Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Zehracan

Süper Moderatör

  • Konuyu başlatan "Zehracan"

Mesajlar: 8,190

Hobiler: Risale-i Nur, DUA...

  • Özel mesaj gönder

1

21.03.2008, 13:30

Mart 2008 - Demokrasimizin 100'ü



Resmî tarih bize Osmanlı'yı “astığı astık, kestiği kestik” padişahlarla yönetilen bir monarşi olarak anlatırken, Cumhuriyeti bu yönetime son veren, “halkın kendi kendini yönettiği” bir rejim olarak sunar. Demokrasiyi içermeyen cumhuriyet rejimindeki bu eksiklikten hiç bahsedilmediği gibi, Osmanlı'nın meşrutiyet tecrübesi de göz ardı edilir.
Demokratik meşrutiyet de, halkın kendi kendini yönetemediği cumhuriyet de yoktur bu tezlerde.

Her yıl Cumhuriyetin yıldönümünü büyük bir coşkuyla kutlarız, ama cumhuriyetin öncesini unutur ya da yeterince önemsemeyiz. Cumhuriyetin 100. yıldönümünde yapılacak kutlamaların görkemini tahmin etmek de zor olmasa gerek.

Oysa bu yıl, cumhuriyetin değil, ama cumhuriyete öncülük etmiş olan meşrutiyetin 100. yıldönümü. Demokrasi ile cumhuriyetin çoğu zaman bir birine zıt kavramlar olarak kullanıldığı ülkemizde, meşrutiyetle başlayan demokratikleşme sürecinin cumhuriyetle sekteye uğradığını söylemek de abartı sayılmaz.

Her yıl Mart ayını Bediüzzaman'a ayıran Genç Yaklaşım, bu özel yıldönümü münasebetiyle, Said Nursî'nin meşrutiyet, cumhuriyet ve demokrasi anlayışını konuşan bir kapak dosyası hazırladı.

Latif Salihoğlu'nun “Meşrutiyet'in Bediüzzaman'ı”nı anlattığı bu sayımızda, Mesut Toplayıcı, Meşrutiyet'ten günümüze demokrasi serüvenimizi, demokratikleşme sürecinin nasıl dikdatöryaya dönüştüğünü aktarıyor.

Görüşlerine başvurduğumuz isimlerden emekli savcı Gültekin Avcı, derin devlet içinde askerin rolünün fotoğrafını çekiyor.

Aykut Tanrıkulu, Said Nursî'nin “Dindar cumhuriyetin reisleri” dediği 4 halifeye “cumhuriyet” yönüyle yaklaşıyor.

Meryem Tortuk'un hazırladığı “Gazete başlıklarında ihtilaller”, medya-devlet ilişkileri açısından ibretlik manzaralar sunuyor.

Kapak dosyamız dışında yine zengin bir içerikle karşınızdayız.

Umut Yavuz, “Büyük filozoflar dizisi”ne bu ay “Mantığın kurucusu Aristoteles” ile devam ediyor.

Mehtap Yıldırım, kâinatın cemreleri ile Bediüzzaman'ın hayatının üç dönemindeki paralellikleri gözler önüne seriyor.

Agos gazetesi yazarlarından Markar Eseyan da Genç Yaklaşım'ın bu ayki konuklarından. Arkadaşımız Meryem Tortuk, Eseyan ile toplumun kendi gerçekleri ile yüzleşmesi ve milliyetçilik üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdi.

Vehbi Kara, bu ayki yazısında farklı bir gelecek perspektifi sunuyor.

“Hakan şükür'ü nasıl bilirsiniz?” Cüneyt Üstün, ünlü futbolcunun attığı ve kaçırdığı goller üzerinden bir Hakan şükür portresi aktarıyor.

Fotoğraf Yarışmamızda dereceye girenler belli oldu. Sonuçları dergimizin ilerleyen sayfalarında bulabilirsiniz.

Nisan sayımızda görüşmek üzere…

http://www.gencyaklasim.com/
"İnsan vardır fark edilmez süsünden.
Kimi farksızdırkoyun sürüsünden.
Her gördüğün şekle kapılma,
insan anlaşılmaz görüntüsünden...(!)"

Zehracan

Süper Moderatör

  • Konuyu başlatan "Zehracan"

Mesajlar: 8,190

Hobiler: Risale-i Nur, DUA...

