Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

17.06.2004, 22:44

Kur'ân'ın şahitleri

Kur'an'ın kıymetini anlamak için bir de onun talebelerine göz gezdirmeli. Sahabe ve tâbiîn efendilerimizin nasıl bir ömür sürdüklerini görmeli. ımamı Azam, ımamı şafi, ımamı Malik, Ahmed b. Hanbel, Abdülkadir Geylâni, ımamı Rabbâni, şahı Nakşibendi, Hazreti Mevlânâ ve Bediüzzaman gibi Hak dostlarını büyüten, onları hüsnü misal yapan Kur'an'ın mesajından başka nedir? Hadisi şerifleri rivayet edip o bereketli sözlerin bizlere ulaşmasını sağlayan selefi salihînin hayat hikayelerine baksanız hayran kalırsınız, onları uhrevîleştiren şey Kur'an'ın mesajı değil midir?

Onlar, sürekli Cenâbı Hakk'ın huzurunda bulunma temkiniyle yaşamışlardır. Daima, "Enis ü celîs" bildikleri Dost'la beraber bulununca da konuşmaları hep "sohbeti yârân" olmuştur. O'nun rızasından başka birşey düşünmemiş, O'nun hoşnutluğuna vesile olacak meselelerden başka birşey konuşmamışlardır.

Bu mesele biraz iradenin hakkını vermeye, biraz Allah (cc) tarafından konduğu yerin, konumunun farkında olmaya ve biraz da duruşu çok iyi belirlemeye bağlıdır. Hele her şeyin günlük hadiselere bağlandığı, aktüalitenin çok öne çıktığı, insanların "Hayır, doğrusu siz şu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz, onun için ahireti terkedip durursunuz." (Kıyamet, 75/2021) ayetine mâsadak yaşadığı bir dönemde bizim için Cenâbı Hakk'ın huzurunda bulunma ve bunu hissetme halini yakalamak çok zordur. Bu mevzuda fikir cimnastiğimiz olmalı. Meseleler hep gelip sohbeti Cânân'a dayanmalı. Otururken kalkarken, dünyevî meselelerden bile bahsederken ahiret buudlu davranmalı. "Allah'ı başkalarına tanıtma ve bu vesileyle kurtulma" yapacağımız işlerde rotayı tayin etmeli. Mesela, teknolojiden bahsederken; "Bu teknoloji Rabb'imizi anlatma adına ne işe yarar? şu ilmî inkişafı, Rabb'imizi insanlara duyurma adına nasıl değerlendirebiliriz? Uhrevî hayatımız adına ınternet'i nasıl kullanabiliriz?" sorularının cevabı aranmalı.

Mesela, bugün, biz meşgul olsak da olmasak da internetin de bağımlıları var. Bazıları onu kendi hesaplarına, şeytanın oyuncağı gibi kullanıyor ve sürekli kötülük yayıyorlar. ınanan insan onu da uhrevî kazanç vesilesi yapabilir. Fakat o dikkatli olur; hangi tuşa dokunacak, hangi sayfaya girecek, bunu iyi belirler. Tahmini bir tuşa dokunurken de inşaallah karşımıza iyi bir şey çıkar mülahazasıyla teyakkuzda olur. Bunlar, kalb ibresinin göstermesi gereken noktaya yönlendirilmesi açısından çok belirleyici hususlardır.

Bir mümin, kainattaki her şeyde Allah'ı gösteren bir işaret bulur; ona bakar, Cenâbı Hakk'ın izlerini görür. Bu teknolojiyle de mümkündür. Mesela, çağın büyüklerinden birinden dinlemiştim: Hz. Bediüzzaman arabayla bir yere giderken radyoda şarkı çıkıyor. Arabayı kullanan şahıs Üstad'ın laubaliliğe karşı kapalı olmasına saygısının ifadesi olarak radyoyu kapatmak istiyor. Radyonun düğmesini çevirirken Bediüzzaman kendisine has edasıyla "Dur keçeli, diyor, Ben hava unsurunu temaşa ediyorum, havayı insanların hizmetine veren Allah'ın kudretini tefekkür ediyorum."

Alvarlı Efe hazretleri, dört güzeller türküsünü duyunca "Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'yi hatırlayıp iki göz iki çeşme ağlarmış, Üstad da orada konsantre olmuş, şarkıyı değil, o şarkının ötesinde hava nimetini dinliyor, onu tefekkür ve temâşâ ediyor.

