Bana her şey SeNi hatırlatıyor
[img:175:175]http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/images/resimler/2008/200804-15.jpg[/img]
Her şey eserlerini okuduktan sonra değişti. Var olan her şey anlamlı hale geldi; mânâlarını, sanatkârını, O’nun güzel ve müjdeli isimlerini gösterdi. Artık her şey farklı. Farklılığa vesile olan sen de farklısın benim nazarımda. Hiç unutulmayacak bir fark var sende. Ve hiç unutamadığım.
Hatırlamak vefa demek, işte bu da o vefanın hatırasına.
ıllüstrasyon: Murat Sayan
Belki sana sağlığında hatırını sormak bahtiyarlığına eremedim, acele edip kışta geldiğin için, ama sen hep hatırımdasın!
Bana her şey seni hatırlatıyor!
Sen unutturulmaya çalışıldıkça tanındın. Görülmemek için gönderildiğin sürgün yerleri dünyanın her tarafından göründü, tanındı. Kayıt altına alındın, ama Nur kayıt altına alınmaz ki. Tüm engelleri deler geçer, dinsizlik duvarlarını tarumar eder.
Kuşlar yazdığın kitapları tebrike gelirdi pencerene. Sana veda için gökler ağlardı.
Mahlûkat Seni unutmazken, biz nasıl unutalım! Ki onları Kur’ân’ın nuruyla; başıboş, serseri, gayesiz görülmekten kurtarıp, bir sanat şaheseri olarak hakiki kıymetlerini gösteren ve üzerlerinde Sanatkârının imzasını okutan zât elbette unutulmaz.
Hayatımıza “insanlık âleminin en şereflisi”ni model olarak sunan zât unutulmamalı.
Her şeyi anlamlandıran bir eserin yazarı, her şeye bakıldığında hatırlanmalı.
80 küsûr senelik ömründe, hayatın her safhasında yaşayan, yaşamın her ânında hatırlanmalı.
*
Her gün, nefsine hitaben yazdığın satırları seninle beraber mütalaa ederken, kırmızı kitapla sınırlı değil bu tefekkür, kâinatın sayfalarında da seninle beraberim. Seni hep kâinat kitabını mütalaa ederken bulup, yine onunla baş başa bırakıyorum.
Hayatında, bir memlekette ve bir mekânda iken şimdi; her zaman, her mekândasın hatıralarınla.
Haritada hangi memlekete baksam; her eve kurduğun manevi üniversitenin kürsüsünde, nurlu sayfalardan sesleniyorsun herkese. Hangi ülkeye baksam, onlarca dilden milyonlarca insanla konuşuyorsun. Asya’da, Avrupa’da, Ortadoğu’da ve memleketimin her köşesinde; karada ve denizde senin izlerin var. Biliyorum sen, dünyaya sığmayan bir insansın, fezada da seyahat edip kâinattan Halikını soruyorsun.
Biz daha uzay seyahatinin hayalini kurarken sen, bir asır önce dünya gemisiyle, feza denizinde seyahat edip, yıldızları temâşâ ediyordun. Hilalin halkasına takılan Ülker takımyıldızının salkımından tefekkür ziyafeti çekiyordun.
Araç Fuarları’ndaki hiçbir araç, seni taşıyan 53 model Chevrolet gibi, dünyada eşsiz ve büyük bir insanı taşıma şerefine nail olamadı, olamayacak.
Hiçbir gökdelen, senin kaldığın evler gibi yükseklik duygusu vermiyor insana.
Resim sergilerindeki resimleri ilk defa görmeme rağmen, yüz defa baktığım resmin kadar ilgimi çekmiyor. Sair resimlere ben bakarken, sen resimlerden bana bakıyorsun.
Kalemler, bilgisayardan daha üstün, nurlu eserlerini ilk yazan onlar olduğu için.
Hayvanata nasıl davranılacağını senden öğrendik. ısimleri ve sıfatları değişti onların. ‘Öküz efendi’, ‘cumhuriyetçi karıncalar’, ‘işlek-merkep’ diyoruz. Tavuğa; yumurta makinesi diyoruz, sanatkârını hatırlayıp, hatırlatarak. Hayvanların gıybetini yapmıyoruz. Kediler nankörlükle yâd edilmiyor artık; onlar, her hayrın başında zikrettiğimiz ‘Rahman’ isminin zâkirleri. Bülbüllerden biz de Rezzak’a şükür namelerini dinliyoruz. Koyun keçi birer süt fabrikası. Başımız üstündeki arılardan iktisat dersi alıyoruz.
Dünya değişiyor, kavramlar da. Fani hayattan lezzet alma yarışı içinde iken; istemeden girilen hapishaneler, dar duvarlar, yalnızlık, hayattan soyutlanmadan vs. dolayı, korkulan mekanlar olup herkes kaçarken, Zamanın Bediî’si onu da değiştirdi. Sonsuzluğa açılan kapılar oldu zindanlar, hücreler. Dört duvar ekran olmuş, kâinatı temaşa ediyor o dershanenin talebeleri, baharın halılarını seriyor koğuşun zeminine…
Kurulan idam sehpaları, senin nazarında kürsüdür. Bulunduğun mekânı dershane ittihaz edip dersini sunarsın, seni idam etmeye çalışanların dahi aydınlanması için.
Minarelerin şerefelerinin korkuluğunda yürüyen Üstadım, tüm insanlığı kucaklamak için ellerini açmış.
Ayasofya’da herkes sessizlikle karşılaşırken, ben senin elli bin kişiye hitabını dinliyorum.
şam, bir başka ülkede de olsa, bütün âlem-i ıslam camilerinde yankılanıyor Cami-i Emeviye’deki Hutbe-i şamiye ve hastalıklarımıza şifalar, biçare ruhlara ümid ve şevk veriyor.
Odamın kapısına ‘her soruya cevap verilir’ yazmak geçiyor içimden; her soruya cevap veren Üstadın kitaplarını elimde tutarak.
Artık bindiğim her araç, medrese-i seyyare-gezen dershane.
Elimdeki ışârâtü’l ı’caz’ı okumak için siper arıyorum. Top güllelerinin, yazılan hakikatleri onaylarcasına TAM TAM sesleri yankılanıyor kulaklarımda. Mitralyözler kalemlere ritim tutuyor.
Törende çekilen topların yanında Molla Said ve talebeleri var. Rusların elinden aldıkları otuz topu Osmanlı karargâhına götürüyor.
Rusya’daki bir resm-i geçit törenini izlerken; Rus başkomutanın önünden yerleri inleterek geçen askerlere rağmen, başkomutan, önünden geçerken, Bediüzzaman kılını bile kıpırdatmıyor, oturduğu yerden.
Dinin izzetini muhafaza eden insandan öğrendim ki, pasaport yalnız dünya için geçerli değil, idam fermanı da pasaport olabiliyor. Gafillerin dünyaları kararırken bir kurşunla, darağacıyla, Said’e nurani dünyaların kapıları açılıyor. O ötelere buralardan daha müştak. Terhisin süruru var onda. Kavuştukları terk ettiklerinden daha sevimli.
Sirkeciye gelen trenlerde, Avrupa’dan gelen Bediüzzaman’ı arıyor gözlerim, Rusya esaretinden yurda dönen.
Madalya törenlerinde; en büyük âlim unvanıyla ödüllendiriliyor, Milis Albayı Molla Said.
Makam, mevki ve servet için yarışanları gördükçe, bu zamanda eşsiz ve benzersiz olduğunu bir kez daha anlıyorum. Sen ki; üç yüz banknot maaş, diyanet azalığı, şark umumi vaizliği, üniversite rektörlüğü tekliflerini tereddütsüz reddetmiştin. Bir kez daha durmuştun, ‘beni dünyaya çağırma’ sözünün arkasında.
Boğazda her gezide, boğazdaki yalıların ihtişam ve azametini fersah fersah geride bırakan Üstadımın, boğazın en güzel yalısını teklif ettiklerinde istiğnasındaki asalet arz-ı endam ediyor.
Boğazdaki kayıklar, ilmin izzetini muhafaza için harama nazar etmeyen Molla Said-i meşhuru hatırlatıyor. Büyük Millet Meclisi oturumunda senin için yapılacak karşılama töreni gündem konusu.
ımansızlık denizlerinde boğulanları kurtarmak için Kur’ân’ın selamet sahilinden burhan iplerini insanlığa uzatan bir adam geliyor, Akdeniz’den Antalya’ya. En çok kişinin boğulduğu sahildekilere ilk o geliyor, kurtarmak için denize itilen nesilleri kurtarmak için. Herkesin aklına günahlar gelirken bahsedildiğinde, bense, iman hizmeti için Anadolu’ya gelen Bediüzzaman’ın sahile ayak basışını hatırlıyorum, Antalya’yla.
Gemi sirenleri, vakit girince Eğirdir Gölü’ndeki kayıkta göl ortasında namaza duran Üstadımın tekbir sesini hatırlatıyor.
9. Sözü okuyup, 10. Söze gelişimde, elimde kâğıt kalem hazır olur, çünkü Üstad her bölümü “nefsimle beraber dinle” derken, Haşir Risalesine gelince “Yaz kardaşım, 10. Söz, Haşir bahsi” dediği için.
Herkes çınar ağaçlarının yaşını merak ederken, ben üzerinde hangi risalenin telif edildiğini merak ediyorum.
Gördüğüm her ağaç bir kürsü ve üzerinde Bediüzzaman tefekkür dersleri veriyor.
Ayakkabı mağazalarının camlarında, Barla’nın çamurlu yollarında elinde yırtık lastik ayakkabısıyla eve dönen Üstad canlanıyor gözlerimde.
Her fırına gidişte, ekmeğe, Üstadımın Katran ağacındaki ekmeğe uzandığı gibi uzanıp, bize rızk gönderen Cenab-ı Hakkın ismini telaffuz ediyorum.
Mağazada yiyecek reyonundan geçerken, gözüm Üstadın 6 ay yediği 1 kıyye pirince takılıyor.
Kahvaltıya gelen baldan büyükçe bir çay kaşığı alıyorum, 1 ay yetmesini dileyerek.
Her polis karakolunun üst katındaki pencerede Üstadı arıyor gözlerim.
Her çaycı kelimesini duyuşumda, kırmızı çay yerine kırmızı kitap getirerek ruhumuzu ıslatıp serinleten Çaycı Emin Ağabeyi hatırlıyorum.
Hicaz’a gidenleri duyduğumda; ‘Mekke’de de olsam buraya gelmem lazımdı. En çok burada ihtiyaç var’ deyişin çınlıyor kulaklarımda.
Faytonlarda Ceylan Ağabey Üstadı gezdiriyor.
Valiliğin önünden geçişimde “ıki yıl kaldığı ve valinin altı adet kızından hiçbirini tanımayan ve birbirinden ayırt etmeyen Molla Said’in misafir olduğu vali konağını hayal ediyorum.
Adliye binası salonlarında “Sönmez ve söndürülmez manevi güneş olan Kur’ân’ın bu zamandaki manevi mucizesi olan Risale-i Nur Külliyatını okuyan ve ona hizmet eden nur talebelerinin beraatına” karar verilmiştir, sözleri yankılanıyor.
Ben de çok istiyorum, postacının üzerinde Said Nursi imzalı mektup getirmesini.
Hafızların okuduğu Kur’ân’ı dinlerken, Nurlu eserlerin 33 ayetle müjdelenmesini hatırlıyorum.
Hediye çekilişlerinde, hiç kimseden hediye kabul etmemek olan istiğnanı hatırlıyorum.
Uzay teleskopundan gelen fotoğrafların üzerinde Ayetü’l Kübra’yı okuyorum.
Her seyahatimde seni takdir ediyorum; omzumdaki ağır yüklerin altında terlerken. Sen misafirliğin sırrını keşfettiğin için, o tek sepetinin hafifliğiyle yıldızlara kadar yükseldin, hayalimizin erişemediği âlemlerde seyahat ettin. Bizse yükümüzün ağırlığıyla bir ilden başka bir ile giderken zor hareket ediyoruz, dünya misafirhanesinin ağır yüklerini yüklenmekten.
Japonya denilince herkesin aklına teknoloji fabrikaları gelirken, seni tanıyanlar Japonya Halk Kütüphanesini hatırlar; Japonya’yı gerçek anlamda kalkındıracak olan en büyük sermayeyle.
Her resm-i geçit töreninde, devletlûların önünden askerler geçerken; Üstadın 31 Mart vakasında isyanını bastırdığı 8 tabur asker hatırıma gelir, nazarımı kaldırdığımda ise; bahar mevsiminde mevcudatın resm-i geçidini temaşa ederim.
23 Nisan Dünya Çocuk Bayramında; ebedi hayatlarını kurtarıp dünyalarını güzelleştirdiğin tüm çocukları temsilen; gittiğin her yerde seni karşılayıp, uğurlayan ve dua istediğin çocuklar geliyor hatırıma.
Kaleler kumandansız değil. Nurun Kahraman Kumandanı binler genç Said’lere hizmet emrini veriyor kale burçlarından. Binbaşı Asım, Albay Hulusi, Yüzbaşı Re’fet, ders-i hakaik talimi yaptırıyorlar küre-i arz dershanesinde.
Her zafer kutlamasında sen hatırlardasın. Bin yıllık bir saldırının önünü alan ve şüphe ordularını tarumar eden destanın kıyamete kadar söylenecek.
Ey Aziz Üstad!
Dağlar herkese engelken, sana yelkenli oldu feza denizinde yüzerken.
Risale-i Nurdaki iman-ı tahkikinin dersini hapiste yazdın, şükrünü Ak Mescit’te yaptın.
Kabirlerin önünden geçenler ürperip korkarken, sen şehitlerin dersini dinledin, durup bakarken.
Örnek verirdin bir haşhaş büzürü /tohumu yirmi bin tohumu netice verir, diye. Oysa senin ektiğin nur tohumları milyonlarca Said’i meyve verdi.
Dostluk denince ilk akla gelen sensin. Yüz yıllardır düşman yapılan din ile bilimi barıştırdın, dost yaptın. Öyle bir dostluk ki, iki bedende bir ruh. O ruhun aklı bilim, kalbi iman oldu. Onu ayırmaya çalışanlar, hayata kastedenlerden başka kimlerdir?
Nerede bir ilaç görsem, senin eczahanen gelir akla. Ve o eczahanedeki ilaçların, anında etkisini gösteriyor her kesime ve herkese faydalı oluyor, yan etki yapmadan.
Her tren geçişinde, ‘feraizi eda edip, kebairden-büyük günahlardan çekinmek şartıyla, bütün çalışmaların ibadet olduğu…’ diye demir yolu işçilerine yapılan ders çınlıyor kulaklarımda.
Balonlar, Kur’ân’ın elmas ve mücevherat dükkânının dellalının nidasını hatırlatırken çocuksu heveslerden kurtuluyorum.
Mevsimleri seviyorum. Kışı ve soğuğu; zehirli haliyle Afyon zindanlarında camların 2 mm. buz tuttuğu halde koğuşta hasta ve soğuktan üşüyen Üstadım için seviyorum. Her kar yağışında, o beyaz sayfanın üzerinde; “acele ettim kışta geldim” diyen Üstadımın portresi beliriyor.
Baharı; rengârenk çiçekler misali sevki ilahinin savurduğu nur tohumlarıyla neşv-ü nema bulan, binlerce çiçek misal Said’ler için. Baharın çiçekli ağaçları arasında; cennette gezen, Hafız Ali’leri, Feyzi’leri, Abdurrahmanlar’ı, Asımlar’ı görüyorum.
Yaz mevsimini; Başit başında buz olduğunun ispatını bizzat gidip o zirvede onu temaşa eden Üstadımdan dolayı
Mevsim-i hazanı baharın gelmesi için terhis olan ve Eskişehir’deki otelin balkonunda oturan Bediüzzaman’a el sallayan yapraklarla seviyorum.
Cep telefonu çalışında;
‘Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler, Osman'lar, Tâhir'ler, Yûsuf'lar, Ahmed'ler, ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum’ sözleri geliyor kulağıma.
23 Martta:
Hz. ıbrahim’i ateşe atarlarken üzülen ve ağlayanlar; kendilerini ateşten kurtarmak için ateşte yanmaya razı olanı karşılarken bu kez sevinçten ağladılar.
Beni anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar dediğin insanların tanıyamadığı Üstadıma onu tanıyan göklerin, vedasına ağlarken akıttığı kandan gözyaşlarıyla, gök gürültüsünün ağıtı duyuluyor.
Akdamar Adasındaki inşaatın yarım kaldı, ama atardamar ve toplardamara sahip tüm kalp ülkelerine kuruldu ihtişamla, Risale-i Nur Üniversiten. Ve ‘tahkik-i iman vesikası’yla mezun oluyor talebelerin.
Kırmızı kitaplara uzanırken; ‘Risale-i Nur okumak, on defa benimle görüşmekten faydalıdır’ sözün hatırıma geliyor. Ve şimdi seninle görüşmekten fazlasıyla mesrurum.
Yazan: Osman Yiğit
"İnsan vardır fark edilmez süsünden.
Kimi farksızdırkoyun sürüsünden.
Her gördüğün şekle kapılma,
insan anlaşılmaz görüntüsünden...(!)"