  • Özel mesaj gönder

2

22.03.2008, 01:35

Cok hos bir yazi...


Cennetâsâ baharın cemreleri

Karakış yerini tatlı ve ılık bir bahara bırakmak üzere. Kardelen çiçekleri beyaz yorganlarının altından başlarını çıkarmış, etrafa sıcak gülücükler dağıtıyorlar. “Arkamızda rengârenk güller, nazenin çiçekler, bin bir türlü böcekler geliyor, biz onların habercileriyiz” diye müjde veriyorlar.

“Kış uykusu” denilen ölüm hali bitmiş, mahşer zamanı gelmiş, yeryüzünde yeni bir hayat başlıyor. şair, “her bahar bir haşir, her kış kıyamet” diye boşuna söylememiş.

Baharın habercisi cemrelerdir. Cemre, kelime anlamı olarak “ kor ateş” demektir. Zemheri aylarının sert ayazlarını bu “kor”lar yumuşatır. I. cemre havayı, II. cemre suyu, III. cemre de toprağı ısıtarak bahar haşirine zemin hazırlar. Arkasından toprak kefenini yırtar ve altından yeni hayatlar fışkırır. Cennet misâli bir mevsim başlar.

ınsanlar arasında da kışta gelip, baharı görmeden gidenler vardır. Onlar görmese de, başkalarının görmesi için zemin hazırlarlar. Kendileri, yüreklerini muhabbet ateşi ile yakıp “kor” ederler, bu korlar gelecek nesiller için manevi bir cemre olur. Arkasından da “cennetâsâ bir bahar” görünür.

“Acele ettim kışta geldim, sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz” diyen Bediüzzaman, kendini pervane misâli nâra atıp hayatını feda ederken, gelecek nesillere bir bahar müjdesi veriyordu. Çünkü yaşadığı dönem, manevi bir kış mevsimini andırıyordu. Gaflet ve dalalet rüzgârları, ihanet fırtınaları estiriyor, cehalet ve atalet bulutları, zulmet yağdırıyordu. ıman esasları temelden sarsılmış, Kur’ân çiçekleri bir bir solmuş, ıslam’ın kökleri kurumaya yüz tutmuştu. Çünkü “kurt gövdeye girmişti”, ımanın esaslarını kemirmeye başlamıştı.

ıfsat komiteleri ıslam coğrafyasına tefrika tohumları saçıyor, bir süre sonra o topraklarda parçalanmayı netice veren zakkum çiçekleri açıyordu. Bunlardan daha vahim olanı ise, milletin ümidi sönmek üzereydi. Yeis kalpleri karartmış, milletin hamiyet duygularını öldürmüştü. Bazı ehli hamiyet insanlar bile, “ zaman ahir zaman, gittikçe kötüleşecek” diye düşünüyorlardı. Yeni bir cemreye, taze bir bahara ve başlangıca ihtiyaç vardı. Mehmed Akif gibi iman dolu yürekler, “ Bunaldı milletin afakı bir sabah ister/ Nurunu gönder ılahi, asırlar oldu yeter” diye feryat ediyordu.

“ıslam’ın son ordusu” çeşitli cephelerde bozguna uğramış, ıslâm toprakları parça parça olmuştu. Avrupalılar son ıslam ülkesi olan Osmanlılara “hasta adam” derken Ruslar da ıslâm’ın bir daha toparlanamayacağını düşünüyorlardı. şeyh Sanem Tepesinde Üstad Bediüzzaman geleceğe dair ümit dolu planlar yaparken Rus polisi kendisine “heyhat, şaşarım senin ümidine ıslam parça parça olmuş” diyordu. Üstadın verdiği cevap ise çok manidardı: “Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.”diyerek ıslâmın baharını müjdeliyordu.

