Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

29.08.2006, 16:38

peygamberimizi nasıl sevmeli

Peygamberimizi Nasıl Sevmeli?
M.Yaşar Kandemir


Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sel-lem’i sevmeyi gerektiren pek çok sebep vardır; ama bunların üçü çok önemlidir:
Birincisi, o, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.

ıkincisi, Allah Teâlâ onu en üstün ahlâka sahip kılmıştır.

Üçüncüsü de, onu kendimize model almamızı emretmiştir.

Allah Teâlâ Tevrat’ta Yahudilere, ıncil’de Hıristiyanlara “O Peygamber”in geleceğini haber vermiş, özelliklerini tanıtmış, Yahudiler ve Hıristiyanlar da onu kendi öz oğulları gibi tanımışlardır. Onu görür görmez kendisine iman etmeleri emredildiği halde, ne yazık ki, iman etmemişlerdir.


Efendimizin bazı özellikleri


Sevgili Peygamberimizin bunlardan başka pek çok özelliği vardır.

O, peygamberlerin sonuncusudur.

Âdemoğullarının efendisidir.

Öldükten sonra mahşere gitmek üzere ilk o diriltilecektir.

Makâm-ı Mahmûd (insanlara şefaat etme yetkisi) sadece ona verilecektir.

Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberler ve mü’minler, kıyamet gününde, hesabın başlamasından önce, onun “Livâü’l-Hamd” adlı sancağı altında toplanacaktır.

Allah Teâlâ bütün peygamberlere “Ey Mûsâ! Ey Îsâ” diye adlarıyla hitap ettiği halde ona “Ey Nebî! Ey Resûl!” diye üstünlüğünü gösterir bir ifadeyle hitap etmiştir.

Daha önceleri hiçbir peygambere verilmeyen şu beş şey hep birden ona verilmiştir:

-Bir aylık yola kadar düşmanlarının kalbine korku salmak suretiyle Allah’ın yardımına nâil olmuştur.

-Bütün yeryüzü ona hem namaz kılma yeri, hem de teyemmüm ederek temizlenme vasıtası kılınmıştır.

-Ganimet almak daha önceleri hiçbir peygambere helâl kılınmadığı halde ona helâl edilmiştir.

-Ona âhirette şefaat yetkisi verilmiştir.

-Bir de daha önceki devirlerde her peygamber sadece kendi kavmine gönderildiği halde, Resûl-i Ekrem bütün insanlara peygamber gönderilmiştir.

ışte böyle bir Peygamberin ümmeti olmak hem bir bahtiyarlık hem de büyük bir şereftir. Bu şerefe nâil olan kimse sevgili Peygamberini elbette canından da, anasından, babasından da, oğlundan, kızından, eşinden de çok sevecektir.


Ümmetine düşkünlüğü


Her peygamber Allah Teâlâ’nın reddetmeyeceği duasını dünyada iken yapmış ve bu hakkını kullanmıştır. Sevgili Peygamberimiz ise reddedilmeyecek duasını, kıyamet gününde ümmetine şefaat etmek üzere âhirete saklamış ve böylece ümmetini ne kadar çok sevdiğini göstermiştir.

Çünkü o ümmetine çok düşkündür; mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir; mü’minlerin sıkıntıya uğraması ona ağır gelir.

Ümmetinin sıkıntıya düşmemesi, zor durumda kalmaması için herşeyi onlara emretmemiştir. Meselâ dişlerini fırçalamayı çok sevdiği ve her fırsatta mübarek dişlerini temizlediği için, ümmetine abdest alırken diş temizliğini emretmeyi düşünmüş, fakat onların bunu her zaman yapamayacağını dikkate alarak bu düşüncesinden vazgeçmiştir.

Yatsı namazını çok geç bir saatte kılmayı düşünüp bundan vazgeçmesi, istediği halde her askerî birliğe katılmaması ümmetini zora sokmamak içindir.

Bunlar bile Resûl-i Ekrem’in, ümmetine beslediği sevgi ve şefkatin derinliğini göstermeye yeterlidir.


Onu sevmenin kazandırdığı


Peygamber sevgisi bir mü’mini Cennete götürecek büyük bir sermayedir. şu olay bunu göstermektedir:

Bir adam Resûl-i Ekrem’e gelerek, kıyametin ne zaman kopacağını öğrenmek istedi. Efendimiz ona cevap vermek yerine kıyamet için ne hazırladığını sordu. Adam, pek bir hazırlığı bulunmadığını, yalnızca Allah’ı ve Resûlünü sevdiğini söyledi. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm ona:

“Öyleyse sen sevdiklerinle beraber olacaksın” buyurdu. Ashâb-ı Kirâm bu müjdeye derecesiz sevindi.


Onun yakınlarını da sevmeli


Peygamber sevgisi, onun Ehl-i Beyt’ini, yani ev halkını da sevmeyi gerektirir. Çünkü Resûl-i Ekrem bize iki önemli şey bıraktığını, bunlardan birinin Kur’ân-ı Kerîm, diğerinin Ehl-i Beyt olduğunu söyledi ve Ehl-i Beyt’ine saygılı davranmamızı istedi. Peygamberimizin Ehl-i Beyt-i, onun hanımları, ve kendisinden sonra sadaka almaları haram olan akrabasıdır.

Bunlar Hz. Ali’nin, Akîl’in, Ca’fer’in ve Abbâs’ın ailesidir.


Sünnetini sevmeli, saymalı


Peygamberi sevmek, onun yolunu ve sünnetini izlemekle ve onun gibi yaşamaya gayret etmekle mümkün olur.

Allah’ın Elçisi, sünnetini yeniden diriltip yaşatmaya çalışan kimsenin kendisini sevmiş olacağını, kendisini sevenin de Cennette kendisiyle birlikte olacağını söylemiştir.

Peygamberimize üstün saygı beslemeyi Allah Teâlâ emretmektedir.

şu misâl bunu açıkça göstermektedir:

Birgün Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sahâbîsi Saîd ibni Muallâ’ya seslenmişti. Saîd o sırada namaz kıldığı için Resûlullah’a hemen cevap verememiş, namazını bitirdikten sonra Peygamber aleyhisselâm’ın huzuruna gitmişti.

Resûl-i Ekrem ona, seslendiği zaman niçin hemen cevap vermediğini sordu. Saîd durumu anlatınca, Allah’ın Resûlü hem ona, hem diğer Müslümanlara şu âyeti okudu:

“Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve Resûlü’ne uyunuz.”(Enfâl 8/24)

Demek ki o Sahâbî, namazda bile olsa, Resûlullah’ın kendisini çağırdığında namazını bozmalı, ona koşmalıydı.


Ona salât ü selâm getirmeli


Peygambere saygı göstermek ona salât ü selâm getirmeyi gerekli kılar. şu âyet bize bu görevimizi hatırlatır:

“Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey mü’minler! Siz de ona salât ve selâm getirin.” (Ahzâb 33/56)

Allah’ın Peygambere salât etmesi, ona merhamet etmesi, şan ve şerefini yüceltmesidir.

Meleklerin ona salât etmesi, “Allahım! Peygamberini yüce mertebelere eriştir!” diye niyazda bulunmasıdır.

Mü’minlerin ona salâtü selâm getirmesi ise, “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed” demesi veya “Allâhümme salli” duasını okumasıdır.

Peygamber Efendimize bir salât ü selâm getiren kimsenin kazancı ne olur? Bunu Allah’ın Resûlü’nden dinleyelim:

Bana salât ü selâm getirene:

Allah Teâlâ on defa rahmet eder; on günahı bağışlanır; mânevî mertebesi on derece daha yükseltilir.

Yanında adım anılıp da bana salât ü selâm getirmeyen kimse, cimrinin tekidir.

Ashâbın ona saygısı


Resûl-i Ekrem’e en büyük sevgiyi ve saygıyı Ashâb-ı Kirâm göstermiştir.

Onlar, Allah’ın Elçisini rahatsız etmemek için yanında alçak sesle konuşur; başlarının üzerinde birer kuş varmış gibi onu sükûnetle dinler; Allah’ın Elçisi tıraş olurken saçının bir telini yere düşürmezlerdi.

Daha sonra gelen nesiller de aynı muhabbeti ve hürmeti devam ettirdiler.

Abîde es-Selmânî Tâbiîn neslinin önde gelen fakih ve muhaddislerinden biriydi. Peygamber Efendimizin vefatından iki yıl önce Müslüman oldu, fakat onu görme bahtiyarlığına eremedi. Abîde’nin şu sözü ilk Müslümanların ona duyduğu sevgiyi pek güzel anlatır:

“Yanımda Resûlullah’ın bir tel saçının bulunması, benim için dünyanın bütün servetinden daha değerlidir.”

2

30.08.2006, 12:09

Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri [kâinatı] yaratmazdım" kudsî hadisi ne anlama gelmektedir?

Kâinatta en büyük hâdise hiç şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dünyaya teşrifleri hâdisesidir.
Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur. Kâdir-i Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı. Dolayısıyla imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı. "şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nûr-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir: Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi> olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur."
ışte, "Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri [kâinatı> yaratmazdım" kudsî hadisi, bu sırra işaret etmektedir.

Sen olmasaydın kainatı yaratmazdım hadisi nasıl anlaşılmalıdır ve Hakikat-ı Muhammediye nedir?

Tasavvufi anlayışa göre, Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halkedilmiştir. Alemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir.

Tasavvuftaki ilk yaratılışa dair bu bilgiler, Risale-i Nur’daki bilgilerle büyük benzerlikler göstermektedir. ılk yaratılan Hz. Peygamberin temsil ettiği nübüvvet nurudur. Kainat onun nurundan yaratılmıştır. Varlığın mebde ve müntehası Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. “Hem o melek, cin ve beşerin seyyidi olan zat, şu kâinat ağacının en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i ılâhiyenin timsali ve muhabbet-i Rabbâniyenin misali ve Hakkın en münevver bürhanı ve hakikatin en parlak sirâcı ve tılsım-ı kâinatın miftahı ve muammâ-yı hilkatin keşşafı ve hikmet-i âlemin şârihi ve saltanat-ı ılâhiyenin dellâlı ve mehâsin-i san'at-ı Rabbâniyenin vassâfı; ve câmiiyet-i istidat cihetiyle, o zat mevcudattaki kemâlâtın en mükemmel enmuzecidir. Öyleyse, o zâtın şu evsâfı ve şahsiyet-i mâneviyesi işaret eder, belki gösterir ki, o zat kâinatın illet-i gaiyesidir. Yani, "O zâta şu kâinatın Hâlıkı bakmış, kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icad etmeseydi, kâinatı dahi icad etmezdi" denilebilir. Evet, cin ve inse getirdiği hakaik-i Kur'âniye ve envâr-ı imaniye ve zâtında görünen ahlâk-ı âliye ve kemâlât-ı sâmiye, şu hakikate şahid-i kat'idir.”

"Levlake” hadisi

“Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsi hadis olarak da rivayet edilen, ‘Sen olmasaydın ben kainatı yaratmazdım’ (Levlake...) (Acluni, II: 164; Hakim el Müstedrek, II: 615) ifadesiyle” varlığın Hz. Muhammed için yaratıldığı anlatılır.

Çekirdek ve Meyve

Tasavvufi anlayışta, “Rasül-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın manevi babasıdır. Hz. Adem insanların maddeten babası (ebul beşer) Hz. Peygamber ruhların babası” olduğu söylenir.

Risale-i Nur’da da Hz. Peygamber, yaratılmışların çekirdeği ve en mükemmel meyvesi olarak ifade edilir. Bu hakikat aşağıdaki alıntıda şöyle izah edilir:

“Ve herhalde, zîhayat içinde o fert zîşuurdan olacaktır. Çünkü, zîhayatın envâı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve herhalde, o ferd-i ferid, insandan olacaktır. Çünkü, zîşuur içinde hadsiz terakkiyâta müstaid, insandır. Ve insanlar içinde, herhalde o fert Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira, o zat, küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakaikte bir üstâd-ı küll hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş; bidâyet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş; her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.”

“Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.), âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur'ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.

Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.

şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-ı Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-ı Muhammedî onun andelîbi olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, Nur-ı Muhammedî o Sultan-ı Ezelî'nin makarr-ı saltanat (saltanat merkezi) ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san'atları, hârikaları ve mucizeleri tarif ediyor. Halkı o saray sahibine, sâniine iman etmek üzere câzibedar, hayret-efza davet ediyor. Binaenaleyh ıncil'de "Ahmed", Tevrat'ta "Ahyed" ve Kur’ân’da "Muhammed" ismiyle müsemma, iki cihanın güneşidir.

ınsanlardan bir çekirdek var ki, Cenâb-ı Hak şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemâlin ve belki nev'-i beşerin nısfının ittifakıyla efdal-ül halk, seyyid-ül enâm (herkesin efendisi) Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır.

Bu kâinat sahibinin tezahür-ü rubûbiyetine ve sermedî (ebedî) ulûhiyetine ve nihayetsiz ihsanatına küllî bir ubudiyet ve tanıttırmakla mukabele eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bu kâinatta güneş lüzumu gibi elzemdir ki; nev'-i beşerin üstad-ı ekberi ve büyük peygamberi ve Fahr-i Âlem ve hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem sebeb-i hilkat-i âlem, hem neticesi ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, bu kâinatın hakikî kemalâtı ve sermedî Cemîl-i Zülcelâl'in bâki âyineleri ve sıfatlarının cilveleri ve hikmetli ef'alinin vazifedar eserleri ve çok manidar mektupları olması ve bâki bir âlemi taşıması ve bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı saadet ve âhireti netice vermesi gibi hakikatları, hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Risalet-i Ahmediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile tahakkuk ettiğinden, nasıl bu kâinat O’nun risaletine gayet kuvvetli ve kat'î şehadet eder.

F. Gülen Hocaefendi, bu konuda şunlara dikkat çeker:

Hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem ısm-i A'zam'ın tecelli-i a'zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap doğrudan doğruya O’na bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete O’nun hesabına nazar eder.Efendimiz’in temsil ettiği bir Hakikat-ı Ahmediye var, bir de Hakikat-ı Muhammediye var. Dünyayı teşriflerinden önce O, Hakikat-ı Ahmediyesi ile vardır ve Kâ’be hakikatı ile tev’emdir. Bu sebeple O, ıncil’de Ahmed ismiyle anılmıştır; Kur’an’da da geçtiği üzere, Hz. ısa (as) O’nu, Ahmed ismiyle müjdelemiştir. O, dünyayı teşrifleri ve risaletleriyle birlikte Hakikat-ı Muhammediye’yi temsil etmiştir. Vefatından sonra da, yine Hakikat-ı Ahmediye’nin tecellisi söz konusudur.

Meselenin bir diğer yönü de şudur: Hz. Peygamber'in (sav) risâlet ve nübüvveti temelde, diğer bütün peygamberlerden önce idi. Nitekim O, bir hadislerinde: "Allah'ın ilk yarattığı şey, benim nûrumdur" buyurmaktadır. Diğer bir hadislerinde de; "Hz. Adem henüz çamur ve balçık arasında debelenirken, Ben peygamber idim" ferman etmektedir. Demek ki, O'nun peygamber olarak planlanması, herkesten önceydi. Bu mesele, tasavvufçularca "hakikat-ı Ahmediyye" ünvanıyla ele alınmış ve uzun uzun üzerinde durulmuştur. Onların bu mevzudaki mülahazalarında, hakikat-ı Ahmediyye, aynı zamanda kainatın da hakikatı olarak işlenmiştir ki, bununla da, Hz. Peygamber'in (sav) büyüklüğü ve en büyük risâlete mazhariyeti anlatılmak istenmiştir.

Necip Fazıl, O’nu ifade için “O ki, o yüzden varız” derdi. Bu yaklaşım, hadis kriterleri açısından tenkid edilse de, mânâsı doğru olan “Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” hadis-i kudsîsinden mülhemdir. Evet Allah, kâinatı O’nun için yaratmıştır. Kâinat, Allah’ı anlatan bir kitapsa -ki, öyledir- bu kitabın tercümanı Hz. Muhammed (s.a.s)’dir. O olmasaydı, kâinat kitabı okunamayan, anlaşılamayan bir sır olarak kalacaktı. Dolayısıyla onun içinde yaşayacak ama, onunla Allah’ı tanıyamayacak ve O’na ulaşamayacaktık. Oysa ki, Allah, Kur’ân-ı Kerim’de beyan ettiği üzere, varlığı, kendisine ibadet etsinler, ıbn Abbas’ın tefsirine göre de, kendisini tanısınlar diye yaratmıştır. Bu itibarla denebilir ki, Hz. Muhammed olmasaydı, varlık bilinmeyecek ve dolayısıyla Allah da tanınmayacaktı. Öyle ise O’na varlığın ille-i gaiyesi, yani, yaratılış sebebi denebilir.

O’nu, kendinden önce gelen her peygamber, misyonu ölçüsünde ve çerçevesinde anlatmış ve haber vermiştir. Meselâ, Endülüslü büyük alim Kadı Iyaz’ın şifa-i şerif’inde geçtiği üzere, Hz. Âdem, kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâb-ı Allah’a O’nu şefaatçi ederek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir. Cenâb-ı Allah’ın, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da, “Ben, Cennet’in kapısında ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün rasûlüllah’ yazısını gördüm. ısmi, Senin ısm-i şerifi’nin yanında anılan biri, Sen’in yanında en kıymetli olmalıdır” şeklinde cevap vermiştir. En son Hz. ısa da O’ndan çok bahsetmiş, ıncillerin eldeki nüshalarında “Size daha çok söyleyeceklerim var; fakat, şimdi siz bunları kaldıramazsınız. Ben gideyim, ta ki, dünyanın Efendisi, gerçeğin ruhu, hakkı bâtıldan ayıran Zât gelsin ve size bütün hakikatleri anlatsın” (Yuhanna, Bab 16/12-14) demiştir.

Hz. ısa, O’nu Ahmed olarak haber vermiştir. ılâhî bir tevafuktur ki, dedesi Abdülmüttalib, “Gökte ve yerdekiler O’nu övsün” diyerek, O’na Muhammed ismini koymuştur. ımam-ı Rabbanî gibi büyük zatlar, önemle Hakikat-ı Ahmediye ve Hakikat-ı Muhammediye üzerinde dururlar. O, yeryüzüne gelmeden önce “Hakikat-ı Ahmediye”nin sahibiydi. Dolayısıyla Hz. ısa, O’nu Ahmed ismiyle müjdelemiştir. Dünyadaki misyonu itibarıyla de O “Hakikat-ı Muhammediye”yi temsil etmiştir. Nebiler Serveri bu temsil sonunda Hakikat-ı Ahmediye’ye bi’l-fiil ulaşarak veya Hakikat-ı Ahmediye’yi bilfiil gerçekleştirerek, yine “Hz. Ahmed” ünvanıyla işaret buyurulan varlığın ruhu olma âlemine dönmüştür.

O, en çok eza ve cefaya maruz bırakıldığı bir zamanda Mirac’la şereflendirilmişti. Bu, kâinat içinden kâinat ötesine yolculukla, kendisine rehberlik eden Cibril’i bile bir noktadan sonra geride bırakmış, yoluna devam etmişti de, kendisine “Top senin, çevkan senin bu gece” denmişti. Mahzen-i Esrâr sahibi Nizamî’nin engin ve renkli ifadeleri içinde, “Yıldızlar, yolunda kaldırım taşları gibi dizilmiş, melekler kendisine teşrifatçılık yapmış, yarım ay atının ayakları altında bir nal gibi kalmış, Güneş O’nun ışık kaynağına sığınmıştı.” O, Kur’ân’da ifade buyurulan “Kâbe kavseyni ev ednâ”nın mânâsına göre, imkânla vücub arası bir noktaya gelmişti. Bu şu demekti: Bir kere O da, bir insandı ve yerdi, içerdi, uyurdu, sokaklarda dolaşırdı. Fakat, Buseyrî’nin ifadesiyle, “bir beşerdi, ama herhangi bir beşer gibi değildi; taşlar arasında bir yakut gibiydi.” Bunu avâmî bir benzetmeyle şöyle izah edebiliriz:

Meselâ; Selimiye’nin önünden geçen herkes, kendince, bir şeyler hisseder: ıyi ve zevk-i selim sahibi bir mimar, ondaki sanat karşısında zevkten zevke girer. Bir çoban da kendine göre onun karşısında bir şeyler hisseder. Bir diğer misal verecek olursak, mesela; iyi gelişmiş damak zevki olanlar, yemekleri çok iyi ayırırlar ve onlar sıradan insanlardan farklıdırlar. Bunun gibi, onun her şeyi hissedişi bir başka idi. Dış görünümü ve yapısıyla bizim gibi bir beşer görünümündeydi ama bambaşka buudlarda yaşıyordu. Namaza durunca bazen, O’nun önünde cennet temessül eder, ona doğru adım attığı olurdu. Bazen de, bir başka şeyin temessülü karşısında geri çekilirdi. ışte, Mirac’la beşeriyetin en son sınırına varmıştı ki; ondan sonra sonsuzluk başlıyordu. Hiç bir şekilde Allah olunamayacağına göre, şüphesiz o Allah değildi ve olamazdı da. Bu yüzden, O’nun ulaştığı makama “imkânla-vücub” arası mânâsına “Kâb-ı kavseyni ev ednâ” dendi. O makamdaki, durumu itibarıyla kelamcılar, hadisçiler başka türlü değerlendirmelerde bulunsalar da, sufîler, O’nun Mirac’da zaman, mekân hususiyet ve kayıtlarından, müberra olarak Allah’ı gördüğünü söylerler. ışte bu makamda iken bile O, yeryüzüne aramıza geri dönmek istemiş ve dönmüştü. Büyük velilerden Abdü’l-Kuddüs: “Eğer ben, o makama varıp, orada kalmak ile geriye dönmek arasında muhayyer bırakılsa idim, vallahi dönmez, orada kalırdım” der. Ama O, geri gelmiş ve kendilerinden eza-cefa gördüğü insanların arasına inerek, onları da, bizi de, kaybettiğimiz cennete taşımıştı. Hiç olmazsa hepimizi o duyguya uyarmıştı. Mevlâna’nın ifadesiyle, bir ayağı hakikatte, diğer ayağı da 72 milletin arasında, ömrünün bakiyesini, halkın içinde Hak’la beraber sürdürmüştü.




Okunma Sayısı : 494

şadi Eren (Doç.Dr.)

3

30.08.2006, 18:30

Sakalından Bir Tel, Dünyalara Bedel
Veli Sırım


SAKAL-I şERıF, Lihye-i şerif, Lihye-i Saadet…
Bütün bu ifadelerde iki ana aktör bulunuyor. Birincisi, sakal teli. Ancak, kesinlikle sıradan ve değersiz bir tel değil. ışte bu özellik ve ikinci ana aktör, hepimiz için son derece sıradan bir sakal telini, nice meliklerin ve sultanların bile paha biçemediği derecelere çıkarıyor. ışte o yüzden birer saygı ifadesi olan “şerif” ve “Saadet” gibi nitelemelerle birlikte anılıyor. Asırlardır bir tek tel bile olsa, özenle muhafaza ediliyor. Balmumuyla kapalı şişelere konuluyor; kırk kat bohçaya sarılarak saklanıyor. Ya altın çerçeveli akikten yapılmış ufak bir kutu, ya da özel yapılmış ufak silindir biçiminde billûr bir zarf içine konuyor. En iyi cins şaldan veya üzeri sırma işli, kenarlarına sırma saçak dikilmiş, birbirinden farklı boyutlarda otuz kadar bohçaya, önce en ufağından başlamak üzere sarılıyor.

Özellikle Kadir gecelerinde ziyarete açılıyor. Evlerde, köşk veya konaklarda “Lihye-i Saadet Dairesi” açılıyor. Bu odalar duvarından kapısına çok büyük özenle boyanıyor ve donatılıyor.

ışte bütün bunlar, Resûlullah (a.s.m.) sevgisinin, Resûlüllah’a (a.s.m.) bağlılığın en dikkat çekici örnekleri arasında yer alıyor. Bir sakal telinde sembolleşen bu muhabbet ve sadâkat, nesiller boyunca bir manevî miras olarak elden ele, gönülden gönüle aktarılıyor.


PEYGAMBER

SEVGıSıNıN KAYNAğI


ınsanlar, yaratılışlarından kaynaklanan bir özellikle, güzel, mükemmel ve erişilmez olan her şeye karşı müthiş bir sevgi ve muhabbet besler. En dar dairede de en geniş dairede de bu özelliği her an kendisini gösterir. Hattâ, karşılaştığı güzelliğin ve mükemmelliğin derecesi arttıkça, o şeye karşı duyulan sevginin derecesi ve şiddeti de artar. Küçük bir çiçekteki güzelliğe duyduğu hayranlıkla, bütün kainatta gizli sayısız güzelliklere duyduğu sevgi elbette bir değildir.

Sevgi ve muhabbetin harekete geçtiği yer insanın kalbidir. ınsandaki bu küçücük merkez, küçüklüğüne ters orantılı olarak, bütün kâinatı sevecek, bütün kainattaki güzelliklere aşk derecesinde muhabbet duyacak kadar geniştir.

Kâinat genişliğinde bir aşkı kuşatabilecek bir kalbe sahip olan insan, bu potansiyeliyle bir adım daha ileri giderek, kâinatın Sahibi ve Yaratıcısına karşı eşsiz ve sınırsız bir muhabbeti de kalbinde barındırabilir. Zira Cenab-ı Hak, aslında kalbe o yeteneği de vermiştir. Çünkü insanın asıl görevi Allah’a kulluk olduğuna göre, bu kulluğun özü ve ruhu olan Muhabbetullahı, yani Allah sevgisi ve aşkını elde etmeye elverişli yaratılmış olması gereklidir. Zaten öyledir.

Diğer yönden Cenab-ı Hak, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkları eşsiz bir sevgiyle sevdiğini yarattığı her şeyle göstermiştir. Yarattığı her bir güzellik, akıl almaz mükemmellikteki sanat eserleri ve harikulâde mucize işlerle bu ılahî sevgi bütün alemi kuşatmıştır. Böylesi eşsiz ve benzersiz bir muhabbete elbette muhabbetle mukabele etmek gerekir. Bunu yapan, bunu gerçekleştirebilen kullarını Allah, her şeyden daha fazla sevecektir.

Cenab-ı Hak, kullarının kendisini nasıl seveceğini, bu sevgilerini en önemli ve en güvenli bir yöntemle nasıl sergileyebileceklerini şu âyet-i kerimede bize bildirir

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”1

Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar isimli eserinde bu ayeti yorumlarken şöyle der;

“şu ayet diyor ki: Allah’a (celle celâlühû) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”2

Bu âyet-i kerimeyi mantıkta kullanılan, çok kuvvetli ve kesin olarak kabul edilen bir metodla, “Kıyas-ı ıstisnâî” yöntemiyle ele almak mümkündür. Bir örnek eşliğinde açıklayalım:

“Güneş çıkarsa gündüz olur” cümlesi bir hükmü ihtiva eder. Bu hükümden hareketle, eğer “güneş çıktı” denilmişse anlaşılır ki, “şimdi gündüzdür.” Tam tersi olarak “güneş yok” denilmişse, peşinden hemen “gündüz değil” hükmü verilecektir.

Bu kıyas yöntemi ve verdiğimiz örnekten hareketle mezkûr âyet-i kerimeyi tekrar ele alalım:

Bir insan için en mühim ve en yüce maksat, aslında Cenab-ı Hakkın muhabbetine mazhar olabilmektir. Bunun için Allah’ı sevmek, O’na muhabbet etmek şarttır. Eğer Allah’a muhabbet varsa, O’nun habibi, yani en sevgili kulu olan Hz. Muhammed’e (a.s.m.) tabi olunması gerekir. Eğer tabi olunmuyorsa Allah’ı sevme söz konusu değildir. O halde bir kul ne ölçüde Habibullah’a uyarsa, o ölçüde Allah’ı seviyor demektir.3

Sevgi yerine iman cihetinden de aynı bağlantı kurulabilir. Çünkü Allah’a iman eden kimse, elbette O’na itaat edecektir. O’na itaat yolları içinde en makbulü, en istikametlisi, en kısası ve en güvenlisi hiç şüphesiz Habibullah’ın gösterdiği ve bizzat takip ettiği yoldur.


HEDEF DEğıL VESıLE


Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ıslâm tarihi boyunca Müslümanlar Allah ve Resûlüne olan muhabbetini, sevgi ve hürmetini her alanda olduğu gibi, Resûlüllah’tan kalan bir sakal teline dahi en üst seviyede sergilemişlerdir. Ancak bu noktada, Peygamber sevgisi ve bu sevginin bir yansıması olan Sakal-ı şerifler hakkında bazılarınca dillendirilen veya akıllara takılan bir kısım soruları göz ardı etmemekte fayda vardır. Örneğin bir sakal veya saç teline bu kadar hürmet gösterilmesi bazılarınca abartılı veya hatalı görülmektedir. Belki bazı insanlarımız, bu saygının mahiyetini ve derinliğini idrak edemeyip, sadece zahirî bir bağlılıktan öteye geçmeyebilir. Belki bazılarının zihninde, günümüze kadar çok sayıda Sakal-ı şerifin gelmesiyle ilgili bazı soru işaretleri belirebilir.

Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar isimli eserinde, bu konuda gayet önemli açıklamalarda bulunur. “Hadîsçe sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Lihye-i Saadetinden düşen saçların taneleri mahduddur (sınırlıdır). Otuz-kırk tane veya elli-altmış tane gibi az bir miktarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü” dedikten sonra, “Lihye” kavramıyla ifade edilen mânânın sadece “sakal”dan ibaret olmadığını, bu tellerin içinde saçların da bulunduğunu ifade eder. Hz. Peygamber’in (a.s.m.) saçını ve sakalını traş ettirdiği zaman, Sahabe-i Kiram tarafından saklanarak muhafaza edildiğini ve bu tellerin nesilden nesile, büyük bir özenle aktarıldığını söyler.

Said Nursî, bu açıklamanın ardından, bu kez kendi zihnine gelen bir soruyu aktarır. Binlerce camide ve ziyaretgâh özelliğini taşıyan yerlerde bulunun saç veya sakal tellerinin gerçekten Hz. Peygamber Efendimize ait olup olamayacağı üzerinde düşünür. Bu yöndeki sorgulamalarının ardından, genelde dikkatlerden kaçan bir noktaya temas eder. Ona göre, saç ve sakal telleri çok önemli bir mânâya ulaştıran bir “vesile” olma özelliğine sahiptir. Resûlüllah’ı (a.s.m.) hatırlamaya, ona salâvat getirmeye, bir hürmet ve muhabbete medârdır. “Vesilelik ciheti o şeyin zatına bakmaz, vesilelik cihetine bakar” genel hükmünden hareketle, bir saç veya sakal teli gerçekten Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olmasa bile, zâhir hâle göre halk tarafından böyle telâkki edildiği; vesilelik vazifesini ifa ettiği; hürmete, teveccühe ve bağlılığa vesile olduğu için taşıdığı değerden hiçbir şey kaybetmeyeceğini dile getirir. Ancak bu konunun ve yaklaşımının bir istisnasına dikkat çeker. O da, Lihye-i şerif telakkî edilen bir telin, gerçekte Hz. Peygamber’e (a.s.m.) ait olmayabileceğidir.


SÜNNETE BAğLILIğIN ÖNEMı


Bediüzzaman’ın bu yaklaşım tarzı, aslında sadece bu konuya mahsus değildir. Özellikle “vesilelik” kriteriyle birlikte, içinde bulunduğumuz şartları dikkate alarak, Sünnet-i Seniyyeye tabi olma konusunda da çeşitli yorumlarda bulunur. “Ümmetin fesadı zamanında kim benim sünnetime sımsıkı sarılırsa, yüz şehidin sevabını kazanır”4 hadis-i şerifine getirdiği yorum, bu konudaki en açık ve dikkat çekici örneklerdendir.

Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere basit de olsa Sünnet-i Seniyyeye tabi olmak, onun herhangi bir kuralına uymak hakikaten çok değerlidir. Özellikle ıslâmiyetin özüne aykırı bir takım uygulamaların, yani bid’atların ortalığı adeta istilâ ettiği bir ortamda sergilenen bir bağlılık çok önemlidir. Hattâ Sünnetin en küçük bir adabını ve kuralını yerine getirmek dahi ileri seviyede bir takvâyı ve güçlü bir imanı gerektireceğinden, çok büyük önem taşıyacaktır. Zira bu en küçük uygulama, böylesi bir ortamda zihinlere Resûl-ü Ekrem’i (a.s.m.) getirecektir. Böyle bir hatırlama ise, insan zihnini doğrudan doğruya ılahî emirlerle muhatap kılacaktır. Dolayısıyla basit ve sıradan, ama Sünnet dairesinde olan bir davranış sevap-günah kavramlarını gündeme getirecektir. Sünnetin küçük bir adabına riayet eden, bu hassasiyeti gösteren bir kimse ise Allah’ın emirlerine ve yasaklarına daha fazla dikkat edecektir.


SONUÇ


Cenab-ı Hakk’ın rahmeti nasıl bütün âlemi kuşatmışsa, muhabbeti ve sevgisi de bütün kâinatı ihata etmiştir. ılahî muhabbete mazhar olan sayısız varlıklar içindeki en yüksek makam ise Hz. Muhammed’e (a.s.m.) mahsustur ki, bu yüzden ona “Habîbullah” unvanı verilmiştir.5 Muhabbetullaha, yani Allah sevgisine vâsıl olabilmek, O’nun en sevdiği kulu ve Resûlünü sevmeyi gerektirir. Resûlüllah sevgisinin göstergesi Sünnet-i Seniyyesine tabi olmaktır. Habîbullah’ı sevmek, ondan gelen, ona ait olan her şeyi sevmektir. Ondan miras kalan bir saç veya sakal teline gösterilen sevginin kaynağı işte budur. Bu öylesine ulvî bir sevgi ve muhabbettir ki, o muhabbetle Müslümanlar gerektiğinde o mukaddes emanet için gözlerini kırpmadan hayatlarını fedâ etmişlerdir. ışte bu yüzden, bir tek sakal saç telini “şerif” demişler ve “Saadet” kaynağı olarak görmüşlerdir. O bir tek telin ardındaki Muhabbetullâha erme emelini ve gayesini gütmüşlerdir. ışte o niyettendir ki, belki bir tek Lihye-i şerif üzerine büyük devletler, muazzam medeniyetler kurmuşlardır.


1. Âl-i ımrân Suresi, 3:31

2. Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar

3. a.g.e.

4. ıbn Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ

5. Mektubat

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir