususu, bugünkü medenî dünyada yine umumî kabul görmüş ve tescil edilmiş bir gerçektir. (Birçok ırkın barış içinde yaşayarak, hukuk ve demokrasiyi tekâmül ettirdiği Amerika Birleşik Devletlerinin durumu, bu açıdan fevkalâde güzel bir örneklik teşkil ediyor.)
Anadolu'da değişik kültürden gelen toplulukların harmanlanıp kaynaşmasına bu açıdan bakılmamasında fayda var. Bilhassa Türklerle Kürtlerin olabildiğince kaynaştığına ve birbirlerinden ayrılmalarının sosyolojik olarak da mümkün olamayacağına dikkat çeken Bediüzzaman, Münazarat adlı eserinin bir yerinde şunları kaydetmektedir: "Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimai hayatımız, Türklerin hayat ve saadetinden neş'et eder " (1)
Türkçülüğü ve her türlü ırkçılığı esasından reddeden Bediüzzaman Said Nursi, Kürtlerin Türklerden ayrılma yolunu ve bölünme kapısını da, gerek fikren, gerekse fiilen tamamiyle kapatmıştır. Onun hayatı, eserleri ve her unsurdan halis talebelerinin teşkil ettiği muazzam tablo, bu gerçeğin en bâriz bir delidir, bir ispatıdır.
Dahası, Türk kardeşlerine dest-i sadakati uzatarak, başka milletlere de örnek teşkil etmelerini istemiştir. Milliyetçilik fikriyle ayrılmanın ve bölünmenin büyük bir felâket olduğunu ve böyle bir vaziyete düşenlerin "Bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanların ve ejderhaların ağzına düştüklerini" açık bir dille ifade etmektedir. (2)
Tarihî seyir
Kürtlerin Osmanlılar ile karşılaşmaları ve Kürtlerin Osmanlı'ya ilhak oluşu farklı bir çalışmanın konusu olabilir. Burada bir–iki hususa dikkat çekmekle yetinelim...
Kürdistan, ya da Vilayâtı Şarkiye olarak isimlendirilen doğu bölgelerimizin idarî yapılanması, Osmanlı Devleti'ne bağlı diğer eyaletlerden bazı farklılıklar arz etmekteydi. Şöyle ki:
1) Kürt aşiret ve emirliklerinde, yönetim babadan oğula geçmekte ve onların bu tabiî yaşayışlarına müdahale edilmemekte idi.
2) Kürtler, Osmanlı ordusunun savaşa girmesi halinde, asker vermekle desteklerini sürdürmekte; ayrıca vergilerini de ödemekte idiler.
3) Dış saldırılara karşı, bu bölgenin güvenliği ve korunması, Osmanlı Devleti'nin teminatı altında bulunmaktaydı.
Anadolu birliğini kuran ve bunu hakkıyla temsil eden Osmanlı Devleti, değişik etnik unsurlarıyla birlikte 19. yüzyıla kadar barış içinde gelebildi.
Bazı sıkıntılar yaşamakla birlikte, 18. yüzyılın sonlarına kadar, dâhilde tam bir "Osmanlı barışı" gerçekleşti.
Ancak, devletin bundan sonra uğradığı mağlubiyetler, iç ve dış dengelerde bozulmalar meydana getirdi.
Tarihimizin çok hazin bir sayfasını teşkil eden 93 Harbinin Rusya'nın lehine neticelenmesi, Osmanlı devleti için Balkanlar'da olduğu gibi Anadolu'nun Doğusunda da ağır bir darbe oldu; peş peşe çalkantılar, patırtılar yaşandı.
Bu çalkantılı dönemden istifade eden İngiltere de boş durmayarak Rusya'nın ilerlemesi karşısında, milletlerarası menfaatlerini garanti altına almak gerekçesiyle Kıbrıs'a gelip yerleşti.
Arkasından da "Ermeni meselesi" gündeme getirilerek, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğü tartışmalı hale getirildi.
.................................
(1) Nursi, Said, "Münazarat" Yeni Asya Neşriyat, İst/1996 s. S. 126)
(2) Nursi, Said, "Mektubat" Yeni Asya Neşriyat, İst/1996 s. S. 311)
27.06.2009
(5)
Kargaşaya yol açan usûl hataları
Cehalet, Hamidilikle geçmez
1890'lı yıllarda sömürgeci ve emperyalist devletlerin Şarkî Anadolu'ya olan yoğun ve yakın ilgisi, Sultan II. Abdulhamid'in dikkatini çekmiş ve onu bir hayli düşündürmüştü,
Sultan Abdülhamid, Osmanlı devleti bu bölgede güçlü kılmak ve aşiretlerden askerî yönden de faydalanmak için, Hamidiye Alayları'nı kurdurmuştu. Böylece, belirli bir nizam ve disiplin içinde aşiretlerin bir kısmının teşkilâtlandırılması sağlanacaktı.
Uygulanan bu yeni politikadan, şu faydaların sağlanacağı hesap edilmişti:
1) Merkezi otoritenin sağlamlaştırılıp devletin daha etkili olabileceği yeni bir sosyo–politik denge kurmak.
2) İngiltere ve Rusya'nın saldırılarından bölgeyi korumak ve bir güç dengesi oluşturmak.
3) Ecnebilerin kışkırtmasıyla çabuk tahrik olan ve büyük bir potansiyel tehlike arz eden Ermenilerin yıkıcı faaliyetlerine de engel olmak.
4) Bu tedbirlerle otoriter yönü ağır basan Pan–İslâmîzm politikasını daha rahat yürütebilmek.
Konu ciddî, niyet iyi, gayet güzel, yapılan düzenleme de fena değil.
Ancak, işin uygulama safhasına ve hasıl olan neticeye bakıldığında, faydanın mı, yoksa zararın mı daha çok olduğuna hükmedemiyorsunuz..
Esasında, "Hamidilik" uygulamasının, umum Şark'ın ve hasetsen Kürt nüfusunun en çok muztarib olduğu "cehalet, zaruret, ihtilaf" hastalıklarının hiçbirine çare olmadığını söylemek mümkündür. Aksine, yaranın daha da azdırılmış olduğu savunulabilir. Çünkü Hamidiye ağaları ve paşalarının zulümkârlıkları, bu sayede daha da sistemli ve adeta dokunulmaz bir hal almştır. (*)
1914 yılında l. Dünya harbi patlak verince, Kürdistan coğrafyasının muhtelif yerlerinde de birtakım muharebeler cereyan etti. Kontrolsüz gelişen bu fırtınadan, Kürt toplumu da elbette ki nasibine düşeni aldı. Osmanlı kuvvetleri Kafkas Cephesi'nde mağlûp düşünce, Rus kuvvetleri Erzurum ve Van'a kadar yayıldılar. Ta Bitlis'e kadar gelip Anadolu'nun bağrına dayandılar.
1917'de meydana gelen büyük Ekim Devrimi sebebiyle, (Bolşevik ihtilâli) Ruslar bu bölgelerden çekilmek zorunda kaldı. Fakat, bu boşluğu doldurmak üzere, İngilizler tez elden harekete geçti. Lord Curzon: "Hindistan'ın Batı sınırı Fırat'tan geçer" sözleriyle niyetlerini açığı vurdu. Hindistan, İngiliz sömürgesi idi.
Yedi cepheden gelen şiddetli taarruzlara kaşı, Osmanlı Devleti adeta canını dişine takarak çarpışıyordu. Ancak, yine de mağlûbiyet mukadder oldu. Neticede "Ermeni mezalimi"ni de hesaba katarsak, savaş, diğer bölgelerde olduğu gibi, Kürt bölgesinde de büyük bir sarsıntı ve tahribat meydana getirmiş oldu.
Sonuç olarak, bilinen tarihi seyri içersinde büyük bir Kurtuluş Savaşı verildi ve önemli bir zafer kazanıldı.
Şeyh Said'in niyet ve hareketi
Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte İttihat ve Terakki'nin uzantısı sayılabilecek yeni siyasi yapılanma bir dizi kararı uygulamaya soktu. Hilafet lağvedildi; tekke ve medreseler kapatıldı; ilk anayasa metninde yer alan "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin dinî, din–i İslâmdır" maddesi kaldırıldı. İslâmî değerler, elitlerin gözünde hafife alındı.
Bu din dışı gelişmeler halkın üzerinde, özellikle bu dinî yönden daha hassas olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da yaşayanlar üzerinde büyük üzüntü ve derin tesirler husûle getirdi.
Hatta, Şeyh Said'i harekete geçiren en önemli saik de–bazı iddiaların aksine–Kürtlerin millî kıyam arzu ve talebi değil, özellikle yeni kurulan hükûmetin hem Osmanlı'ya zıt hem de İslâma muarız durumdaki fikir ve politik tavrıydı.
Şeyh Said'in ortaya çıkıp "din adına karşı koyma içtihadı"nda bulunması, gerek usûl ve gerekse esas itibariyle yanlıştı. Zira, şeriata göre bir İslâm toplumunda hem "dahilde kuvvet kullanılmaz"dı, hem de kuvvetin kullanılması halinde her iki taraftan da özellikle mâsumların zarar göreceği muhakkaktı.
İki yanlıştan bir doğrunun çıkmadığı mâlum. Şeyh Said de, bir yanlışa karşı çıkayım derken, bir başka yanlışa düşüyordu. Nitekim, netice de gösteriyor ki, o kalkışmanın ne Türklere, ne Kürtlere, ne de Türkiye Müslülanlarına hiçbir faydası dokunmamış, bilâkis büyük zararı görülmüştür.
Şeyh Said, "iyi niyetli" bir girişimde bulunmuş olabilir. Tıpkı, Sultan Abdülhamid'in "Hamidiye Alayları"nı kurmaktaki niyeti gibi.
Ancak, şu da kesin bir gerçektir ki, her iyi niyetten iyi netice çıkmıyor. Esastaki doğruluk kadar, usûldeki doğruluk da önemli. Hatta, prensip olarak usûl esastan önce gelir. Yani, esasa gitmek için, öncelikle doğru bir usûle riayet etmek gerekir.
..................................
(*) Bu hususta Üstad Bediüzzaman'ın Cizre'deki Hamidiye kumandanı Miran Aşireti reisi Mustafa Paşa ile hatırası örnek verilebilir. (Bkz. Nursi, Said, "Tarihçe–i Hayat", Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996 s. 38)
29.06.2009

3

26.08.2009, 14:33

6-7-8

(6)
Müsbet ve menfî milliyet
Yaşadığı çağa damgasını vuran büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî'yi, imanî konulardaki orijinal izahları yanında–ta başından beri fikirlerine müracaat ettiğimiz gibi–ülkenin bugünü ve geleceğiyle ilgili dikkat çekici görüşlere sahip bir sosyolog sıfatıyla da görebilmekteyiz.
Kur'ân'ın ölçülerine dayanan tesbitleri, dün olduğu kadar bugün de geçerliliğini ve tazeliğini aynen korumaktadır. Hele, insanımızın kardeşlik ve vatandaşlık bağlarına son derece muhtaç olduğu günümüzde, onun tesbitlerinin değeri bir kat daha önem arz ediyor.
İşte, biz de bu vukufiyetli aziz şahsiyetin yapmış olduğu tesbit ve tavsiyeler doğrultusunda hareket ederek, yaşanan sıkıntılardan kurtulmaya ve huzuru yakalamaya, barışı sağlamaya çalışıyoruz.
Bediüzzaman'a göre Kürtçülük, Türkçülük ve sair menfi milliyet fikir ve cereyanları, İslâmîyet milliyetini parçalamak için hariçten içimize sokulmuş öldürücü zehirden başka birşey değildir.
Milliyet fikrinin bu asırda çok ileri gitmesinin sebebi ise, Avrupalı zalimlerin bu hastalığı Müslümanlar içinde yayarak onları parçalamak istemeleridir.
Milliyet fikrini "müsbet ve menfi" olarak iki kısma ayıran Bediüzzaman, müsbet milliyet için fikrini şu mealde beyan eder: Herkes kendi milletini sever. Fakat bu sevgi, hiçbir zaman başka milletleri inkâr etme ve kendi milletini başkalarından üstün tutma mânâsında değildir. Müsbet milliyet cemiyetin dâhili ihtiyacından ileri gelir; yardımlaşmaya ve dayanışmaya sebeptir. Faydalı bir kuvvet ve heyecan temin eder. İslâm kardeşliğini pekiştirecek bir vasıta olur.
Buna göre müsbet milliyet, bütün Müslümanları kardeş bilmekle beraber; içinde bulunduğu kavmi, kabileyi, cemiyeti korumaya ve yükseltmeye fedakârâne çalışmak demektir.
İkincisi olan menfi milliyet ise, başka milletlere düşman nazarıyla baktırır ve onları yutmakla beslenir. Daima karışıklığa ve düşmanlığa sebep olur. Âyet ve hadisler bu çeşit milliyet fikrini yasaklamış, reddetmiştir.
İslâmiyet milliyeti ve İslâm birliği
İslâmiyet milliyetinin nihaî hedefi, İslâm birliğini (İttihad–ı İslâmı) sağlamaya çalışmaktır.
Gaye ve maksadı İslâm birliği olan bir kısım tarihî şahsiyetleri bu noktada kendine yakın gören Bediüzzaman, bir eserinde şunları kaydeder: "Ben bu ittihadın (ittihad–ı İslâmın) efradındanım. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebebi iftirak (bölünme sebebi) olan fırkalardan değilim. Elhasıl: Sultan Selim'e biat etmişim, onun ittihad–ı İslâm'daki fikrini kabul ettim. Zira o, Kürtleri ikaz etti. Onlar da ona biat eti. Şimdiki Kürtler, o zamandaki Kürtlerdir… Bu meselede seleflerim Cemaleddin–i Efgani, (allamelerden) Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, (müfrit âlimlerden) Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle Namık Kemal Bey ve Sultan Selim'dir (ki, demiş): 1
İhtilaf u tefrika endişesi
Kuşe–i kabrimde, hatta bîkarar eyler beni
İttihadken savlet–i a'dayı def'a çaremiz
İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni
Said Nursî ayrıca, ekser Peygamberlerin Asya'da zuhûru ve çoğu hükemanın (filozofların) Avrupa'da ortaya çıkmasını, Asya'yı ayağa kaldıracak unsurun din oluşuna bağlar. 2
Ayrıca, hamiyet–i milliye denen duygunun da ancak hamiyet–i dinîyenin emrinde olmasıyla başarıya sevk edebileceğini belirtir.
Asıl hastalık kalbin merkezinde
Bediüzzaman, Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserinin "Hürriyet Hitap" bölümünde şunları ifade etmektedir:
"Evvel Kürdistan'da fenalığın sebebi, Kürdistan'ın uzvu hastalanmış zannediyordum, Vakta ki, hasta olan İstanbul'u gördüm… teşrih ettim (açtım baktım) anladım ki, kalbindeki hastalıktır her tarafa sirayet eder. Tedâvisine çalıştım; bir divanelikle taltif edildim." 3
Bediüzzaman'ın 19. asrın başlarından itibaren Kürtler hakkında söylediği sözler, onlara yaptığı nasihat ve tavsiyeler, yazdığı makale ve eserler günümüz için de fevkalâde önem taşımaktadır.
Bediüzzaman, 1907 sonlarında Doğu'nun yaşadığı problemlere dikkat çekmek için İstanbul'a gelir ve hükümete bir dilekçe verir.
Bu dilekçe sebebiyle başına gelmeyen kalmadıysa da, tarih onu haklı çıkarıyor ve onun nasıl bir dâvâ ve misyon sahibi olduğunu gözler önüne seriyor.
....................................................
1) Divan–ı Harb–i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996, s. 29.
2) Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996, s. 328.
3) Divan–ı Harb–i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996, s. 87.
30.06.2009
(7)
Cehalet, ilimle bertaraf olur
Üstad Bediüzzaman'ın cehaletin yegâne çaresi olarak düşündüğü maarif konusundaki gayesini tahakkuk ettirmek için Mabeyn'e (Saray Katipliği–Hükûmet Sekreterliği) verdiği ve kendisini birçok ceza ve musibetlere hedef eden dilekçesi üzerinde bir parça duralım. Bu dilekçesinde şöyle demektedir:
'Millet–i Osmaniye meyanında mühim bir unsur teşkil eden Kürdistan ahalisinin ahvali hükûmetçe malum ise de, hizmet–i mukaddese–i ilmiyeye dair bazı metalibatı (istekleri) arz etmeye müsaade dilerim.' (*)
Dilekçesine bu cümle ile başlayan Bediüzzaman, asıl isteklerine geçmeden ve çareleri zikretmeden evvel, şu önemli tesbitlerde bulunur:
'Şu cihan–ı medeniyete ve şu asr–ı terakki ve musabakatta sair ihvan gibi yek–aheng–i terakki olmak için, himmet–i hükûmetle Kürdistan'a kasaba ve kurasında mekatip tesis ve inşa buyurulmuş olduğu ayn–ı şükranla meşhud ise de, bundan yalnız lisan–ı Türkîye aşina etfal istifade ediyor. Lisan–ı aşina olmayan evlâd–ı Ekrad, yalnız madaris–i ilmiyeyi maden–i kemalat bilmeleri ve mekatip muallimlerinin lisan–ı mahalliye adem–i vukufları (öğretmenlerin Kürtçe bilmemeleri) cihetiyle, maariften mahrum kalmaktadır."
Üç mühim noktaya dikkat
Bediüzzaman, işte bu mahrumiyetin sebep olacağı üç mühim noktaya dikkati çeker ve istikbâlde Kürtlerin başına gelen müthiş darbeleri adeta görür gibi kalbi dağdar olur ve şöyle devam eder:
"Bu ise vahşeti, keşmekeşi; dolayısıyla Garb'ın şematetini dâvet ediyor.
"Hem de ahalinin vahşet ve taklid hal–i ibtidasında kalmaları cihetiyle, evham ve meşkukun te'siratına hedef oluyor. Eskiden beri her vecihle Ekrad'ın madununda bulunanlar; bugün onların hal–i tevakkufta kalmalarından istifade ediyor. Bu ise ehli hamiyeti düşündürüyor. Ve bu üç nokta, Kürdler için müstakbelde bir darbe–i müdhişe hazırlıyor gibi ehl–i basireti dağdâr etmiştir."
Bediüzzaman büyük cesaret gerektiren bir meseleyi, tam bir vukufiyet ve açık yüreklilikle dile getirir. Teşhis ettiği hastalıkların usulünce tedâvi edilmemesi halinde ise, neticenin çok vahim olacağını izhar eder ve dilekçesinde teklif ettiği çare bölümüne geçer:
"Bunun çaresi: Nümune–i imtisal ve sebebi teşvik ve terğib (rağbet ettirme) olmak için Kürdistan'ın nukat–ı muhtelifesinden (muhtelif merkezlerden) biri Ertoşi aşairi merkezi olan Beytüşşebab cihetinde; diğeri Motkan, Belkan, Sason vasatında; biri de Sıpkan ve Haydaran vasatında olan nefs–i Van'da medrese nam me'lufiyle ulum–u dinîye ve fünün–u lazıme ile beraber, hiç olmazsa ellişer talebe bulunmak ve oraca medar–ı maişetleri hükûmet–i seniyece tesviye edilmek üzere üç Dârüttâlim tesis edilmelidir.
"Bazı medarisin dahi ihyası, maddi ve mânevî Kürdistan'ın hayatı–ı istikbaliyesini temin eden esbab–ı mühimmedendir. Bununla maarifin temeli teessüs eder. Ve bu mebde–i teessüsten ittihad takarrur edecek, ihtilâf–ı dahiliden dolayı mahv olan kuvve–i cesimeyi (potansiyel gücü) hükûmetin eline vermekle harice sarf ettirilmek için, hakkiyle müstehakk–ı adalet ve kabil–i medeniyet oldukları gibi, cevher–i fıtriyelerini göstereceklerdir."
Hükûmetlerin tutumu
Üstad Bediüzzaman'ın "Şark Darülfünûnu", ya da "Medresetüzzehra" şeklinde isimlendirdiği projesine ve bu husustaki düşüncelerine, Sultan Abdülhamid'in devr–i iktidarında olduğu gibi, daha sonraları işbaşına gelen (Meşrûtiyet, Cumhuriyet, Demokrasi dönemleri) hükûmetlerin de hiçbiri doğrudan karşı gelmemiş, cephe almamış veya alamamıştır. Hatta, görünürde bu projeye taraftar ve yardımcı olmaya bile çalışılmıştır.
Ancak, buna rağmen bütün bu teşebbüslerinin hiçbirisinde arzu ettiği neticeyi alamayan Bediüzzaman Said Nursî, değişik sebeplerle ve gerekçesi anlaşılmaz evham ve bahanelerle, yaptığı her teşebbüsün ardından tevkifat, hapishane, tımarhane, sürgün ve zindan gibi çeşit çeşit musibet ve işkencelere maruz bırakılmıştır.
Bu da, kaderin çok garip bir cilvesidir.
Üstad Bediüzzaman, âhir ömründe neşrettiği bir mektubunda, hayatı boyunca Risâle–i Nur'a çalıştığı gibi, Medresetüzzehrâ'nın tahakkuku için de çalıştığını söyler; ayrıca, Nur Talebelerine de, bu gayesini bilfiil tahakkuk ettirmelerini tavsiye eder. (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 410; Tarihçe–i Hayat, s. 252)
...............................
(*) Bu dilekçe bilâhare Şark ve Kürdistan Gazetesi'nde de neşredilir. No: 1, 1324/1908
01.07.2009
(8)
İhtilâf ve keşmekeşi atınız
Medreset'üzzehrâ'yı tahakkuk ettirmek için hükümetler nezdinde teşebbüslerde bulunması sebebiyle başına türlü belâ ve musîbet açılan Üstad Bediüzzaman, yine de itidalini kaybetmeyerek ve müsbet hareketi düstûr edinmekten vazgeçmeyerek, hizmetine aynen devam eder.
Meşrûtiyet'in ilân edildiği o karışık günlerde bilhassa Kürtleri hükûmete, meşrûiyete ve de Meşrûtiyete sahip çıkmaya dâvet eder. İstibdattan, Kürtlerin daha çok zarar gördüğünü ifade ile, umum milletin hür iradesine dayanan Meşrûtiyet havuzuna, berrak ve tertemiz birer pınar gibi akmaları gerektiği tavsiyesinde bulunur. Bu tavsiyelerinden biri şöyledir. "Meşrûtiyet, hakimiyet–i millettir. Yani efkâr–ı ammenizin misal–i mücessemi olan mebusan hakimiyetidir. Hükûmet, hadim ve hizmetkârdır. Öyle ise, kendinîzden teşekki edinîz. Her kabahati hükûmet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız." (1)
Devamında çarpıcı misallerle, endişe içinde olayları takip eden Kürtlere nasihat eder, onlara ders verir: "Eğer siz insan olsanız, hükûmet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz; fakat iyilikleri gelir." (2)
Bediüzzaman'ın şimdiye kadar rastlayabildiğimiz ve Kürtçe olarak neşredilmiş bir tek makalesi vardır. Bu makalenin özet mahiyeti şudur:
"Ey Kürtler! Bizim üç cevherimiz vardır ki, bizden muhafazalarını isterler. Bunların birincisi İslâmîyet, ikincisi insanîyet, üçüncüsü de millî meziyettir.
Ayrıca, üç de düşmanımız vardır. Bunlar da fakirlik, cehalet ve ihtilâftır ki; bizi harab ediyorlar. Bu üç düşmana karşı, üç elmas kılıncı elimize alıp, bunları üstümüzden atmalıyız. Bunlardan birincisi: Adalet, maarif ve okuma kılıncıdır.
İkincisi: İttifak ve millî muhabbettir.
Üçüncüsü: Sefiller gibi yaşamamak için, teşebbüsü şahsîdir.
Son tavsiye ise okumak, okumak, okumak; el ele vermek, el ele vermek, el ele vermek…" (3)
Meşrûtiyetin ilânıyla daha ziyade Kürtlerin tedirgin olduğunu gören Bediüzzaman, memleketin her tarafında bulunan Kürtlere Meşrûtiyet'in iyiliklerini, güzellik ve faziletlerini anlatır, Bir yandan onları aydınlatırken; bir yandan da onları bu idarî sisteme olabildiğince sahip çıkmaya dâvet eder. Hatta öyle ki, Türklere bağlılıkta, eskisinden çok daha ileri gidilmesini bir zaruret olarak görür.
İşte, İstanbul'da bulunan ve bazı siyasî cereyanlara alet edilmeye çalışılan Kürt hamallara hitaben yaptığı konuşmanın bir bölümü: "Altı yüz seneden beri, bayrak–ı tevhidi umum âleme karşı ilân eden; ve istibdada şiddet–i itaat ve terki adeti milliye ile ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel, onların aklı ve marifetinden istifade edeceğiz. Ve asaletimizi de göstereceğiz.
Mahasıl: Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti… mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders–i ibret vereceğiz…."
"Hem de, istibdat zamanında bir batman itaat etmiş isek, şimdi bin batman itaat ve ittihad farzdır. Zira şimdi sırf menfaatı göreceğiz. Çünkü hükûmet–i meşrûta, hakikî hükûmet–i meşrûadır." (4)
"Necatımız ve hayatımız, ittihad–ı milletle kàimdir"
Nutuk isimli eserinde reislerden ve idarecilerden sonra halka seslenen Bediüzzaman, Kürtlerin ve bütün millet–i İslâmın hayat ve necatının ittihad–ı millette olduğunu söyler. Bu noktadan hareketle, Kürtlerin de ittihad–ı millete ve Meşrûtiyete her cihetle hizmet etmelerini şu sözlerle tavsiye eder: "Ey bağlı arslanlar gibi efrad–ı Ekrad! Şimdiye kadar iki cihetle esir idinîz. Biri, hükûmet–i müstebidenin tekalif–i zalimanesi ile, diğeri, bazı zalimlerin gasb ve gareti tecavüzatiyle. Şimdi bu inkılâbı azimden sonra azadesiniz. Her biriniz, âleminizde hükûmet–i meşrûta–i meşrûanın tekâlifi adilanesine itaat ve hukuk–u gayra men–i tecavüz şartıyla birer padişah gibisiniz. Bu saltanatı şahsiyeyi muhafaza, teşebbüsü şahsî ile ellerinizden geldiği kadar bu ittihad–ı millete ve meşrûtiyete her cihetle hizmet ediniz. Zira bizim, belki umum milleti İslâmın ve mutlak Osmanlıların necat ve hayatı, bu ittihad–ı milletle kaimdir."
Bu oldukça veciz ve müessir nutkunun sonunda, bütün Kürtlere seslenen Bediüzzaman, gözlerini açıp uyanık davranmalarını; ihtilâf ve keşmekeşliği içlerinden söküp atmalarını; aksi halde bundan bozuk fikir sahibi kimselerin istifade edeceğini; bu durumda da hem ittihad–ı milletin fena bir hastalığa yakalanacağını, hem de Kürtlerin ağır darbe ve tokatlara maruz kalacağını ihtar eder:
"Ey umum Ekrad!
"Gözünüzü açınız, sabah geldi. Ve müteyakkız olunuz. Sizin ihtilâf ve keşmekeşinizden efkâr–ı faside sahibi istifade etmesin. Bu şanlı olan ittihadı milleti fena bir hastalığa hedef etmesinler. Zira o vakit millet ve İslâmîyet size dâvâcı olacaktır.
"Zaman size sille vurmakla o ihtilâf ve keşmekeşi atacaktır. Namusunuzu isterseniz, tokat yemeden atınız…" (5)
...................................
(1) Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996, s. 42.
(2) Age, s. 44.
(3) Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi, Sayı: 1 İst. 1324/1908.
(4) Nutuk (Osm), İst. 1912 s. 22.
(5) Age, s. 24.
03.07.2009

4

26.08.2009, 14:35

9-10-11

9)
Kürtler İslâmdan ayrılmaz
Kürtleri Müslümanlıktan koparma teşebbüsleri
1920 yılı başlarında Fransa'da bir Kürt paşası ile bir Ermeni paşasının başını çektiği "Paris Konferansı", arkasında Avrupa zalimlerinin bulunduğu sinsî olduğu kadar da dahşetli bir manevra idi. Burada Kürtler kullanılmak sûretiyle, Anadolu'nun Doğu'sunda bir Ermenistan devleti kurulmak isteniyordu.
İşte, o tarihte Paris'te yaşanan bu Kürt–Ermeni yakınlaşmasına karşı keskin bir dille karşı çıkan ve peşpeşe makaleler yazan Bediüzzaman, Kürtlerin Ermenilerle aynı ırktan oldukları iddiası ve ortaya atılan "Kürtlük dâvâsı" ile aslında Kürtleri Müslümanlıktan ayırma gayretleri olduğunu ifade eder ve bu hainane teşebbüse karşı da gayet veciz ve muknî cevaplar verir. Meselâ önce İkdam ve ardından Sebilürreşad isimli gazetelerde şunları söyler:
"Kürtlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır. Çünkü, her şeyden önce Müslümandırlar. Hem de salabet–i dinîyeyi taassup derecesine isal eden (getiren) hakiki Müslümanlardan.
"Esasen, bu tarihe ait birşeydir. Kürtlerin asl ve nesebleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka (ayrılmaya) vicdan–ı millileri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürtlerin Arab kavm–i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakaik–i tarihiyedendir.
"İslâmîyet, herhangi bir ırkın, diğer bir unsuru İslâm aleyhine menfi surette intibah hasıl etmesini kabul etmez. Binaenaleyh, Kürtleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esasat–ı İslâmiyeye muhalif hareket ediyorlar." (1)
Her türlü menfi ve gayr–ı meşrû teşebbüslerin karşısına dikilen Bediüzzaman'a göre, Kürtlerin iyiliği ve serbestiyet–i inkişafı düşünülecekse, bunun ancak Meclis zemininde ve meşrû dairede ele almak gerekir.
"Hakiki Kürtler kimseyi kendilerine vekil–i müdafi kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürtlük namına söz söyleyecek, ancak Meclis–i Mebusan–ı Osmaniye'deki mebuslar olabilir.
"Kürdistan'a verilecek muhtariyetten bahsediliyor. Kürtler, ecnebi himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler. Eğer Kürtlerin serbestiyet–i inkişafı (hür ve engelsiz gelişmelerini) düşünmek lâzım gelirse, bunu Bogos Nubar'la Şerif Paşa değil, Devlet–i Aliyye düşünür.
"Hülâsa: Kürtler, bu hususta kimsenin tavassut ve müdahalesine muhtaç değildirler." (2)
Huzur ve barış için bazı çare teklifleri
Bir meselede "çare teklifleri"nden söz etmek, aynı zamanda birtakım sıkıntıların, problemlerin varlığını kabul etmek anlamına gelir.
Görülen problem ve çekilen sıkıntılar ise, lokal olmaktan ziyade geneldir. Yani, Türkiye'nin genelinde yaşanan sıkıntılar var ve bunlar farklı maksatlarla, farklı gruplarla irtibatlandırılarak adeta içinden çıkılmaz bir hale getirilmek isteniyor.
Bu önemli noktayı göz önünde bulundurarak, bazı çare tekliflerini burada sıralamak istiyoruz.
Birincisi: Demokratikleşme ve insan hakları
a) Demokratikleşme çabaları: Demokratikleşmenin tam olarak sağlanabilmesi için tabuların mutlaka kaldırılması, yıkılması gerekmektedir. Demokrasilerde devletin resmî ideolojisi olamaz. Başta anayasa olmak üzere, T.C. kanun ve mevzuatı, tabulardan arındırılarak demokrasiye uygun bir hale getirilmeli. Bunun sağlanabilmesi için mutlak surette serbest, hür ve yaygın bir tartışma ortamının oluşturulması gerekir.
Demokratik ve insanî yollarla yapılacak her mücadelenin, neticeye götürücü bir basamak; topluma da şuur ve dinamizm kazandıran en verimli bir metot olduğu ise, gün gibi aşikârdır.
b) Temel insan hakları: Terör örgütleri "insan hakları" diye bir şey tanımaz ve ona riayet etmez. Fakat bir devlet, bu temel hakları tanımak, gözetmek ve ona mutlak surette uymak durumunda.
Düşünce farklılığı, insanlığın yaratılışında ve tabiatında var. Dünyanın her yerinde her hükûmette, hatta her devlette muhalifler bulunur. Asayiş ve emniyete ilişmemek şartıyla, bir kimse kabul ettiği ve savunduğu bir fikir sebebiyle mesul tutulamaz ve tutulmamalı.
Hükûmet ele bakar; kalbe bakmaz. Bir kimse genel nizamı bozan bir fikri taşısa bile, bunu eyleme sokmadıkça mesul olmaz ve olmamalı.
Şiddeti doğuran sebeplerden biri de inanç ve düşünce yasağıdır. Onun için, mânevî zincirler çözülmeli ve toplumu ayakta tutan değerlere önem verilmeli. Halkın dinî inanç, örf, adet, gelenek ve göreneklerini rahatça yaşayabileceği ortam kâmilen sağlanmalı ve bunların önündeki engeller bütünüyle kaldırılmalı.
Ferdin hukukuna büyük önem verilmeli. Halka hürmet ve merhamet gösterilmeli, topluma şefkatle yaklaşılmalı, böylelikle huzur ve asayiş temin edilmeli.
...................................
(1) Sebilürreşad, sayı 461, 4 Mart 1336/1920.
(2) Agg; ayrıca İkdam, 7 Mart 1920.
04.07.2009
(10)
Yasakçılık, yarayı azdırır
İkincisi: Yüz yıldır kanayan ırkçılık yarası
Şu husus tarihî bir realite ve gayet açık bir gerçektir ki, ırkçılık illeti bize Batı'dan, yani Avrupa'dan, Avrupa'nın da sinsî zalimlerinden gelmiştir. Bozuk ve gaddar Avrupa kısmı, ırkçılığı İslâm âlemini parçalamak ve yutmak maksadıyla içimize atmıştır.
Bizdeki sosyal ve siyasî mevkii yüksek bazı kimseler de bu illeti adeta misk û amber addederek yüzüne gözüne sürmüş ve başkasına da bulaştırma gayretkeşliğinde bulunmuştur.
Irkçılık fikri, gayet zevkli ve cazibelidir, mıknatıs gibi çekicidir. Onun içindir ki, pek çok millet, zarar ve tehlikelerine rağmen, bu fikre bir derece meyil vermekte, iştiyak göstermektedir.
Bediüzzaman'ın tarifiyle ırkçılık: "Birbirine tesanüt edip yardım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcundur." (Mesnevî–i Nuriye, s. 96)
Bu cümlenin devamında ise, şu hükmî ifade yer alıyor: "Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar."
Irkçılık damarıyla hareket eden adam, kendine muhalif olan bir caninin hatası sebebiyle, onun masum kardeşini, akrabasını; hatta partisinin ve aşiretinin fertlerini öldürmekte kendini haklı görür. Sonunda o derece canavarlaşır ki, takip ettiği ırkçılık politikasına ters düştüğü yerde, kendi ırkdaşı bile olsa, "içimizdeki hain" damgasını vurarak ona da hayat hakkı tanımaz ve hiç çekinmeden öldürür.
Üstad'ı dinlemeye devam edelim: "Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb–i Umumîdeki hâdisât–ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev–î beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.
"Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlûm ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil–i İslâmiye içinde, fikr–i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. (Bu vaziyet) adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirmektir." (1)
Bu derdin asıl çaresi, nuranî İslâmiyet milliyetine dahil olmaktır. Zira "Hamiyet–i İslâmiye, nur–u imandan in’ikâs edip dalgalanan bir ziyadır."
İslâmiyet, bütün insanlara bir babanın (Hz. Adem'in) evlâtları nazarıyla bakar; ırkî mânâdaki üstünlük taslamalarını reddeder, dolayısıyla bu hastalığı kökünden kesip atar.
Üçüncüsü: Yasakların kaldırılması
Kürtlerin dili, milliyet ve kimliği üzerindeki inkârcılık ve nisyan perdesi, Cumhuriyet tarihinin ilk çeyreğinde alabildiğine koyulaşıp kalınlaştırıldı.
Bu zulüm ve zulmet perdesinin bir şekilde aralanması ve kalkması lâzımdı. Ne var ki, ikide bir nükseden darbe ve muhtıra sıtması dönemlerinde, nisbeten elde edilen kazanımlara sekte vuruldu; bir bakıma red ve inkâr perdesi koyulaştırılmaya devam edildi. Oysa, bir unsurun dil ve kültürünü kaldırmaktan, yahut yasaklamaktan yana olmayı ne İslâmîyet ve ne de insanîyet kabul eder.
Kürtlerin dilini, milliyetini ve kimliğini yasaklayabilmek için, acaba hangi âyet, hangi hadis, hangi ahkâm ve esastan, hangi milletler arası antlaşmadan veya beynel–milel hangi beyannameden bir delil getirebiliriz? Bize mahsus böylesi bir garabetin esaslı ve makul hiçbir dayanağı yoktur ve olamaz.
Devletin elbette bir temsil dili olacak ve bunun da resmî Türkçe olmasına kimsenin bir itirazı olmaz. Ancak, Kürtlerin de kendi ana dilleriyle konuşma, eğitim–öğretim yapma ve medyadan yararlanma hakkı elinden alınmamalı; onlara yasak konulmamalı.
Ayrıca, çocuğuna isim verme serbestiyeti sağlanmalı; köy ve diğer yerleşim birimlerinin isimleri rızasız, hazımsız ve zoraki bir şekilde değiştirilmekten vazgeçilmeli. Son yıllarda bir derece serbestlik oldu. Ancak, bunlar hem yetersiz, hem de hukukî / kànunî temelden yoksun.
Bu hususta neden korkuluyor ve neden bir kanunî düzenlemeye gidilmiyor, anlamak kolay değil.
Acaba, yasaklar tamamen kalkar da tam serbestlik sağlanırsa, ülkede bir bölünme mi söz konusu olur? Bu, evham ve kuruntudan ibaret bir ihtimal, bir varsayımdır. Gerçekle ilgisi yoktur.
Devletin, kendi yaptıklarının doğruluğuna ve haklılığına güvenmesi esastır. Şayet, devletin kendisi bir yanlışın içine düşerse, illa bir aksiliğe muhatap olacak, bir çıkmaza saplanacaktır.
Şayet, Kürtlerin ana dilleriyle rahatça eğitim–öğretim yapmaları sağlanmaz, üstelik bir de yeni yasaklar konulur ve cehalete meydan verilirse, bunun neticesinin ne olacağı ve bunun nelere mal olabileceğini çok iyi hesaplamak gerekir.
Bundan ta yüz yıl önce doğru teşhislerde bulunan Bediüzzaman, bugünleri adeta görürcesine şunları söylemektedir: "…Bu ise (cehalet, maarifsizlik) ehli hamiyeti düşündürüyor… Bu ise vahşeti, keşmekeşi ve dolayısıyla Garb'ın şematetini (kuru gürültüsünü) dâvet ediyor… Ve bu üç nokta, Kürdler için müstakbelde bir darbe–i müdhişe hazırlıyor gibi ehl–i basireti dağdar etmiştir." (2)
...................................
(1) Mektubat, Yeni Asya Neşriyat , İst. 1996, s. 311.
(2) Şark ve Kürdistan Gazetesi, Teşrinisani 1324/1908.
06.07.2009
(11)
Dördüncüsü: Maarif, yani eğitim meselesi
Dinden kopuk ve İslâm'a muarız bir eğitim sisteminin mahsûlü, meyvesi, anarşi ve terördür. Şayet, dinî ve imanî zayıflığa başka menfi unsurlar da ilâve edilecek olursa, işte o zaman yerden mantar biter gibi ortaya silâhlı militan grupları çıkar.
Türkiye'de yıllarca sürdürülegelen materyalizm ve ateizm ağırlıklı eğitim politikaları, her kesimde olduğu gibi, Kürt gençleri üzerinde de büyük tahribat meydana getirdi ve onların başka mecralara sürüklenmesine yol açtı.
Okul kitaplarında Kur'ân ahlâkı, İslâm terbiyesi gibi, Müslüman ilim öncüleri ve tarihimizin şerefli simaları da hep nazarlardan saklana gelmiş, hatta aşağılanmış ve türlü türlü hakaretlere maruz bırakılmışlardır.
Bu da, haliyle huzuru bozan, asayişi ihlâl eden bir jenerasyonun yetişmesine sebebiyet vermiştir.
İşte, vatanını, milletini seven herkesi düşündüren ve gerekli tedbirleri almaya sevk eden bu fecî gidişata karşı, bize göre en tesirli çare ilimdir, eğitimdir, maariftir.
O halde, Bediüzzaman'ın hayatı boyunca sıhhatli bir maarifin tesisi için savuna geldiği Medresetüzzehra projesinin kıymet ve ehemmiyetini bir parça daha nazara vermekte fayda var:
1) Evvela, bu üniversite İran, Arabistan, Kafkasya, Türkistan, Mısır, Afganistan ve Pakistan gibi İslâm merkezlerine yakınlığıyla beraber, aynı zamanda Şarkî Anadolu'nun merkezinde bir kalp hükmündedir.
2) Bu üniversite, bir merkez olarak, bütün Asya ve İslâm âlemini alâkadar edecek bir mahiyet ve ehemmiyettedir. Bu itibarla, buna ne kadar sarfiyat yapılsa yine lâyıktır. Bu himmet asla esirgenmemeli; ta ki, İslâm kavimlerini ırkçılık illeti ifsad etmesin.
3) Bu üniversitede din ve fen ilimleri müştereken okutulurken, aynı zamanda hürriyet ve demokrasinin güzellikleri de ilân ve ispat edilecek; hasseten, İslâmîyet paslandırıcı hurafe ve taassuplardan kâmilen temizlenecek.
4) Burası bir mektep olduğu kadar, aynı zamanda medrese ve tekke vazifesini de görecektir.
Beşincisi: Yeni bir idarî yapılanma ihtiyacı
Türkiye'nin mevcut idarî yapısı, "Parlamenter sistem, açık rejim" v.s. diye tarif edilmekle beraber, aslında devlet, uzun müddet katı bir merkeziyetçilik anlayışıyla idare edile geldi. Mevcut halden, vatandaş ekseriyetinin memnun olmadığı ve hatta bundan muztarib kaldığı en yetkili ağızlarca da zaman zaman dile getirilmektedir.
Hatta, kimi zamanlar köklü bir anayasa değişikliğinden de söz edildiği halde, bunda bir türlü muvaffak olunamamaktadır.
İşte, bu katı merkeziyetçiliğin zincirleme yol açtığı dar anlayış ve kötü tatbikatlar sonucu "kirlenmiş ve çürümüş" bir yönetim biçimiyle karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Devletin çarkları, bu vaziyet karşısında ağırlaşmakta ve hantallaşmaktadır.
Bu gidişle, tıkanma kaçınılmaz olacak.
İşte, başka hiç çaresi yok, bu katı merkeziyetçi sistem mutlaka ıslâh edilmeli; ardından, sisteme yeni ve daha dinamik bir işlerlik kazandırılmalı. Hatta, reform niteliğinde bazı yetkiler yapılmalı. AB standartlarını yakalamaya gayret göstermeli.
Meselâ, mahallî meclisler denilen yerel parlamentolar kurulmalı ve merkezin bölünmeye yol açmayacak bazı görev ve sorumlulukları taşraya devredilmeli. Devlet, böylelikle vatandaşına güvendiğini bilfiil göstermeli.
Altıncısı: İdareciler, âdil ve şefkatli olmalı
Bu husus da ülkenin geneli için söz konusudur. Fakat bilhassa Doğu'ya gönderilecek olan askerî ve mülkî amirler ve diğer devlet mensupları âdil, şefkatli ve merhamet sahibi kimselerden seçilmeli. Aksi halde, niza ve hoşnutsuzluk çıkması kuvvetle muhtemel.
Kürtler, din–i İslâm'a taassup derecesinde bağlı olduklarından, aralarındaki dindar memurları ve başlarındaki mütedeyyin amirleri daha ziyade sever, sayar ve hatta himaye ederler. Bu da itaati kolaylaştırır ve asayişi temin eder.
Bu hususta Üstad Bediüzzaman'ın şu tesbiti büyük önem arz etmektedir:
"Bu millet–i İslâm'ın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta fasık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hatta umum Şark'ta, umum memurlara dair en evvel sordukları suâl bu imiş: "Acaba namaz kılıyorlar mı?" derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa ne kadar muktedir olsa, nazarlarında müttehemdir.
"Bir zaman, Beytüşşebap aşairinde isyan vardı. Ben gittim sordum: Sebebi nedir? Dediler ki: 'Kaymakamımız namaz kılmıyordu, öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?'
"Halbuki bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler." (*)
...................................
(*) Tarihçe–i Hayat, Yeni Asya Neşriyat , İst. 1996, s. 125.
07.07.2009

5

26.08.2009, 14:37

12-13

(12)
Moral değerlerin önemi
Yedincisi: Sosyo–ekonomik denge
Hâlihazırda sosyo–ekonomik denge büyük çapta bozulmuş, gelir dağılımı adeta felce uğramıştır. Bilhassa son yıllarda meydana gelen nüfus göçü, baş döndürücü bir hızla gelişti, yayıldı ve bu dalgalanma halen de durmuş, yahut durulmuş görünmüyor.
Bir yandan boşalan köyler, nüfusu giderek azalan kasaba ve beldeler; diğer yandan nüfus yoğunluğu inanılmaz derecede kabaran bazı şehirler…
Bu dengesiz nüfus dağılımı, mevcut sosyo–ekonomik problemleri daha da belirgin bir hale getirdi. Bilhassa tarım ve hayvancılıkla uğraşan, fakat uğradığı talihsizlik sonucu yerinden yurdundan olan belli bir kesimin sosyal ve ekonomik sıkıntıları dayanılmaz boyutlara ulaşmış bulunuyor.
Öte yandan, sayıları yetmiş bine yaklaşan geçici köy korucularının geliri ve maddî durumu nisbeten iyi gibi görünüyor. Fakat bu da geçici bir statüde olup, istikbâli parlak olmayan değişken bir durum arz ediyor.
Keza, güvenliğin yetersiz olduğu bölgelerde yatırımlar büyük ölçüde durmuş olduğundan, istihdam sahaları da bir hayli azalmış veya daralmıştır.
Bu durumda, geçici köy koruculuğu uygulamasına da bir gün son verileceğine/verilmesi gerektiğine göre, bölgedeki mevcut işsizler ordusuna, gelecekte on binlerce vatandaş daha ilâve olunacak demektir.
İşsizlik, anarşi ve teröre büyük çapta malzeme teşkil ettiğinden, bölgede, muhakkak ki özel teşebbüse dayalı büyük yatırımlar yapılmalı ve geniş istihdam sahaları açılmalıdır. Tarım ve hayvancılık teşvik edilmeli, âdil bir toprak reformu yapılarak topraksız köylüye toprak temin edilmeli; eğitim, sağlık ve ulaşım hizmetlerindeki eksiklikler sür'atle giderilmeli.
Sekizincisi: Asayişin temini
Şimdiye kadar uygulanan, insanların saadet, huzur ve emniyetini dumura uğratan, hatta yok eden yanlış politikalardan biri de şu sakat anlayıştır: "Toplumun selâmeti için fertler feda edilir. Vatanın selâmeti için şahısların hukukuna bakılmaz. "
Bu demode olmuş vahşi ve ilkel anlayışla, bir tek cani yüzünden bir köyün, yahut yüz masumun kılıçtan geçirilmesine dahi göz yumulabilmektedir.
Oysa bir caninin hatasıyla akrabalarına ve taraftarlarına düşmanlık edilmez. Bir mâsumun hakkı, yüz câni için dahi fedâ edilemez.
Keza, bir adamın hatası yüzünden zavallı ihtiyar anne ve babasını, masum çocuklarını ezmek, perişan etmek şefkatin esasına zıttır.
Bir gruptan bir fikir akımı veya bir aşiretten herhangi bir ferdin hatasıyla o grup, o akım veya o aşiretin bütün fertleri mahkûm, düşman ve mesul sayılamaz. Yoksa bir hata, binler hata hükmüne geçer; bu da ittifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşliği, vatandaşlığı, sevgi ve dayanışma ruhunu esasından bozar, tahrip eder.
Biz anarşi ve terörün her çeşidine mutlak sûrette karşı olduğumuzdan ve bilhassa dahilî ve haricî karanlık mihrakların bu Müslüman millete karşı her vesileyle kinini kusmaktan geri durmayacağını iyi bildiğimizden, fiilen ve maddeten bazı tedbirlerin alınması da bir zarûret olduğu kanaatindeyiz.
Dokuzuncusu: Dinî ve moral değerler
Bundan dört yüz sene önceki Kürtlerin yaşayışından bahseden Şeref Han, onların ince ruh haleti ve karakteristik yapılarını da dile getirir. Şerefnâme adlı eserinin 21. ve 24. sayfalarında yer alan bazı pasajları buraya alıyoruz:
"Kürtler, çoğunluk itibariyle Sünnî'dir ve İmam–ı Şafiî (ra) mezhebine bağlıdır. İslâm şeriatıyla hareket etmekte, yaratılmışların efendisi olan Hz. Muhammed'in (asm) sünnetine ve doğru yolu gösterici büyük halifelerin yoluna uymakta sağlam azimleri vardır.
"Bundan dolayı, onlar namaz, hac, zekât ve oruç gibi dinîn esaslarını kendilerine öğreten İslâm âlimlerinin nasihatlerine uyarlar. Çünkü, onların bu işlere tam bir teslimiyet ve sağlam bağlılıkları vardır.
"Kürtler, birbirlerinin sözlerine uymazlar, aralarında ittifak ve işbirliği yoktur. Sultan 3. Murad Hanın müderrisi olan Mevlânâ Saadeddin, Tacüttevarih adlı eserinde bu duruma işaret ederek, Kürtlerin karakter ve fıtrî hallerini şöyle anlatır: 'Her biri dağ doruklarında ve vadi derinliklerinde, tek başına ve hür olarak yaşamayı tercih eder, keyfince ve münferit yaşama bayrağını kaldırır. Allah'ın birliğini ifade eden Müslümanlıktaki Kelime-i Şehadetten başka, onları birbirine bağlayan sağlam bir bağ yoktur.'"(*)
Kürtlerin dinî hassasiyetleri ve fıtrî halleri böyleyken, bilhassa Cumhuriyet'ten sonra, bu fıtrîlikleri büyük müdahaleler sonucu sarsılmış ve yaralanmıştır. Bugün ise, Kürtler hiç bitmeyen sosyal depremleri yaşamaktadır.
Bu insanlarımızı tekrar kazanabilmek için İslâm birliğinin, kardeşliğinin önemi anlatılmalı ve bunun hakkaniyetle gereği yapılmalı. Çünkü Kürd'ü, Türk'ü, Arab'ı, Acem'i, Çerkez'i… birbirine bağlayan yegâne faktör İslâm dinidir.
Ayrıca, halkın moralini yüksek tutmak için ümitsizlik, tedirginlik ve endişeler izale edilmeli. Kürtlerin medar-ı iftiharı olan Selâhaddin-i Eyyubi, Ahmed-i Hanî, İdris-i Bitlisî ve Üstad Bediüzzaman gibi şahsiyetlere gereken ilgi ve itibar mutlaka gösterilmeli.
...................................
(*) Şerefhan; "Şerefname" (Kürt Tarihi). Çev. M. Emin Bozarslan, İst. 1969 s. 21–24.
08.07.2009
(13)
Maslahat değil; hak, hukuk, adâlet …
Netice:
Türkiye'nin genelinde, ağırlıklı olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu merkezli olarak yıllardır yaşanan üzücü hadiselerin bitmesi, yani şu kanlı çatışmaların bir son bulması, eminiz ki artık ızdırar derecesinde bir umumî arzu halini almış durumda.
Ne var ki, bu dehşetli belânın bitmesini arzu etmek kâfi gelmiyor. Gereğinin de bilfiil yapılması lâzım.
Bu hususta çare arayışları içinde görünmeyen, hemen yok gibidir.
Şimdiye kadar uygulanan bazı çarelerin ise, gerçekte çare olmadığı gün gibi âşikâr. Habire Türkçülük propagandası yaparak, varsa yoksa silâhlı mücadele metodunu uygulayarak, başka yöntemleri ise dışlayarak bir yere varılamaz. Nitekim, varılamadı.
Burada köklü tedbirlere, kalıcı çarelere yönelmek gerekiyor. Bunun için de, öncelikle tahrik unsurlarından şiddetle kaçınılması lâzım.
Siz dünyanın en modern silâhlarını kuşanın, ordunun tamamını modernize ederek harekete geçirin, haftalar, aylar süren operasyonlar yapın, bölgeyi tahrik unsurlarından temizlemediğiniz müddetçe, yine de mesafe alamazsınız.
Hatta diyebiliriz ki, şu anda adı terör örgütüne karışmış ne kadar insan varsa, bunların tamamını ele geçirseniz, hatta tutup imha etseniz, kalıcı ve esaslı çareleri tatbike sokmadığınız müddetçe, yaptıklarınız yine de nafile kalır. Aradan beş–on sene geçtiğinde, yine aynı tas, aynı hamam ile karşı karşıya gelmekten kurtulamazsınız.
Kalıcı çare ve esaslı tedbir, sırf maslahata göre olmaz. Ancak ve ancak temel hukuka riayet ve adâlet prensiplerine uymakla olur.
Vatandaşlarınızın tamamına âdil davranmak durumundasınız. Şayet adâlete değil de, maslahata göre giderseniz, düzelttik, hallettik dediğiniz mesele, bir müddet sonra daha da kronikleşmiş sûrette gelip karşınıza çıkacaktır.
Ne yazık ki, devletimiz bugüne kadar hemen her meselede, o da sanki bir lütuf imiş gibi maslahatı esas aldı, hukuk ve adâleti ikinci–üçüncü plâna itti.
Yani, "Devletin âli menfaati neyi gerektiriyorsa, ona göre hüküm, ona göre tatbikat" ölçüsüne göre hareket edildi.
Oysa, devletin âli menfaati, milletin bizzat kendisi için lâzımdır. Hatta, devletin bütün kuvvet ve imkânları milletin emrinde ve hizmetinde olacak şekilde kullanılmalı.
Cumhurî demokrasiye göre, hakimiyet millette değil midir?
Fakat, maalesef, bu realite çoğu zaman gözardı edilmiş ve hatta milletin temel bazı talep ve ihtiyaçları dışlanmış, ötelenmiş, hatta "teferruat" kabilinden addedilerek basite alınmış.
"Söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır" sözünü dillerine pelesenk etmiş bazı kişi ve çevreler, devletin mekanizmasını ve her türlü imkânını kendi akıl fenerine göre dizayn etme hevesinde olmuşlardır. Devletin menfaatinin nasıl, nerede ve ne şekilde olduğunu sadece kendi indî ve infiradî görüşlerine dayandırarak yorumlamışlardır.
Oysa bu, jakobence bir yaklaşım tarzıdır. Bu anlayışa göre, millet çok zaman dışlanmayı, itilip kakılmayı hak eden bir yığından ibarettir.
Emin olun, burada anlattıklarımız hiç de abartılı değildir. Bütün ihtilâl ve muhtıraların temelinde hep aynı sakat anlayış vardır. Bu zihniyete göre, millet cahildir, ne yapacağını bilmiyor. Hatta çoğu zaman yanlış yapıyor. Onun için, gerekirse yönetime el konulur. Her şey silâh zoruyla, süngü kuvvetiyle halledilmeye çalışılır. Vesaire...
Türkiye, doksan yıldır demokrasi ve hürriyet mücadelesini veriyor. Şükürler olsun ki, bu meyanda şimdiye kadar önemli bir mesafe alındı. Ancak, yetmez. Tam hürriyet ve ideal mânâda demokrasi istiyoruz. Milletin hür iradesinin dışında ve üzerinde herhangi bir kuvvet merkezi tanımıyoruz.
Söz konusu olan milletin hali ve mukadderatı ise, gerisi teferruat kabilinden olmalı. Devlet, bütün kurum ve kuruluşlarıyla milletin emrinde ve hizmetinde olmalı.
İşte, bunun sağlandığı bir Türkiye, hiç şüphesiz huzurlu olur, müreffeh olur, ülke genelinde barış, huzur ve kardeşlik havası hakim olur.
Anarşi ve terör gibi belâ ve musîbetler ise, ekseriyetle hukuksuz ve adâletsiz uygulamaların neticesi olarak ortaya çıkar; istismarla beslenip boy verir.
Şüphesiz, bunların dış bağlantıları da vardır. Ancak, içeride kuvvetli bir dayanak bulamayan örgütler, hem gelişemez, hem de uzun ömürlü olamazlar. Demek, asıl büyük problem içeride.
Bu problemlerin de hukuk ve demokrasi atmosferi içinde halledilebileceğine inanıyoruz.
–SON–
09.07.2009

Bu konuyu değerlendir