Bu müthiş adamı görmeyi hepiniz gibi ben de çok arzu ederdim. Tabii dizinin dibinde oturmayı, sohbetine ermeyi, dinlemeyi çok isterdim. Nasip... Belki bize görememenin hasret ve hicran sevabı, görenlere de huzurun insibağının sevabı yazılır.

Bazı alim ve arifler etraflarındaki ulemaya göre konuşmuşlar, meseleleri onların seviyelerine göre anlatmışlardır. Bediüzzaman’a gelince o, meseleleri herkesin anlaması için gayret göstermiş; hatta mübtedilerin ve avamın anlamasına da önem vermiştir. Kur'an'daki, tenezzülâtı ilahiye ve beşerin anlayışına göre hitap esprisini örnek alan Bediüzzaman'ın bu şekildeki bir tenezzülü de onun büyüklüğüne bir kat daha büyüklük katmaktadır. O'nun kolay söylenir görülen öyle ifadeleri vardır ki, bunlar tam bir sehli mümteni örneği, enfes beyanlardır. Mesela; Yirmiüçüncü Sözün beşinci noktasında şöyle diyor:

"Hem dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise; o nevî dua ve ibadetin vakitleridir; O (dünyevî) maksatlar, (dua ve ibadetlerin) gayeleri değildir. Mesela; yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa; o dua, o ibadet halis olmadığından kabule layık olmaz. Nasılki güneşin gurubu akşam namazının vaktidir; güneşin ve ayın tutulmaları da küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadeti mahsusanın vakitleridir..."

Buradaki ubudiyeti, usulü fıkıhta kullandığımız taabbudî mânâsında anlamak gerekir; yani, çok defa mânâsını anlayamasak da Allah'ın emri olduğu için yapıp neticesini Allah'tan istediğimiz ibadetlerdir. Mesela, duada Rabb'imizden istediğimiz şeylerle O'nun veriş keyfiyeti arasında sebepsonuç mülahazasına göre bir münasebet yoktur. Sebeplerle tarttığınız zaman görürsünüz ki, sizin istek ve yakarışlarınızdan bu netice çıkmaz. ışte o zaman, Allah'a güveniniz, itimadınız nisbetinde esbabüstü, doğrudan doğruya Hz. Müsebbibü'lEsbab'tan, Hz. Kâdiu'lHâcât'tan istediğinizi istersiniz; O da herhangi bir sebebe iktiran etmeden verebilir.

Çok eski yıllarda bir arkadaşımız, "Yağmursuzluk dahi yağmur duasının vaktidir." cümlesini işitince bu orijinal yoruma adeta vurulmuştu. Evet, âdeti Sübhânî açısından yağmurun vakti bellidir; aygüneş tutulmalarının vakti ve ne zaman son bulacağı çok önceden hesap edilebilmektedir. Fakat, biz yine de yağmur duası yapıyor; hüsufküsuf namazları kılıyoruz. Evet, yağmursuzluk, yağmur duasının vaktidir. Ay ve güneş tutulması da, hüsufküsuf namazlarının vaktidir. Biz ülfetten dolayı bu ifadeleri okur geçeriz; ama Üstad Hazretleri'nden başka birinin böyle dediğini de hatırlamıyorum.

Üstad yine, "Esbâba teşebbüs, bir duayı fiilîdir. Esbabın içtimaı; müsebbebi îcad etmek için değil, belki lisanı hâl ile müsebbebi (sonuç, netice) Cenâbı Hakk'tan istemek için bir vaziyeti marziyye almaktır. Hatta çift sürmek hazinei rahmet kapısını çalmaktır." diyor.

Biz bazen bu hâlisâne mülahazaları koruyamıyoruz. Mesela, hekime müracaat ediyoruz, etmeliyiz de. Fakat bazen şifayı sanki hekim verecek, sanki o tedavi edecek; sanki bizim derdimize aldığımız ilaç iyi gelecek gibi mülahazalara kapılıyoruz. Oysa ki, izzet ve azamet öyle istemiş: basit işlerde Kudreti ilahiyenin mübaşeretinin görünmesini dilememiş. şifayı veren Hazreti şâfî'dir. Cenâbı Allah, o ilaçla o şifa arasında bir iktiran (örtüşme) hasıl etmiştir. Bu tevhid düşüncesi çok defa unutuluyor. Maalesef, bazen hiç farkına varılmadan zımnî bir şirke giriliyor.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir