Demek, kâinata ve âsâra bakıp, gâibâne muâmele-i ubûdiyetle mezkûr makamâtta mezkûr vezâifi edâ ettikten sonra, Sâni-i Hakîmin dahi muâmelesine ve ef'âline (failler) bakmak derecesine çıktılar ki, hazırâne bir muâmele sûretinde, evvelâ Hâlık-ı Zülcelâlin Kendi san'atının mu'cizeleriyle Kendini zîşuura tanıttırmasına karşı, hayret içinde bir mârifet ile mukabele ederek, (Sen her türlü noksan sıfatlardan münezzehsin; Seni gereği gibi tanıyamadık.) dediler: "Senin tarif edicilerin, bütün masnuâtındaki mu'cizelerindir."
Sonra, o Rahmân'ın, kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip, "İyyake Na'budu ve İyyake Nestaiyn" (Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz. - Fâtiha Sûresi: 5.) dediler.
Sonra, o Mün'im-i Hakikînin tatlı nimetleriyle terahhum (merhamet gösterme) ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele ettiler. Dediler: "Sübhaneke vebihamdik" (Sana hamd ederek, Seni her türlü kusur ve noksandan tenzîh ederiz. (Duâ))
"Senin hak şükrünü nasıl edâ edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsanâtın açık lisân-ı halleri, şükür ve senânızı okuyorlar. Hem, âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânâtıyla, hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem, rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun (ölçülü) yemişleri, Senin cûd (cömertlik) ve keremine şehâdet etmekle, Senin şükrünü enzâr-ı mahlûkat önünde ifâ ederler."
Sonra, şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcudât aynalarında, Cemâl ve Celâl ve Kemâl ve Kibriyâsının (büyüklük) izhârına karşı, "Allahu Ekber" (Allah en büyüktür ve en yücedir.) deyip, tâzim içinde bir aczle rükûa gidip, mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip, mukabele ettiler.
Sonra o Ganî-i Mutlakın (sınırsız zenginliğe sahip olan) servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı, fakr ve hâcetlerini izhâr edip, duâ edip, istemekle mukabele edip, "İyyake Nestaiyn" (Ancak Senden yardım isteriz. - Fâtiha Sûresi: 5.) dediler.
Sonra, o Sâni-i Zülcelâlin kendi san'atının latîfelerini, hârikalarını, antikalarını, sergilerle teşhirgâh-ı enâmda neşrine karşı Mâşaallah deyip takdir ederek, "Ne güzel yapılmış" deyip istihsan (beğenme) ederek, Bârekallah deyip müşâhede etmek, Âmennâ deyip şehâdet etmek, "Geliniz, bakınız-hayran olarak- "Hayya alel felah" (Kurtuluşa gelin.) deyip, herkesi şâhid tutmakla mukabele ettiler. Hem, o Sultân-ı Ezel ve Ebed, kâinatın aktârında kendi Rubûbiyetinin saltanatını ilânına ve Vahdâniyetinin izhârına karşı tevhid ve tasdik edip, "Semi'na ve Eta'na" (İşittik ve itaat ettik.) diyerek, itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler.
Sonra, o Rabbü'l-Âlemînin Ulûhiyetinin izhârına karşı, zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlarını ilândan ibâret olan ubûdiyet ile ve ubûdiyetin hulâsası olan namaz ile mukabele ettiler. Daha bunlar gibi, gûnâgûn (türlü türlü) ubûdiyet vazifeleriyle, şu dâr-ı dünya denilen mescid-i kebîrinde, farîza-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını edâ edip, ahsen-i takvîm sûretini aldılar. Bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-i İmân (inanmanın getirdiği bereket) ile, emn-i emânet ile mücehhez (donanmış) emîn bir halîfe-i arz oldular. Ve şu meydan-ı tecrübe ve şu destgâh-ı imtihandan sonra, onların Rabb-i Kerîmi, onları, imânlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye ve İslâmiyetlerine ücret olarak Dârü's-Selâma dâvet ederek, öyle bir ikram etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutûr (hatıra gelmek) etmemiş derecede parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti; ve onlara ebediyet ve bekâ verdi. Çünkü, ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı (düşkün) ve âyinedar âşıkı, elbette bâkî kalıp, ebede gidecektir. İşte Kur'ân şâkirdlerinin âkıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak, bizleri onlardan eylesin, âmin.
Ammâ, füccâr ve eşrâr (şerli) olan diğer gürûh ise, hadd-i bülûğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit, bütün Vahdâniyetin delillerine karşı küfür ile mukabele edip ve bütün nimetlere karşı küfrân ile mukabele ederek ve bütün mevcudâtı kıymetsizlikle kâfirâne bir ittiham ile tahkir ettiler ve bütün esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtına karşı red ve inkâr ile mukabele ettiklerinden, az bir vakitte nihayetsiz cinâyet işlediler; nihayetsiz bir azaba müstehak oldular. Evet, insana, sermâye-i ömür ve cihazât-ı insaniye, mezkûr vezâif için verilmiştir.
Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Âyâ, zannediyor musunuz ki, vazife-i hayatınız yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhâfaza-i nefs etmek, ayıp olmasın, batın (mide) ve fercin (üreme organı) hizmetine mi münhasırdır? Yahut, zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde derc edilen şu nâzik letâif ve mâneviyât ve şu hassas âzâ ve âlât ve şu muntazam cevârih (organlar) ve cihazât ve şu mütecessis (araştıran) havâs (duygular) ve hissiyâtın gâye-i yegânesi, şu hayat-ı fâniyede, nefs-i rezîlenin, hevesât-ı süfliyenin (aşağılık arzular) tatmini için istimâline (kullanma) mi münhasırdır (sınırlı)? Hâşâ ve kellâ! Belki, vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gâye-i idhâli (yerleştirilme), iki esastır:
Biri: Cenâb-ı Mün'im-i Hakikînin bütün nimetlerinin her bir çeşitlerini size ihsâs ettirip (hissettirip) şükrettirmekten ibârettir. Siz de hissedip şükür ve ibâdetini etmelisiniz.
İkincisi: Âleme tecellî eden esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin bütün tecelliyâtının aksâmını, birer birer, size o cihazât vâsıtasıyla bildirip, tattırmaktır. Siz dahi, tatmakla tanıyarak, İmân getirmelisiniz.
İşte, bu iki esas üzerine, kemâlât-ı insaniye neşv ü nemâ bulur; bununla, insan, insan olur.
İnsaniyetin cihazâtı (duygular), hayvan gibi hayat-ı dünyeviyeyi kazanmak için verilmemiş olduğuna, şu temsil sırrıyla bak:
Meselâ, bir zât, bir hizmetçisine yirmi altın verdi. Tâ mahsus bir kumaştan, kendisine bir kat libas alsın. O hizmetçi gitti, o kumaşın âlâsından mükemmel bir libas aldı, giydi.
Sonra gördü ki, o zât, diğer bir hizmetkârına bin altın verip, bir kâğıt içinde bâzı şeyler yazılı olarak, onun cebine koydu; ticarete gönderdi.
Şimdi, her aklı başında olan bilir ki, o sermâye, bir kat libas almak için değil. Çünkü, evvelki hizmetkâr, yirmi altınla en âlâ kumaştan bir kat libas almış olduğundan; elbette bu bin altın, bir kat libasa sarf edilmez. Şâyet bu ikinci hizmetkâr, cebine konulan kâğıdı okumayıp, belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkâncıya, bir kat libas için verip hem o kumaşın en çürüğünden ve arkadaşının libasından elli derece aşağı bir libas alsa, elbette o hâdim, nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için, şiddetle tâzib ve hiddetle te'dib edilecektir.
Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermâye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye sarf etmeyiniz. Yoksa, sermâyece en âlâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednâsından (basit) elli derece aşağı düşersiniz.
Ey gâfil nefsim! Senin hayatının gâyesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının sûretini, hem hayatının sırrı-ı hakikatini, hem hayatının kemâl-i saadetini bir derece anlamak istersen, bak; senin hayatının gâyelerinin icmâli dokuz emirdir.
� Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazînelerinde iddihar (biriktirilen) edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.
� İkincisi: Senin fıtratında vaz' edilen cihazâtın anahtarlarıyla, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin gizli defînelerini açmaktır, Zât-ı Akdesi o esmâ ile tanımaktır.
� Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip san'atlarını ve latîf cilvelerini bilerek, hayatınla teşhir ve izhâr etmektir.
� Dördüncüsü: Lisân-ı hal ve kâlinle Hâlıkının dergâh-ı Rubûbiyetine ubûdiyetini ilân etmektir.
� Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp, padişahın nazarında görünmekle onun iltifatât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi, esmâ-i İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye murassaâtıyla (süslenmiş şeyler) bilerek süslenip, o Şâhid-i Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhâdına (görme ve gösterme bakışı) görünmektir.
� Altıncısı: Zevi'l-hayat (hayat sahibi) olanların tezâhürât-ı hayatiye (hayat belirtileri) denilen, Hâlıklarına tahiyyâtları (tebrikler); ve rumuzât-ı hayatiye (hayatın işaretleri) denilen, Sâni'lerine tesbihâtları; ve semerât ve gâyât-ı hayatiye (hayatın gayeleri ve meyveleri) denilen, Vâhibü'l-Hayata (hayatı veren) arz-ı ubûdiyetlerini bilerek müşâhede etmek, tefekkür ile görüp, şehâdetle göstermektir.
� Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz'î ilim ve kudret ve irâde gibi sıfat ve hallerinden küçük numunelerini vâhid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelâlin sıfat-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini (mukaddes özellikler) o ölçüler ile bilmektir. Meselâ, sen, cüz'î iktidarın ve cüz'î ilmin ve cüz'î irâden ile bu hâneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hânenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.
� Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudâtın her biri, kendine mahsus bir dil ile Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin Rubûbiyetine dâir mânevî sözlerini fehmetmektir.
� Dokuzuncusu: Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle, kudret-i İlâhiye ve gınâ-i Rabbâniyenin (Allah’ın sonsuz zenginliği) derecât-ı tecelliyâtını (görünüm dereceleri) anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envâı miktarınca, taamın lezzeti ve derecâtı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-i İlâhiyenin derecâtını fehmetmelisin.
İşte senin hayatının gâyeleri, icmâlen, bunlar gibi emirlerdir. Şimdi, kendi hayatının mahiyetine bak ki; o mahiyetinin icmâli (özet) şudur:
Esmâ-i İlâhiyeye âit garâibin fihristesi, hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiyenin bir mikyâsı (ölçek), hem kâinattaki âlemlerin bir mîzanı, hem bu âlem-i kebîrin bir listesi, hem şu kâinatın bir haritası, hem şu kitâb-ı ekberin bir fezlekesi (neticesi), hem kudretin gizli defînelerini açacak bir anahtar külçesi, hem mevcudâta serpilen ve evkâta (vakitler) takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvîmidir. İşte mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir.
Şimdi, senin hayatının sûreti ve tarz-ı vazifesi şudur ki:
Hayatın bir kelime-i mektûbedir (yazılmış kelime), kalem-i Kudretle yazılmış hikmetnümâ bir sözdür; görünüp ve işitilip, Esmâ-i Hüsnâya delâlet eder. İşte hayatının sûreti, bu gibi emirlerdir.
Şimdi, hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete aynalıktır. Yani, bütün âleme tecellî eden esmânın nokta-i mihrâkiyesi (odak noktası) hükmünde bir câmiiyetle, Zât-ı Ehad-i Samede aynalıktır.
Şimdi, hayatının saadet içindeki kemâli ise, senin hayatının aynasında temessül eden Şems-i Ezelînin envârını hissedip, sevmektir. Zîşuur olarak Ona şevk göstermektir, Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir, kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni âlâ-yı illiyyîne çıkaran bir hadîs-i kudsînin meâl-i şerifi olan,
"Ben göklere ve yere sığmam. Hayrettir ki, mü'minlerin kalbine sığarım." denilmiştir.
İşte, ey nefsim! Hayatının böyle ulvî gâyâta müteveccih olduğu ve şöyle kıymetli hazîneleri câmi' olduğu halde, hiç akıl ve insafa lâyık mıdır ki, hiç ender hiç olan muvakkat huzûzât-ı nefsâniyeye (nefsin hoşlandığı şeyler), geçici lezâiz-i dünyeviyeye sarf edip zâyi edersin. Eğer zâyi etmemek istersen, geçen temsil ve hakikate remzeden "Yemin olsun güneşe ve aydınlığına. � Ve onu takip eden aya. � Ve onu gösteren güne. � Ve onu örten geceye. � Ve gökyüzüne ve onu binâ edene. � Ve yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene. � Ve inonu intizamla yaratana.� Sonra da ona kötülüğü bildirip ondan sakınmayı ilham edene. � Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. � Nefsini günaha daldıran da hüsrâna düşmüştür. (Şems Sûresi: 1-10.)" sûresindeki kasem ve cevab-ı kasemi düşünüp amel et. "Allahım, risâlet semâsının güneşi, nübüvvet burcunun ayı olan yüce Peygambere (a.s.m.), onun hidâyet yıldızları olan Al ve Ashâbına salât ve selâm eyle. Bize, erkek ve kadın mü'minlere merhamet et. Amin, âmin, âmin." (Duâ)