Üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma’kes olduklarını bilmek lâzımdır.
ıslâmın esası tevhiddir.
Hidayet vermek, kalpleri iman ile nurlandırmak ve küfür karanlığından kurtarmak ancak Allah’a mahsustur.
şu var ki, bu hikmet âleminde her şey bir sebebe bağlanmıştır. Meyveyi ağaçtan almamız, rızk verme konusunda Allah’ın şeriki olmadığı gerçeğine ters düşmez. Zira, o ağaç ta bizim gibi rızka muhtaç bir biçaredir. Onu toprakla, su ile, güneşle rızıklandıran Allah, bizi de onun meyveleriyle beslemektedir.
Gözün aydınlanması için güneşi sebep kılan Allah, kalplerin nurlanmasına da Peygamberleri ve onların izinde giden ve onlara varis olan alimleri ve mürşitleri sebep kılmıştır.
Müslümanlar, peygamberi kul ve resul olarak tanırlar. O mümtaz, o seçkin, o sevgili kula risalet vazifesini yükleyen Allah, bizleri de o sevgili Peygamberi vasıtasıyla irşat etmekte, bize hidayet yolunu öylece göstermektedir.
Peygamberler hidayete, imânâ, hayra
‘mazhar’ (zuhur etme, görünme yeri) ve
‘makes’ (aksetme yeri, ayna) olmuşlardır. Yani hidayet güneşi, öncelikle onların pak ve berrak kalplerini parlatmış, o aynalardan da diğer müminlerin kalplerine aksetmiştir.
Masdar ve menba, yani hidayetin, imanın sudur yeri ve kaynağı, ancak Allah’ın Hâdi ismidir.
Çeşitli sûrelerde defalarca ders verildiği gibi, Peygamberlerin vazifesi yalnız hakkı tebliğ etmektir. Böyle olunca, onların izinde giden ve onların vazifelerini sonraki asırlarda devam ettiren büyük zatlar, alimler, mürşitler ve üstatlar da insanları iman ve hidayet yoluna sadece davet ederler, hidayet güneşinin insanların kalplerini aydınlatması için bir mazhar ve bir makes vazifesi görmeye çalışırlar.
Bu mânâyı yakalayan ve bu gerçeği bilen müminler, kendilerinden fayda gördükleri, ilim tahsil ettikleri, feyiz aldıkları büyük zatları birer peygamber varisi olarak sever, onlara karşı lâyık oldukları hürmet ve muhabbeti gösterirler. Ama, onların masdar ve menba olmadıklarını da çok iyi bilir, şükür ve ibadetlerini Allah’a yaparlar.
kaynak