Fatih, fetih ve ıstanbul aynasında biz
Bir ağaç, ancak kökünün sağlamlığı nispetinde ayakta durur. Toprağa sımsıkı sarılmayan ve toprakla gövdenin irtibatını sağlayamayan kök ve kökün uzantıları, elbette ağacı solma ve çürüme kaderiyle baş başa bırakacaktır. Söz gelimi; toprağı mazi veya tarih deposu olarak kabul edersek, kök de bu tarih denen depodan faydalanan şuurdur. ışte bu şuurdur ki, bir ağaç olarak kabul edebileceğimiz toplumu, her zaman ayakta tutabilecek mahiyettedir. Nitekim, ünlü düşünür Chillon’un, “ınsanın değeri ve büyüklüğü, geleceği görebilme yeteneğine sahip olması ile ilgilidir. Bu da tarihini iyi bilmekle mümkündür” şeklindeki sözleri, bu bağlamda değerlendirilebilecek bir düşünce olarak kabul edilebilir.
Bu çerçevede, özellikle özgüven açısından önemli etkenlerden olan tarihî zaferlerimizi bilmek, elbette şimdilerde ortaya çıkan aşağılık (özenti-öykünme) kompleksinin getirdiği özgüven eksikliğini giderecek mahiyettedir.
Mazideki zaferleri bilmek, bizi uyandırabilir
Mazinin zaferlerini bilmek ve bizim için tamı tamına ne anlam ifade ettiklerini kavramak, “Evet, biz buyuz. Bu mânâlar çerçevesinde hareket edersek, başarılı; bu mânâlardan uzaklaşırsak, başarısız oluruz” gibi bir düşünce aşılayabilir. Hele ki söz konusu tarihî zaferlerden biri ıstanbul olunca ve bu zaferin ortasında henüz 21 yaşındayken çağ açıp çağ kapatma kudretini gösterebilen şahsiyetin azmi bir güneş gibi parlıyorsa; ne pahasına olursa olsun, uğruna adandığı misyonu sürdürmede kararlı oluşunu gösteren, “Ya ıstanbul beni alır, ya ben ıstanbul’u!” sözü mânâ âlemlerinde yankı bulacak bir önem taşıyorsa, elbette bu tarz zaferler uyuyan dev misali duran bir toplumu uyandıracak mahiyette olabilir.
ışte o zaman, “Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek/Dağlardan çektirilen kalyonlar çektirilecek” gibisinden nağmeler, gönül tellerini titretebilecek. ışte o zaman,“Elde sensin dilde sen, gönüldesin baştasın/Fatih’in ıstanbul’u fethettiği yaştasın” türünden hatırlatmalar, Fatih’in, “ıktidarımın vâsıl olduğu mertebeye ecdadımın emelleri bile ulaşamamıştır” şeklindeki sözleriyle birleştirilerek, geçmişin dev cüsseli mirasından geriye nasıl bir tortu şeklinde kalındığı idrak edilebilecek.
Belirtmekte fayda var: Değerli ve büyük olmanın tarih bilgisiyle doğru orantılı olduğunu unutmayalım. Zira bunun aksi, tarih bilgisinin yetersizliği yahut yanlış tarih bilgisinin öğretilmesidir ki; bu da millî tarih şuuru eksikliğinin ortaya çıkması demektir. Böylece şuur eksikliğinin var olduğu bir yerde de hafıza kaybının ortaya çıkacağı hatırda tutulmalıdır. Hâsılı, sağlıklı bir gelecek planlamasının olamayacağı, şuursuz bir toplumun ortaya çıkacağı bir tablo ile karşılaşmak, ki karşılaşıyoruz, hiç de uzak bir ihtimal değil.
Bu düşüncelerimizle ilgili bir diyalog, maziyi didiklemenin gerekliliğini veciz bir şekilde açıklar. Maziye ve millî tarihe tutkunluğu “Kendi Gökkubbemiz” adlı şiir kitabında somut ifadesini bulan Yahya Kemal eleştirilir. Ve bu bağlamda, Ziya Gökalp, “Harâbîsin, harâbâtî değilsin/Gözün mazidedir, âtî değilsin” derken, Yahya Kemal, “Ne harâbî ne harâbâtîyim/Kökü mazide olan âtîyim” şeklinde cevap vererek, kendi tarihimizi bilmenin ne kadar önemli olduğunu vurgular. O hâlde bir insanın vatanında Roma, Bizans ve Türk-ıslam medeniyetlerine beşiklik etmiş ve keşfedileli, bin bir tarihî dokunun tıyniyetine yerleştiği ıstanbul gibi nadide bir şehir varsa, onunla ilgili en ince ayrıntıya kadar bilgi sahibi olmak elbette boynunun borcudur. Çünkü, “Niyet ve nazar eşyanın mahiyetini değiştirir” hakikatinden hareketle, ıstanbul’un tarihî ve kültürel dokusunu bilmek, elbette onu gözümüzde farklı kılacaktır.
Sahi, “ıstanbul bizim için ne demek? ıstanbul’un fethedilmesi, 554 yıldır bir vatan toprağı olarak kalması ne anlam ifade eder? ıstanbul’un fethi sıradan bir fetih midir? Gerçek anlamda ıstanbul’un fethi ne demektir? Fethin odak noktasını oluşturan Fatih Sultan Mehmet, Akemseddin, Ulubatlı Hasan ve daha niceleri bize ne anlatır? ıstanbul’u ıstanbul yapacak, yahut ıstanbul’u ıstanbul olmaktan çıkaracak sebepler nedir?” gibi sorularla zihnimizi yorduk mu hiç? Bu tarz sorularla, bir sorumluluk bilinciyle attığımız her adımın hesabını yaptık mı? Dahası, tarihin bize yüklediği sorumluluklarımızı tam olarak yerine getirdiğimize inanıyor muyuz? Sahi ıstanbul’un fetih topları uğuldarken kulaklarımızın dibinde, biz kimiz?
ıstanbul neden ve nasıl fethedildi?
ıstanbul’un Müslümanlarca neden fethedilmek istendiği ile ilgili birazcık araştırma yapanlar, hemen o muhteşem itici gücü görürler. “Kostantiniyye(ıstanbul) elbet fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan, ne güzel kumandan; onu fetheden askerler, ne güzel askerlerdir…” hadis-i şerifini söyleyen Hz. Muhammed(sav)’in müjdesine nâil olabilmekti bu itici güç. Yoksa yetmiş yaşının üstünde olmasına rağmen, söz konusu ıstanbul olunca, hiç tereddütsüz Emevîler zamanında sefere katılan Eyüp Sultan’ın ne işi vardı ıstanbul surlarının önünde? Ölmeden önce, “Eğer burada vefat edersem, beni mümkün olduğu kadar düşman beldesinin içine doğru götürüp surlara yakın bir yerde defnedin. Zira Rasulullah’ın ‘Konstantiniyye surlarının dibinde sâlih bir kimse defnedilecektir’ dediğini işittim. O sâlih kişi umarım ki ben olayım!” şeklinde ettiği vasiyet, ıstanbul’un sıradan bir yer olmadığını belirtmiyor mu? O dönem içinde putperestlikten çıkmış Roma imparatorluğunun devamı olan Bizans’ın, bir anlamda Hıristiyanlığın merkezi sayılan bir şehir olan ıstanbul fethedildiği takdirde, ıslam medeniyeti putperestlik ve aslından uzaklaşmış Hıristiyanlığa galebe çalmayacak, ılâ-yı kelimetullah gibi önemli misyonlarından birini ifa etmeyecek miydi? Onun içindir ki, ıstanbul Müslümanlar için mutlaka elde edilmesi gereken bir rüya hükmündeydi. Dahası, Akşemseddin ve timsallerinin “Ya mufettihu’l ebvab(Ey kapıları açan)” şeklindeki niyazlarının gölgesinde Ulubatlı Hasan’ın şehadet mertebesine ermeden önce, yanına gelen Fatih’e, “Hünkârım az evvel Resulullah orduyu teftiş ediyordu” demesi, bu rüyanın, kutsal bir mânâya büründüğünün apaçık göstergesiydi.
ıstanbul’un fethi bu temele oturtulduğunda, aslında bu fethin sıradan bir hadise olmadığı anlaşılır. Tarihî seyre bakıldığında, kederler içindeki ıstanbul, âdeta “düm-tek”ler eşliğinde adım adım yürüyen sâlim ve selim bir medeniyeti, ıslamiyet’i bekleyen bir gelin misali belirecektir. Nitekim bu fethin amacı, Osman Bey’in “ıslambol’u aç, gülzar yap” şeklindeki vasiyetinde ifadesini bulmuştur. Ve fetihten sonra ıstanbul gerçekten gül bahçesine döndürülmüştür. Çünkü, ıstanbul fethedilirken yağma, talan ve işgâl olmamıştır. Aksine, mesela fetihten sonra ıstanbul’a tepeden bakan Fatih, şehrin harabe hâli dolayısıyla teessür içinde kalır. Ve“Tez zamanda bu şehir mamur edile” diye buyurmasından, daha önceleri şehrin harabe hâlinde olduğunu anlıyoruz.
Gerçekten de o zamana kadar sur içinde sıkışıp kalan ve hâlâ Latinlerin yağma izlerini üzerinden atamayan ıstanbul, fetihten sonra asırlarca Türk-ıslam medeniyetinin ortaya koyduğu nadide incilerden birisi oluvermiştir. Bu bağlamda, Yahya Kemal, “Türklük o sabahtan bugüne kadar beş yüz sene ıstanbul’da yerleşmiş olmasaydı, bu hâtıra böyle anılır mıydı?” diye sorduktan sonra, “Demek ki insanlığın hayaline yerleşen tablo, yalnız fetih sabahı değil, o sabahtan sonra onun beş yüz sene büyüye büyüye sürmesidir. Onun ‘imtidad(devam etme)’ edişindeki kudrettir(Aziz ıstanbul, ıstanbul Fetih Cemiyeti, s.74)” hakikatini dile getirir.
Onun içindir ki, ıstanbul yabancı seyyahlar tarafından bir Roma yahut Bizans kalıntısı olarak görülmemiş, “Kubbeler ve minareler” kenti olarak idrak edilmiştir. Bayezid, Süleymaniye, Ayasofya, Sultan Ahmet, Sultan Selim, Yeni Camii, Fatih Camii gibi her biri çevresine bir hükümranlık hissi veren ve kabul ettiren bu âbideler, bu duygu ve düşünceyi vermeyip de ne verecekti? Bunu idrak edince, Ayasofya’nın hemen yanıbaşında Sultan Ahmet Camii’nin neden yapıldığını biraz olsun anlayabiliyor artık insan. “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı” diyen Ahmet Hamdi Tanpınar ne kadar haklı!
şunu unutmamalıyız ki; sadece ıstanbul’un fethini anlamak ve algılamak bile, hemen herkese “Biz kimiz” sorusunu cevaplayacak nice argüman verir. Bu algılama, bize yüzyıllarca hayali güdülen fethin ve bu fetihten sonra yüzyıllarca devam eden vatan yapma idealinin ne nedenli ulvî olduğunu anlatırken, bu ulvî âhengi en uygun bir şekilde “deformeden” ziyade “reforme” içinde daha ileriye götürme azmini, heyecanını ve bilincini aşılayacaktır. Nitekim Yahya Kemal, “Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında hâlis ve tam âhenk varsa, orada gözlere bir vatan tablosu görünür” derken, bu gerçekliği dile getirmiştir. Bugün eğer ıstanbul değerlerinden, kültüründen ve beş buçuk asırda yoğrulduğu ıslam medeniyeti anlayış ve yapılandırmasından gün geçtikçe uzaklaşıyorsa, bunun nedeni “ıslambol” iklimini oluşturan manzara ve mimarinin halk tarafından sorumsuzca yağmalanması, bozulması ve bir nevi dejenerasyona uğratılmasıdır.
ıstanbul’un fethini layıkıyla anlamak için…
Evet, ıstanbul’un fethini anarken, “Fatih” azmi ve “el muzaffer daima” gibi bir unvan sahibi olabilmeyi hatırlatmalı. “Fetih” ise duygu ve düşünce dünyamızda “ilâ-yı kelimetullah” misyonunu çağrıştırarak, sâlim ve selim olan ıslam medeniyetinin gülzar yapma iradesini idrak ettirmeli. ıstanbul ise, başlı başına dün-bugün ve yarın bağlamında “fatih ve fetih” kavramlarından ne kadar uzaklaştığımızı ve hâliyle onları tekrar hayata geçirmek için neler yapma(ma)mız gerektiği üzerinde kafa yormamızı sağlamalıdır. Zira aşırı hamaset veyahut vurdumduymazlıkla hareket etmek, ıstanbul’un fetih yıldönümünü bir ân-ı seyyale olmaktan öteye götürmeyeceği gibi, sıradanlaştıracaktır vesselam…
Habib FIDAN
Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=609