Birinci Cemre, Eski Said

Sâdık bir rüyada, “ı’cazı- Kur’ân’ı beyan et” emrini alan Bediüzzaman Hazretleri, yüreğinde bir avuç kor ile uyanmıştı. Alnında ve yüzünde biriken ter damlacıkları içindeki ateşin şiddetini gösteriyordu. Üstad’ın yüreğine Kur’ân cemresi düşmüştü bir kere. Hiçbir güç, gelecek baharın önünde duramayacaktı. Bu bir avuç kor, bir yürekte kalmayacak, onunla temas eden herkesin yüreğindeki iman kıvılcımını parlatacaktı. Sancılı, acılı, zahmetli ve fakat rahmetli bir süreç başlıyordu. Ehl-i iman ve ehli hamiyet olanların bile ümidini kesip, artık ölümü beklercesine yeise teslim olduğu bir zamanda, ufukta en ufak bir ümit ışığının görünmediği bir ortamda, yüreğindeki hizmet ve himmet koru ile ortaya çıkan bir adam, “ bir ışık, bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordu. Bu ne keskin bir bakış, ne büyük bir feraset idi ki, herkesin karanlığa teslim olduğu bir zamanda, uzaklardaki ışığı görüyor, gelecek baharın müjdesini veriyordu.

“1.Said” olarak adlandırılan hayat devresi, tam da ıslâm iklimine düşen 1.Cemreye benziyordu. Van’dan kalkarak ıstanbul’a, ıslam’ın Pay-i Tahtına gelmiş, “Hasta Adam” için şifalı reçeteler getirmişti. Çünkü ıman’ından aldığı ilhamla, hastalığa doğru teşhisi koymuştu. Çaresinin de Kur’ân eczalarında olduğunu biliyordu. Önce cehaleti yenmek, imanla bilimi buluşturmak, “fen ilimleri ile din ilimlerini imtizaç etmek” yani kaynaştırmak gerekiyordu. Bunun için de doğuda büyük bir üniversite kurulmasını, orada hem din ilimlerinin, hem de fen ilimlerinin birlikte okutularak insanların kafasının da, kalbinin de aydınlatılması gerektiğini düşünüyordu.

Bu düşüncesini gerçekleştirmek için, yüreğindeki kor ile devlet erkânının ve hatta Padişahın da hamiyet duygularını tutuşturmak için Yıldız Sarayına kadar girmiş, projesini padişaha anlatmıştı. Ama zamanın şartları o kadar ağır, kulaklar da gerçeklere o kadar sağırdı ki, kendisini dinleyenler onun aklından şüphe etmeye başlamışlardı. Nitekim “bu adam delidir” diyerek tımarhaneye atılmıştı. Ahir zamanın tabibi,“Hasta Adam”ın derdine çare bulmak için çırpınırken, Hasta Adam tarafından kendisi akıl hastanesine yollanmıştı.

Ama bir kere cemre havaya düşmüştü. Kış ne kadar sert, gece de ne kadar karanlık olursa olsun, o soğuk ve karanlık perdenin altında bir nar ve nur inkişaf ediyordu. Kendi yüreğindeki korla başka yürekleri tutuşturmak için yanmaya devam eden Kur’ân güneşinin pervanesi, “ Bediüzzaman” ismiyle ıstanbul ufuklarında bir güneş gibi doğmuştu. Nerede bir karanlık nokta var, hemen oraya koşuyor, kalpleri, akılları, gönülleri ilim ve irfanın nuru ile aydınlatıyordu. Devlet erkânına, askerlere, halka, esnafa, ilim meclislerinde âlimlere, dağ başlarında âmilere, çiftçilere, hamallara, karşısına çıkan herkese, kurtuluş çarelerini anlatıyordu. Kur’ân’dan aldığı dersle, kurtuluşun “istişare ve şûrada” olduğunu ders veriyordu. Âdeta tek başına bir irşat ordusu gibi hizmet veriyordu.

31 Mart vak’asında kargaşayı önlemek, isyancıları yatıştırmak ve kardeş kanı dökülmesine engel olmak için canla başla mücadele ettiği ve birçok yerde de başarılı olarak daha fazla kan dökülmesini önlediği halde, divan-ı harpte idam istemi ile yargılandı. Kahramanca yaptığı müdafaa sonucu, hem kendi beraat etti hem de birçok masumun idamını önledi. Daha sonra meşrutiyet meşalesini vatan sathında tutuşturmak için doğu illerine döndü. Dağda, bağda, ovada, obada, çadırda; şark insanına hürriyet ve demokrasi dersleri verdi. Onların da kalplerindeki şevk, gayret ve hamiyet kıvılcımlarını parlattı. Anadolu’nun işgalden kurtarılması için milli kuvvetlere destek verdi, ıstiklal Savaşının manevi komutanlarından oldu. Nitekim büyük bir mücadele, büyük bedeller ödenerek kazanıldı ve Cumhuriyet gibi Bediüzzaman’ın çok arzu ettiği bir sistem kuruldu. Böylece BıRıNCı CEMRE vazifesini bitirmiş, cennetâsâ bahara biraz daha yaklaşılmıştı.

ıkinci Cemre, Yeni Said


Vatan düşman istilâsından kurtulmuş, cumhuriyet kurulmuştu ama bu defa da manevi sahada büyük bir tahribat başlamıştı. Kurtuluş Savaşı boyunca milletin hamiyet duygularını coşturup zaferler kazanmasında büyük bir payı olan manevî değerler, artık değersiz kabul ediliyordu. Milletin kalbindeki iman esasları temelden sarsılıyordu. Müthiş bir kalp hastalığı bulaşıcı bir illet gibi yayılıyordu. Vatan kurtulmuştu, ama milletin manevi hayatı ve ebedi saadeti büyük bir tehlike içine düşmüştü. Asıl milleti bu hastalıktan ve tehlikeden kurtarmak gerekiyordu. Ama bu savaş, topla, tüfekle, askerî kuvvetle kazanılacak bir savaş değildi. Ancak kalplerdeki iman cevherlerini parlatmakla, gönüllere ıslâm cemresi düşürmekle kazanılacak bir mücadeleydi bu. “ıcaz-ı Kur’ân’ı beyan et” talimatını hakkıyla yerine getirmek gerekiyordu. Kur’ân’ı asrın idrakine uygun bir şekilde tefsir etmek, sadece kalplere değil, akıllara, gönüllere, ruhlara ve diğer lâtifelere iman ve Kur’ân nurunu nakşetmek nakşetmeliydi. Bunu da siyaset yolu ile yapmak mümkün değildi. Daha önce din ilimleri ile fen ilimlerinin bir arada okutulması için açmak istediği üniversite planı da akim kalmıştı. Yeni sistem, böyle bir eğitim kurumunun açılmasına müsaade etmeyecekti.

Bediüzzaman da, başka bir yöntem seçti. Kur’ân’dan aldığı ve asrın hastalıklarına kesin şifa olan reçeteleri, bir üniversitede okutmak yerine, her yere bu derslerin okutulduğu medreseler yapmaya başladı. Bu medreselerin binası yok, dersliği yok, mekânı yok, merasimi yok, talimatı yok, müfredatı yoktu. Başöğretmen Bediüzzaman, “Gayemiz vatan sathını bir mektep yapmaktır” diyordu. Nitekim kısa bir süre sonra her hane bir dershane olmaya başladı. Yazılan Risaleler el yazıları ile binlerce nüsha çoğaltılıyor, elden ele, kalpten kalbe ulaştırılıyordu. Tam bir manevî kurtuluş savaşı seferberliği başlatılmıştı. “şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek” diyen Bediüzzaman Hazretleri, manevi hayatın tahrip olan temellerini tamir ediyor, cennetâsa baharın yollarını açıyordu.

ıkinci Cemre süreci de oldukça zor ve çetin şartlar altında geçiyordu. Hatta sabah yaklaştıkça karanlığın koyuluğu arttığı gibi, bahar yaklaştıkça kışın şiddeti de artıyordu. Kalplerdeki cemrenin korunu söndürmek için, kardelen çiçekleri en soğuk ve karanlık zindanlara, sürgüne yollanıyorlardı. Ne var ki, onların gittikleri yerde, en koyu karanlıklar yırtılıyor, en soğuk zeminler ısınıyordu. Sürgünler, hapisler, baskılar, zulümler, cemre ateşini her tarafa taşıyor, vatan sathına bir cemre düşüyordu.

Nitekim kalplere atılan nur tohumları filizlendi, yer yer çiçek açmaya başladı. Sarsılan iman esasları büyük ölçüde tamir edildi. Kur’ân’dan süzülen Nur Risaleleri, yeni ve taze bir hayat iksiri gibi manevi hayatı canlandırmıştı. Kalplerdeki iman cevherine cilâ atılmıştı. Cennetâsa baharın kokusu daha yakından hissediliyordu. Artık sular da ısınmıştı. şimdi sıra, toprağın ısınmasına gelmişti. ıkinci cemre günleri de sona ermiş, ıkinci Said dönemi de başarı ile vazifesini tamamlamıştı.

Üçüncü Cemre, Üçüncü Said

Bilindiği gibi, üçüncü ve son cemre toprağa düşer. Bundan sonrası artık bahardır. Toprağa düşen kor, toprağın sinesini ısıtır, ısınan toprağın bağrı yarılır ve içinden canlılar zuhur eder. Renk renk çiçekler, çeşit çeşit böcekler, ekinler otlar, çayırlar çimenler ve bin bir güzellikleri ile, bir mahşer kurulur. Kış boyunca bir cenaze gibi toprak altında yatan tohumlar ve çekirdekler, üzerlerindeki ölü toprağını atarlar, “Bismillah” diyerek baharın haşrinde yeniden dirilirler.

Bediüzzaman’ın “Üçüncü Said” olarak adlandırılan üçüncü devresi de, toprağa düşen son cemre gibi, manevi hayatın toprağını ısıttı. Kalplerde ve gönüllerde iman esasları yeniden canlandı. Vatan sathı nurların okunduğu ve okutulduğu bir mektep haline geldi. ımanın kaleleri tamir edilip eski ihtişamlı haline getirilirken, dalalet kaleleri bir bir yıkıldı. Asrın manevi mimarı, görevini yapmış olmanın huzuru içinde şu müjdeyi veriyordu: “Merak etmeyiniz, küfrün beli kırılmıştır”. Gerçekten de bu üçüncü cemreden sonra hem içerde, hem dışarıda büyük bir manevi inkişaf başladı. Yıllarca yasaklanan Ezâan-ı Muhammedî, tekrar vatan semalarında yükseldi. Dinî eğitim veren okullar açıldı. Din üzerindeki baskılar hafifledi, insanlar inancını daha rahat yaşar hale geldiler. Komünizm denen inkârcı düşünce, bu vatanda tutunamadı. Risale-i Nurlar karşısında komünizm, güneş görmüş buz gibi eriyip yok oldu. Böylece, “Cennetâsa Bahar” ıslâm ikliminde tahakkuk etmeye başladı.

Son cemre toprağa düşer demiştik. 23 Mart 1960 tarihinde vatan toprağına bir cemre daha düştü. Bediüzzaman, görevini hakkı ile ifa etmiş, Hakk’ın huzuruna yüzünün nuru ile çıkmıştı. Bu son cemre, ıslam’ın baharına yeni bir başlangıç teşkil etmişti. “Benim bedelime Risale-i Nurlar konuşacak” dediği bir mevsime girilmişti.

Cennetâsâ bahar geliyor!

“Ölümüm hayatımdan ziyade hizmet edecek” diyen Bediüzzaman Said Nursi’nin vefatından sonra Risale-i Nurlar binler dil ile onun bedeline konuşmuş, onun ektiği nur tohumlarını besleyerek zeminimizde rengârenk çiçekler açmasına vesile olmuştur ve olmaya devam etmektedir.

Üstad bize daima gelecek rahat ve güzel bir istikbal müjdelemiştir. Onun verdiği müjdeler ve söylediği sözler hayalî söylemlerden ibaret değildir. “Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek gür sada ıslâm’ın sadası olacaktır.” dediğinde ,“zaman ahir zamandır gittikçe fenalaşacak, ifrat ediyorsun” diyenlere aldırmamış ve bugünler için tohumlar saçmaya devam etmiştir. Varsın o günün insanları onu anlamasınlar; onun çektiği işkenceler, hapisler, sıkıntılar hep bu günler içindir.

Bediüzzaman’ın hep ileriye bakıyor, güzel iklimlerin müjdesini veriyordu: “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler, Osman'lar, Tâhir'ler, Yûsuf'lar, Ahmed'ler, ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. “

Mehtap Yıldırım
"İnsan vardır fark edilmez süsünden.
Kimi farksızdırkoyun sürüsünden.
Her gördüğün şekle kapılma,
insan anlaşılmaz görüntüsünden...(!)"

hy120

Profesyonel

  • "hy120" bir erkek

Mesajlar: 654

Konum: usak

Meslek: esnaf

  • Özel mesaj gönder

3

30.03.2008, 21:18

maşallah

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir