Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

23.08.2006, 14:15

şimdide vesvese ile ilgili olanlara gelelim.

Bazen aklımdan çok kötü düşünceler geçiyor, mani olamıyorum günah mı?

Sorumluluk ancak iradî fiiller içindir. Yani insan kendi isteğiyle, kendi iradesiyle bir iş yaptığında o işin getireceği sorumluluğu da yüklenmiş olur. Ancak, akla gelen kötü şeylerde kişinin iradesi söz konusu değildir. Yani, siz kendi iradenizle kötü şeyler düşünmeye karar vermiş ve bunu icra etmiş değilsiniz. Dolayısıyla bu konuda bir sorumluluk da taşımazsınız. Bunları şeytanın bir vesvesesi bilip üzerinde fazla durmamak gerekir.

Zira şeytan kalbin yanında bulunan ve “lümme-i şeytaniye” adı verilen bir yerden, insanın kalbine kötü şeyler söyleyebiliyor. Bu söylenen söz ve düşüncelerin kalbin malı olmadığına delil, kalbin ondan telaş göstermesidir. Mesela; bir insan kirli bir dürbünden gökyüzünün güzelliğini seyretse, bu dürbünün kiri ne seyredene nede seyredilene bulaşır. Öyleyse bu gibi söz ve düşünceler de şeytanın fiili olduğundan, bize hiçbir zarar vermez. Asıl zarar, onunla lüzumsuz uğraşıp def etmeye çalışmak veya zararlı olduğunu zannedip korkuya kapılmaktır.

2

23.08.2006, 14:16

şüphe nedir ve bir kısım kimselerin endişe ettiği kadar korkulacak bir şey midir?

şüphe, insanı sinsi sinsi kemiren ve yavaş yavaş ölüme götüren korkunç bir hastalıkdır. ınsan; bir kere inanç, düşünce ve tasavvurlarıyla kendini bu hastalığa kaptırdı mı, artık hayatî bütün fonksiyonlarıyla, rûhî bütün melekeleriyle felç olmuş demekdir.

şüphe ve şüpheciliğin iki esasa dayandırılması mümkündür:

1- ırâdî olarak benimsenen, eskilerin reybîlik dedikleri şüphecilik;
2- ıç idrak ve dış müşâhede muvâzenesizliğinden; niyet ve nazar inhirâfından; bilgide, terkib kabiliyetine sahip bulunamayışından doğan diğer bir şüphecilik...

ıkinci şık şüphecilik, hemen hemen her yerde üzerinde durduğumuz bir mevzûdur ve kanâatimce izâlesi de mümkündür. Birinci şık şüphecilik ise; o, bir mizâc hastalığıdır. Bu kabil şüpheciler için Spinoza: "Hakîkî reybî (şüpheci)nin vazifesi susup oturmakdır. " demişti. Keşke bu nasihatı dinlemiş olsalardı. Hiç olmazsa zararları başkalarına dokunmaz; nefislerine münhasır kalırdı.

Vâkıa şüphenin, bir de ilmî maksad ile şartlandırılmış ve muvakkat olanı vardır ki, o türlü şübheye kimsenin diyeceği bir şey yoktur. Ne var ki, bizim burada hastalık dediğimiz şüphe, Dr. Paul Sollierin de ifade ettiği gibi "Hâlledilmesi imkânsız ve çözülmeyecek gibi olan şüphedir. " Böyle bir şüphe, sürekli olarak şuurumuzu baskı altına alır ve devam eder. Sonra bütün ahvâl-i rûhiyemizi ve bütün zihnî faaliyetlerimizi felce uğratır. Bu hâle gelmiş bir insan rûhu, binbir tereddüdün odak noktası olduğu gibi, binbir kararsızlığın, iç içe kesişip durduğu karmaşık ve içinden çıkılmaz yollara benzer.

şüphelerini aşamamış ve onlara söz dinletememiş bir insan için; bedenî iktidarsızlık, zihnî ve ahlâkî teşevvüş ve inhiraflar önüne geçilmez cebrî hâdiselerdendir.

şüphe insanın tavırlarında katılık, ruhunda sıkıntı ve beceriksizlik hâsıl eder. Binaenaleyh şüpheci kimseler, bedene mütevakkıf işlerde hep kaçmak arzusu; yorgunluk getiren şeylere karşı da nefret izhar ederler. Hiçbir iş görmeden yorulmuş bu türlü tiplere, psikiyatrinin koyacağı teşhisler ne kadar iddialı olursa olsun, bunlar hakkında, iç yetmezliğin fonksiyonunu inkâr etmek kabil olmayacaktır.

şüphenin zihin üzerindeki tesirine gelince, bu maraza mübtelâ olanlar devamlı ve ciddî zihnî faaliyet gösteremezler. Az çok dimağı uzun süre şübhe dalgalarıyla sarsılmış bir insanın. sâlim düşünebilmesi bir hayli müşküldür. Böylelerin en bâriz yanları, dikkatlerinin zaafa uğraması, zihinlerinin cevvâliyetini kaybetmesi ve hafızalarının sıkıntıya düşmesi gibi hâllerdir. Artık, bu tipler için, her şey gitgide gayri mümkün bir şekle girer ve önlerine "olmazlardan" aşılmayan tepeler dikilir. Onların önünde birtek açık kapı ve yürünebilir bir tek yol vardır; o da başkalarını tenkit yolu. Bununla yaşar ve bununla varlıklarını sürdürürler.

Bir de şüphenin, ahlâkı baskı altında tutması bahis mevzûudur ki, bana göre en tehlikelisi de budur. Arzu ve isteklerin; ihtiras ve temâyüllerin; hülâsa şahsiyetin en bâtınî ve samimî esasını teşkil eden şeylerin maruz kaldıkları sarsıntılar ve zıd dalgalanmalar, şübheli insanların zihinlerinde meydana getirdikleri neticelerin bir aynını da ahlâkî sahada meydana getirirler.

Hele, ileri safhadaki büyük şüphecilerde, bazen hiçbir şeyden müteessir olmama gibi bir sertlik, katılık ve cansızlık hükmettiği gibi, bazen de, tamamen yıkılmış manevî şahsiyetleri itibariyle, toplum insanı olma vasfını bütün bütün kaybederler.

şüphe, ictimâî neticeleri itibariyle de çok tehlikeli bir hastalıktır. Çevresinden ve çevresinde olup biten şeylerden şüpheye düşmüş bir kimse, göz göre göre kendisini bin bir endişe içine atar, hem kendini hem de çevresini rahatsız eder. Ve hele, mütereddid ve şübhelere mübtelâ olanların, mesûliyet endişesiyle, hareket etmenin gerekli olduğu yerde geri çekilmeleri veyahut hareket vaktini kaçırma gibi durumları o kadar tehlikelidir ki; bazen bir cemaatin bütün bütün mahvolmasına sebebiyet verebilir. Bilhassa ehemmiyetli ve büyük işlerde, siyaset ve harblerde, başı tutanların tereddüd ve şüpheleri milletleri ve orduları batırmaya yeter ve artar.

Aslında, kendinden şüphe edenin başkaları için bir istinatgâh olması da düşünülemez, zîrâ, kendinden şübhe edenin, nasıl hareket edeceği belli olmadığından, arkasında bir kaç defa yanılmaya maruz kalmış yığın var. Bunlar onun, en mâsum ve makûl davranışlarını da hep kuşkuyla karşılarlar.

Mamâfih, şübhecilerin büyük bir kısmının "olduğu gibi" kalma meylinde olmalarına karşılık, az bir kısmının da, ileri gitme, hamle yapma gayretleri küçümsenmeyecek nispettedir.

Hâsılı, şüphecilerin ne düşüncelerinde, ne de iş ve davranışlarında itidâl ve muvâzene yoktur. Onlar içinde, mevkilerini, mesleklerini, memuriyetlerini mesuliyet korkusuyla terk eden o kadar çok kimse vardır ki (maâzallah) böyleleri kritik bir dönemde bir millet ve bir devleti felç edebilir. Bunların atılganlıkları bir mâcera olduğu gibi, vehim uzantısı tedbirleri de bir sönüp gitme ve donukluktur. Bazılarına göre bu hâl bir iradesizlikden kaynaklanıyor gibi görünse bile aslında hiç de öyle değildir. Aslında bu hâl isâbetli ve seri karar verememeden, hayatla alâkalı umum ahvâl ve hâdiselerin bize ifâde ettiği çeşitli çözüm yollarından birini tercih edememekden kaynaklanmaktadır.

3

23.08.2006, 15:13

Her namaz kılmaya başladığımda abdestimi bozasım geliyor [gaz şeklinde] bir daha bir daha abdest almam lazımmış gibi geliyor bunun üstesinden nasıl gelebilirim?

30-Haziran-2006 - 14:02:22

Cevabımız

Değerli Kardeşimiz;

Bu rahatsızlığınız vesvese ile ilgilidir. şeytan insanı ibadetten uzaklaştırmak için, dübürüne üfürür. insan da "yellendim ve abdetim bozuldu" deyip, abdestini tekrar almaya çalışır. oysa abdesti bozulmamıştır. işte bu duruma mani olmak için hadiste " sesini veya kokusunu almadığınız şeylerden dolayı abdest almayınız" buyurulmuştur. fakat kesin bir şekilde yellendiğini bildiği halde, "sesini ve kokusunu almadım" deyip, abdest almamak ta tehlikelidir.

Vesveseye müptela olan insanların en çok karşılaştıkları vesvese türü budur. ıdealinde en mükemmel ibadeti yapma düşüncesi vardır. Yanlışsız ve eksiksiz en iyi amel ve hizmeti yapma zannına kapılmıştır. Buna bir de takva düşüncesi girmişse, meselenin üstüne üstüne gider. Gittikçe de vesvesenin şiddeti artar. Zaman içinde öyle bir dereceye varır ki, amel ve ibadetin en iyisine ulaşayım derken harama düşebilir. Bazen sünnet olan bir ibadeti ideal mânada yapmaya çalışırken, farkında olmadan bir farzı terk eder. Sonunda da "Acaba ibadetim sahih oldu mu?" diye peş peşe o ibadeti iade eder durur. Zaman içinde bu hal devam eder, sonunda büyük bir ümitsizliğe düşer. şeytan şu halinden istifade eder ve onu yaralar.

Bu tür vesveseye kapılan bir insan abdest almaya başlar, o anda vesveseye yakalanır, kollarını yıkarken tekrar başa döner, ayağını yıkayıp abdestini bitirmesi gerekirken bir daha başa döner veya abdestini aldıktan sonra "Herhalde sağ kolumu yıkamadım, başımı meshetmedim" gibi bahanelerle üst üste üç-beş defa abdest alır. ışte burada şeytanın attığı vesvese oku hedefini bulmuştur. Bu durum artık o insanda bir hastalık haline gelmiştir.

Bu tür vesveseye kapılan birçok insan tanıdım. ıbadetlerine yeni yeni başlayan bir genç kardeşimiz vardı. Ezan okunmazdan yarım saat önce abdest almaya başlar, namazın farzına zor yetişirdi. Üst üste en az beş defa abdest aldığı olurdu. Meseleye vakıf olunca, bunun bir vesvese olduğunu anlattım, süreyi biraz azalttı, ancak tam muvaffak olamadı, inşallah bu vesveseden kurtulmuştur.
Boy abdestinde de vesveseye kapılan insanlar, bir kere gusül yeterliyken, kurulandıktan sonra kendilerini tekrar tekrar yıkanmaya mecbur hissediyorlar.

Bu çeşit vesvese abdest ve gusülde görüldüğü gibi, en çok da namazda karşılaşılıyor. Normal olarak namazda insanın aklına her türlü düşünce gelebiliyor. Özellikle şeytanın işlettiği bu düşünce akımına kapılan insan namazını bir türlü bitiremiyor, şayet camide ise cemaate yetişemiyor. Gerek sünneti, gerekse farzı dönüp dönüp yeni baştan kılıyor. Namazın içinde ise Fatiha ve sureleri birkaç defa okumak zorunda hissediyor kendini. Yahut namazın müstehap ve sünnetlerini en ideal bir şekilde yapayım derken, ya vaciplerini veya farzını terk etmek gibi bir duruma düşüyor, hata üstüne hata yapıyor.
Bir de meselenin şu yönü vardır: ınsan bu çeşit vesvesenin şeytandan kaynaklandığını bildiği halde veya sevdiği, itimat ettiği, bilgisine güvendiği birisi tarafından kendisine haber verildiği halde, hiç aldırmadan vesvese etmeye devam ederse, bu sefer vebal altına girmiş, hatta günah işlemiş olur. Çünkü bu takdirde Allah'ı ve Allah dostlarını dinlemiyor, şeytana kulak veriyor demektir. Bu durumda tercihini belirleyecektir: "Allah'a mı itaat edeceğim, yoksa şeytana mı kulak vereceğim?" Birinci tercih kendisini hep güzelliklere götürecektir, ikinci tercih ise musibetten musibete sürükleyecektir—Allah korusun...
Abdestte karşılaşılan vesveseye karşı nasıl hareket edilmesi gerektiği hususunda Efendimizin (a.s.m.) tavsiyelerine kulak verelim:

Ubey bin Ka'b'in rivayetine göre Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

"Abdeste musallat olan bir şeytan vardır ki, ona velehan (şaşkınlık veren) derler. Onun için abdest ve gusülde su vesvesesinden korunun.(1)

Abdest işinde vesvese veren şeytana bu adın verilmesinin sebebi, mü'mini abdest esnasında vesveseye itme yolundaki aşırı hırsıdır. Yahut şeytan vesvesesiyle insanı öyle telaşa sokar ki, insan şaşırır kalır, şeytanın kendisiyle oynadığını bile anlamaz. Abdest alırken azasını ıslatıp ıslatmadığını ve kaç defa yıkadığını bilemez hale gelir.

Abdestte görevli şeytandan kaçınmanın manası da şöyledir: Yani abdest azası ıslandı mı ıslanmadı mı, bir defa mı iki defa mı yıkandı, su temiz mi, kirli mi gibi Velehan adlı şeytanın suyla ilgili yapmak istediği bu ve benzeri vesveseden kaçının demektir.

Abdestte gelen vesveseyi temelinden halleden ve herkesin rahatça tatbik edebileceği Peygamberimizin bir tavsiyesi de şu şekildedir:

Bedevinin birisi Resulullaha (a.s.m.) gelerek abdestin nasıl alınacağını sordu.
Resulullah (a.s.m.) azalarım üçer defa yıkayarak ona abdest almayı gösterdi. Sonra da şöyle buyurdu:
"ışte abdest budur. Bundan fazla yapan sünneti terk ederek hata yaptı, sınırı aştı ve nefsine zulmetti demektir." (2)

Bu hadisin izahında ıbni Hacer der ki:

"Elini yüzlerce defa yıkadığı halde abdestsizliğinin kalkmadığına inanan çok vesveseli insan gördük."
ıbni Hacer Hazretleri beş asır önce yaşamış bir hadis âlimidir. Demek ki, ibadetlerdeki vesveseyle sadece günümüz insanı karşılaşmıyor, asırlar öncesinden beri insanlık hep bu musibetle muhatap oluyor. Zira şeytan her zaman aynı taktiği kullanarak Allah'a verdiği, Salih kulları saptıracağına dair sözünü hep tutuyor.

Abdestte olduğu gibi, namazda da yanılma, şüphe ve vesveselere karşı neler yapılacağı hususunda hadis-i şeriflerde pratik çözümler verilmektedir.

Bu hadislerden bazılarının mealini verelim:
Abdullah bin Amr'in rivayetine göre Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
"Herhangi biriniz namazda iken şeytan ona gelerek, 'Falan şeyi ve şu şeyi hatırla. Ta ki, kul gafletle namazdan çıkıp gitsin. Ve her hangi biriniz yatağında uzanmış iken şeytan onun yanına varır ve kişi uyuyuncaya kadar şeytan durmadan onu uyutmaya çalışır.
Başta abdest ve namaz olmak üzere ibadetlerde unutabiliriz, ne okuduğumuzu, ne kadar okuduğumuzu, kaç rekât kıldığımızı bir an için aklımızda tutamayabiliriz. Böyle durumlarda da hemen telâşa kapılmamalı, çareyi yine ibadetin kendi içinde aramalıyız. Hiçbir insan unutkanlıktan kurtulamadığı gibi, en üstün insan olan Peygamberimiz (a.s.m.) bile çok az da olsa unutkanlığa maruz kalabiliyordu. Çünkü o ne kadar büyük ve mükemmel bir insan olsa da, insanî halleri itibariyle bizden birisi gibiydi. Acıktığı, susadığı, hasta olduğu ve sıkıntıya düştüğü gibi, unuttuğu da olurdu. Bu meseleyi hadiste şu şekilde görüyoruz:
Abdullah bin Mes'ud şöyle rivayet eder:
"Resulullah (a.s.m.) namaz kıldırdı. Ya fazla yaptı, ya eksik yaptı. Bunun üzerine, 'Yâ Resulallah! Namaza bir şey mi ilave edildi?' denildi. Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurdu:
"Ben ancak bir insanım. Siz unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Biriniz unuttuğu vakit, oturduğu halde iki secde yapı-versin" buyurdu. Sonra Resulullah kıbleye dönerek iki secde etti. (3)
şeytanın tek isteği ve görevi vardır, o da insanı ibadetten, özellikle namazdan alıkoymak, kendisi namaz ve secdeden mahrum kaldığı gibi, insanlığı da bu nimetten mahrum etmek ve uzak tutmaktır. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam ıblis'in bu hedefini açığa çıkarırlar.

Kaynaklar:

1- Tirmizi, Taharet:43; ıbni Mâce, Taharet:48.
2- ıbni Mâce, ıkame: 48.
3- ibni Mâce, ikame: 129

Mehmet Paksu – vesvese sebepleri ve kurtuluş yolları-

Selam ve dua ile...

Editör
www.sorularlaislamiyet.com

4

23.08.2006, 15:14

selamün aleyküm namazlardan sonra hep evham geliyor ve şüpheleniyorum daha sonra namazı tekrarlıyorum şüphelendiğim için bu ise külfet veriyor evham şeytandandır ancak bunu içimde önlemenin yolunu bilmiyorum. bazen Allah C.C. Gafuru Rahim diyorum ve o şekilde bırakıyorum. ancak yine de beynimi kemiriyor sanki. bana ne tavsiye ne tavsiye edersiniz.

26-Haziran-2006 - 14:44:38

Cevabımız

Değerli Kardeşimiz;

Etrafımıza şöyle bir göz atalım; dağlar, taşlar, bitkiler, hayvanlar, ay, güneş ve yıldızlar hayalimizden sıra ile geçsinler. Bunların hepsi maddî varlıklar, ama birbirlerinden ne kadar farklılık gösteriyorlar!?..

Bir de göremediğimiz, ışınlar âlemini, yer çekimini, güneşin cazibesini düşünelim. Bunların da yine birbirinden çok farklı şeyler olacaklarını dikkate alalım.

Ve şöyle devam ettirelim düşüncemizi:
Ateş topraktan ne kadar farklı ise, şeytan da âdemoğlundan o kadar ayrı olmalı.
Karanlık ışıktan ne kadar uzak ise, cinler de meleklere o kadar benzememeli.

ılâhî imtihana tâbi tutulan iki tür varlık: ınsan ve cin.
Her ikisinin de inananları ve inanmayanları var. Her ikisinde de hayırlı ve şerli fertler mevcut. Her iki cinsin de mürşitleri ve müfsitleri bulunuyor.
ışte cin türünün, Allah’a isyan eden en şerli ferdi: şeytan.

ınsanın bedeni topraktan yaratılmış ve o haneye ruh misafir olmuş. Cinler ise doğrudan ateşten yaratılmışlar. Zaten şeytanın kaybettiği ilk ve en büyük imtihan da bu yaratılış farkından kaynaklanmış ve ateşten yaratıldığı için insandan üstün olduğunu iddia etmekle ve Hz. Âdem’e(a.s.) secde etmemekle huzurdan kovulmuş ve lânetlenmiş.

şeytan, cin türünden olduğu için normal olarak da ömrü insan ömründen fazladır. Bununla birlikte, bu asi cinnîye, kendi isteği üzerine ve gerçekte bir ceza olarak, uzun bir ömür verilmiş ve insanlara kıyamet gününe kadar musallat olmasına müsaade edilmiş.

Hiç şeytan olmadan da Cenâb-ı Hakk insanları sadece nefisle ve dünyanın ahvaliyle, imtihan edebilir ve sonunda onları lâyık oldukları saadete erdirebilir yahut azaba dûçar kılabilirdi. Bu konuda şeytanın da devreye sokulması, gerçekte, ona verilmiş büyük bir cezadır. Çünkü, ne kadar insanı kötü yola sevk etmişse onların işedikleri günahların bir katı da kendisine yazılmakla azabı akıl almaz derecede artmış, Kahhar ismine en ileri mertebede mazhariyete lâyık kılınmıştır.

“ınsanlarda şeytan vazifesini gören cesedli ervah-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesedsiz ervah-ı habise dahi bulunduğu, o kat’iyyettedir.” Lem’alar, 82

Birisini görüyorsunuz, karşısındaki insana birtakım yanlış fikirler aşılamaya çalışıyor. Konuşurken muhatabının koluna, ayağına değil, gözüne bakıyor. Göz penceresinden ruha nüfuz etmeye, ona bir şeyler telkin etmeye çalışıyor. Bu iki şahsın bedenlerini hayalen ortadan kaldırırsanız, ortaya iki ayrı ruh çıkacaktır. Ve bunlardan birisi diğerini aldatmak istemektedir.
Hâl böyle olunca, şeytanın, insan ruhunu saptırmak, onu doğru yolan çıkarmak için çalışması akıldan uzak görülmemeli.

Bazı kimselerin şeytanı inkâr ettiklerini görürüz. Nur Müellifinin ifadesiyle, bu, “şeytanın en büyük bir desisesi”dir. Bu inkârda tek temel dayanak, şeytanın gözle görülmemesidir.

şimdi o şahsa soralım:
Sen şeytanı neyinle inkar ediyorsun? Yani şeytanın varlığını senin ellerin mi kabul etmiyor, kulakların mı; gövden mi kabul emiyor, bacakların mı?
Bu sorumuzu saçma bulacak ve “hiçbiriyle” diyerek ilave edecektir: O’nun varlığını aklım almıyor.
O hâlde, şeytanın varlığını kabul etmeyen, o şahsın aklıdır.
Görünmeyen bir şey, yine görünmeyen bir şeyi inkâr etmektedir; delili ise “görülmemesi.”

Akıl kelimelerle düşünür, ama kalbin bütün işleri kelimesizdir. ınsan bir çiçeği veya güzel bir kokuyu “kelimelerle” sevmez. Bu işi kelimesiz yapar. Ama, bu sevgisini ifade etmek, başkalarına aktarmak istediğinde kelimelere iş düşer.

ışte, kelimesiz seven ve korkan ve yine kelimesiz inanan o insan kalbine, şeytan musallat olmakta, onunla kelimesiz konuşmakta, ona fısıltı kabilinden birtakım telkinlerde bulunmaktadır. ışte şeytanın bu fısıltılarına “vesvese” deniliyor. Vesveseden söz açılmışken şeytanın bu yolla insanoğluna uyguladığı bazı taktiklerden söz etmek isterim:

şeytanın birinci gayesi, insanın imansız olmasıdır. Bunu başaramadı mı, geri adım atar ve onun ibadet etmemesine çalışır. Kulu bu şerefli vazifeden uzak tutmak için çok uğraşır. Kalbine birtakım kötü şeyler fısıldar. Ve insan bunların kendi kalbinden geldiğini sanarak rahatsız olur.
Bu defa şeytan yeni bir oyun sergiler:

“Böyle karışık bir kalp ile de Allah’ın huzuruna durulmaz ki!” der. Kul, bu desiseye kandı mı şeytan zafere ulaşmıştır. Hâlbuki, her akıl kabul eder ki namazda bulamadığı huzuru, namazı terk etmekle yakalayacak değildir. ıbadet ve itaati bırakıp günah ve isyan yoluna giren bir insan, ilâhî feyizden gittikçe uzaklaşır. Tek çıkar yol, ibadete devam etmektir.

Bir sohbette, şeytanın bu oyununa maruz kalmış bir gençle dertleşiyorduk. “Ne zaman namaza dursam, aklıma kötü şeyler geliyor, namazdan çıktığımda kesiliyor.” diyor ve bir hâl çaresi arıyordu. Ona, önce, Nur Müellifinin şu harika reçetesini sundum:

“O çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir.” Sözler, 275

Sonra şöyle sürdürdüm konuşmamı:
Kendi yüzünü tokatlayan ve ağlayan birini görsen, demez misin ki, bu adam yüzünü kendisi tokatlıyorsa niçin ağlıyor? Yoksa göremediğim bir el mi, onun yumruğunu onun aleyhine çalıştırıyor? ışte senin hâlin o adam gibi.
Üstadın bu reçetesine göre, senin ağlaman gösteriyor ki o sözler senin kalbine ait değil. Namazı terk edip, meselâ, kumarhaneye gittiğinde o kötü sözlerin kesildiğini göreceksin. Demek ki, o sözlerin sahibi namaza düşman, kumara dost.
Hem kumar oynayan birisine şeytan niçin vesvese versin!?... Verse, kumarın haram olduğu aklına gelebilir, bu ise şeytanın işine gelmez. Onu öylece bırakmak şeytan için en geçerli yoldur.
Sonra kendisine Nur Külliyatından şu paragrafı okudum:

“Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i ilâhiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet pis bir menzilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez.” Mesnevî-i Nuriye, 96

Yine böyle birisine, şöyle bir soru sordum:
Sen ilmihâl okudun mu?
“Evet,” diye karşılık verdi.
ıkinci sorum şöyle oldu:
ılmihâlde namazı bozan şeyler içinde “vesvese” de var mı?
Soruma hayretle karışık bir tebessümle karşılık verdi.
“O hâlde,” dedim, “sen namazına devam et.” Namazda aklına ne gelirse gelsin, “Haydin namaza, Haydin felâha” sözlerini işittiğinde Rabbinin seni huzuruna çağırdığının şuuru ile namaza koşmalısın. O anda aklına kötü şeyler gelebilir. Ama, sen aklından ne geçerse geçsin, namaza gitmekle bu emre uymuş olursun. Kalbime kötü şeyler geliyor bahanesiyle namazını kılmasan, emre isyan etmiş olursun ve böyle bir özür seni suçlu olmaktan kurtarmaz. Önemli olan emri tutmak ve namaza koşmaktır. Kalbimizin namaz esnasında ideal bir huzuru yakalaması ayrı bir meseledir.
Bu konuda Nur Külliyatından bir durum tespiti ve teselli cümlesi:

“Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.” Kastamonu Lahikası, 148

“Bu zamanda” ifadesi aynı mektupta şöyle açıklanıyor:

“Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüz amel-i sâlih işlemiş hükmündedir.”

Bu iki tespiti birlikte düşündüğümüzde hayalimizde bir harp meydanı canlanır. Her taraftan mermiler yağmakta ve biz bu dehşetli ortamda huzur aramaktayız. Bunu başaramayacağımız açıktır. Ama huzur bulamıyorum diye düşman saflarına iltihak edecek de değiliz.
ışte günahlar birer mermi, birer ok. Bu asrın toplum hayatı bir harp meydanı gibi. Her yandan yüzlerce hücuma uğrayan bir insan, namaza durduğunda ihlâslı, huzurlu bir ibadete zor muvaffak olur. Ama, o zorlukta ayrı bir değer vardır. Harp esnasında ve cephede tutulan bir nöbetle, sulh zamanında çarşı içinde tutulan nöbetin bir olmadığı açıktır. “Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir” cümlesi bizi bu noktada hem teselli eder, hem de müjdeler.

Aynı mektupta ayrı bir müjde daha veriliyor: bir günahın terki vacip olduğundan, böyle bozuk bir ortamda yüzlerce günahı terk etmekle yüzlerce vacip işlenmiş olacağı müjdesi...
Birkaç asır önce, bu günahların yüzde birisine bile maruz kalmayan insanlar, bu vacipleri işleyemiyorlardı, onun yerine salih amel sahasında yol alıyor, bu yönde ilerliyor, nafile ibadetlerini artırıyorlardı. şimdi ise, salih amel işlemek zorlaşmış. “Farzlarını yapan, kebireleri (büyük günahları) işlemeyen kurtulur” hükmü bir müjdeli haber olmasının yanı sıra, bu asrın dehşetinin de bir ifadesi, bir göstergesidir.

Biz asrı yargılamakla vakit geçireceğimize, kendi nefsimizle uğraşalım ve onu şeytana uymaktan alıkoymaya çalışalım. Bunda başarılı olanlar çoğaldıkça, asır da bu mutlu insanlara uymak zorunda kalacaktır.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

5

23.08.2006, 16:40

Ey maraz-ı vesvese ile mübtelâ! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer. Ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür. Küçük görsen, küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder. Havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir. Mahiyetini bilsen, onu tanısan gider. Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksâm-ı kesîresinden kesîr-ül vuku olan yalnız beş vechini Beyân edeceğim. Belki sana ve bana şifa olur. Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.

6

23.08.2006, 16:41

BıRıNCı VECıH - Birinci Yara: şeytan evvelâ şübheyi kalbe atar. Eğer kalb kabûl etmezse, şübheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer Bâzı pis hâtıraları ve münâfî-i edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe «Eyvâh» dedirtir. Ye'se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki kalbi, Rabbine karşı sû'-i edebde bulunuyor. Müdhiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi budur:

Bak ey bîçare vesveseli adam! Telâş etme. Çünki senin hatırına gelen şetm değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi, şetm değildir. Zira mantıkça tahayyül, hüküm değildir. şetm ise, hükümdür. Hem bununla beraber o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yâni onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünki hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü, ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zâten şeytanın da istediği odur.

7

23.08.2006, 16:45

ıKıNCı VECıH: Budur ki: Mânâlar kalbden çıktıkları vakit, Sûretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan Sûretleri giyerler. Hâyâl ise, her vakit bir sebeb tahtında bir nevi Sûretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin Sûretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mânâ geçse ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer mânâlar münezzeh ve temiz iseler, Sûretler mülevves ve rezil ise giymek yoktur, fakat temas var. Vesveseli adam, teması telebbüsle iltibas eder. «Eyvâh!» der. « Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hısset-i nefs, beni matrud eder. » şeytan onun şu damarından çok istifade eder. şu yaranın merhemi şudur:
Dinle ey bîçâre! Nasılki, senin namazın edeb-i nezihânesinin vesilesi olan zâhirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz.

Öyle de: Maânî-i mukaddesenin, Sûret-i mülevveseye mücâvereti zarar etmez. Meselâ sen âyât-ı ılâhiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor. Elbette senin hayalin, devâ-i illet ve kazâ-i hacetin levâzımatını görecek, bakacak, onlara münasib süflî Sûretleri nescedecek ve gelen mânâlar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatâr var. Yalnız hatâr ise hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.

8

23.08.2006, 16:46

ÜÇÜNCÜ VECıH:Budur ki: Eşya mabeynlerinde, Bâzı münasebât-ı hafiyye bulunur. Hattâ hiç ümid etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzât bulunur veya senin hayâlin, meşgul olduğu san'ata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış. şu sırr-ı münasebettendir ki, bâzan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir. Fenn-i Beyân'da Beyân olunduğu gibi, «Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyettir.» Yâni: ıki zıddın Sûretlerinin cem'ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyyedir. Bu münasebetle gelen tahattura, tedâi-yi efkâr tâbir edilir.

Meselâ: Sen namazda, münâcatta, Kâ'be karşısında, huzur-u ılâhîde iken, âyâtı tefekkürde olduğun bir halde; şu tedâi-yi efkâr, seni tutup en uzak malâyâniyyat-ı rezileye sevkeder. Senin başın, böyle bir tedâi-yi efkâra mübtelâ ise, sakın telâş etme. Belki intibaha geldiğin anda, dön. «Aman ne kusur ettim» deyip tedkikle meşgul olup durma. Tâ o zaîf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira teessür gösterdikçe, ehemmiyet verdikçe, senin o zaîf tahatturun melekeye döner. Bir maraz-ı hayalî olur. Korkma, maraz-ı kalbî değil. şu nevi tahattur ise, galiben ihtiyarsızdır.

Hususan hassas asabilerde daha galibdir. şeytan, şu nevi vesvesenin mâdenini çok işlettirir. şu yaranın merhemi şudur ki:

Tedâi-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes'uliyet yoktur. Hem tedâîde, mücâveret var; temas ve ihtilât yoktur. Onun için, efkârın keyfiyetleri, birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasılki şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücâveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez. Öyle de, tedâi-yi efkâr sâikasıyla istemediğin pis hayalât, gelip nezih efkârın içine girse; zarar vermez. Meğer kasden olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. Hem bâzan kalb yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. şeytan fırsat bulur, pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.

9

23.08.2006, 16:54

DÖRDÜNCÜ VECıH: Amelin en iyi Sûretini taharriden neş'et eden bir vesvesedir ki, takvâ zannıyla teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlâsını ararken, harama düşer.

Bâzan bir sünnetin araması, bir vâcibi terkettiriyor. «Acaba amelim sahih oldu mu?» der, iade eder. Bu hal devam eder. Gâyet ye'se düşer.

şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. şu yaranın iki merhemi var:


Birinci merhem:
Bu gibi vesvese ehl-i Îtizale lâyıktır. Çünki onlar derler: «Medâr-ı teklif olan ef'al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibariyle ya hüsnü var; sonra o hüsne binaen emredilmiş veya kubhu var; sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i ılâhî ona tabidir.» Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: «Acaba amelim nefs-ül emirdeki güzel Sûrette yapılmış mıdır?» Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemâat derler ki: «Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur. Demek emir ile güzellik, nehy ile çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrür eder. şu hüsün ve kubh ise, sûrî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ, sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebeb, nefs-ül emirde varmış. Lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir.

Mu'tezile der: «Hakikatte kabih ve fâsîddir. Lâkin senden kabûl edilir. Çünki cehlin var, bilmedin ve özrün var. Öyle ise Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zâhir-i şeriate muvafık olarak işlediğin ameline: » «Acaba sahih olmuş mu?» deyip vesvese etme. Fakat, «Kabûl olmuş mu?» de. Gururlanma, ucbe girme.


ıkinci merhem:
Dinde harec yoktur. لاَ حَرَجَ فِى الدِّينِ Mâdem dört mezheb haktır. Mâdem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise, gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü'yetine -böyle vesveseli adama- müreccahtır. Yâni böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır.

Mâdem böyledir, sen vesveseyi at.

şeytana de ki: şu hal, bir harecdir. Hakikat-ı hale muttali olmak güçtür. Dindeki yüsre münafîdir. يُسْرٌاَلد&#161 6;ّينُ لاَ حَرَجَ فِى الدِّينِ esâsına muhaliftir. Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka muvafık gelir. O bana kâfidir. Hem lâakal ben aczimi itiraf ederek ibâdeti lâyık-ı veçhile edâ edemediğimden istiğfar ve tazarru' ile merhamet-i ılahiyyeye dehâlet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabûl olunmak için mütezellilane bir niyaza vesiledir.

10

23.08.2006, 16:57

BEşıNCı VECıH: Mesâil-i îmâniyede şübhe Sûretinde gelen vesvesedir. Bîçare vesveseli adam, bâzan tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yâni: Hayale gelen bir şübheyi, akla girmiş bir şübhe tevehhüm edip, îtikadına halel gelmiş zanneder. Hem bâzan tevehhüm ettiği bir şübheyi, îmânâ zarar veren bir şek zanneder. Hem bâzan tasavvur ettiği bir şübheyi, tasdik-ı aklîye girmiş bir şübhe zanneder. Hem bâzan bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder. Yâni dalaletin esbabını anlamak Sûretinde kuvve-i müfekkirenin cevelânını ve tedkikatını ve bîtarâfâne muhakemesini, hilâf-ı îmân zanneder. ışte telkinat-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek, «Eyvah! Kalbim bozulmuş, îtikadıma halel gelmiş » der. O haller, galiben ihtiyarsız olduğundan, cüz'-i ihtiyârîsiyle ıslah edemediğinden ye'se düşer.

Bu yaranın merhemi şudur ki:

Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir. Tasavvur-u dalâlet dalâlet olmadığı gibi; tefekkür-ü dalâlet dahi, dâlalet değildir. Çünki hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür; tasdik-ı aklîden ve iz'ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz'-i ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz'an, öyle değiller. Bir mizana tabidirler. Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasılki tasdik ve iz'an değiller. Öyle de şübhe ve tereddüd sayılmazlar. Fakat eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstakar bir hale gelse, o vakit hakikî bir nevi şübhe, ondan tevellüd edebilir. Hem bîtarâfâne muhakeme namıyla veya insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi iltizâm ede ede, tâ öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizâm eder. Ona vâcib olan hakkın iltizâmı kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulîsi olacak bir hâlet, zihninde takarrür eder.

şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki:

Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yâni: Bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkûk tevehhüm eder. Halbuki ılm-i Kelâm'ın kaidelerindendir ki: ımkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmiye münafî değil ve zaruret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Meselâ: şu dakikada Karadeniz'in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki yakînen, o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şübhesiz biliyoruz ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı zâtî, bize şek vermez, bir şübhe getirmez, yakînimizi bozmaz.

Meselâ: şu güneş zâtında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulû' etmesin. Halbuki bu imkân yakînimize zarar vermez, şübhe getirmez. ışte bunun gibi, meselâ hakaik-i îmâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna, imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i îmânîye zarar vermez. Hem لاَ عِبْرَةَ ِلْلاِحْتِ&#160 5;َالِ الْغَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلِيلٍ yâni: "Bir delilden neş'et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur" olan kaide-i meşhûre; hem usûl-üd din, hem usûl-ül fıkhın kaide-i mukarreresindendir.Eğer desen: Bu derece mü'minlere muzır ve müz'ic olan vesvese, ne hikmete binaen bize belâ olmuş?"

Elcevab: ıfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebebdir, taharriye dâîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaydlığı atar, tehâvünü def'eder. Onun için Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydân-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Beşerin başına vuruyor. şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîm'e şekva etmeli, اَعُوزُ بِاللَّهِ مِنَ الشَيْطَان&#161 6; الرَّجِيمِdemel i.

11

28.08.2006, 14:38

VESVESE’DEN KURTULUş-5

ZORLUKÇIKARMA!


Alâaddin Başar


HAYATı BEY, olup bitenlere bir türlü akıl erdiremiyordu. Bir ay gibi kısa bir zamanda vesvese konusunun kendi iç âleminde bu kadar yoğunluk kazanacağına hiç ihtimal vermezdi. Birileri ortalığı plânlı bir şekilde karıştırıyor olmalıydı. Bu bir köşe yazarı da olabilirdi, bir internet sitesi de.

“Her ne ise” dedi. “Hastalık nasıl yayılmışsa yayılmış. Bunları düşünmenin bir faydası yok. Ben çare üzerine kafa yormalı ve bu konuda geniş kitlelere ulaşmanın yollarını aramalıyım.”

O sırada kapı çalındı. ıçeriye fotokopici Dursun Bey girdi. Kapının hemen yanındaki koltuğa ilişerek:

“Fazla oturmayacağım,” dedi. “Size bir şey sormak istiyorum. Belli dönemlerde öğrencilerin ev ödevleri yoğunlaşıyor. Aklıma şöyle bir fikir geldi: Bu ödevler için bir yardımcı kitap çıkarılabilir. Ben tanıdığım öğretmen arkadaşlardan bir ekip kurup kitabı hazırlatabilirim. Basımını da siz üstlenir misiniz?”

Hayati Bey’in kafasında şimşek gibi bir fikir çaktı.

“Ben vesvese konusunda daha geniş kitlelere nasıl ulaşabilirim?” diye düşünürken, komşum bana yol gösteriyor. ‘Bütün bu tartışmaları topla ve bir kitap hâline getir’ diyor.”

Dursun Bey sorusuna cevap bekleyedursun, Hayati Bey, başka iklimlerde dolaşıyordu. Kafasını hafifçe silkeleyerek Dursun Beyin konusuna döndü.

“Bence” dedi. “Bu, öğrenciyi tembelliğe itmek olur. Ama bu konuda ısrarlı iseniz size yardımcı olabilirim.”

Dursun Bey, teşekkür ederek ayrıldı.

Hayati Bey düşüncelerine kaldığı yerden devam etti.

“Niçin olmasın? Bu konuda o kadar çok soruyla karşılaştım ki! Bunların bir kısmı zaten not hâlinde mevcut. Yapacağım şey bu notları yazıya dökmekten ibaret.”

“Tamam” dedi. “Bunu mutlaka yapmalıyım. Ben yazar değilim, ama, her şeyin bir başlangıcı vardır. Her sona ilk adımla başlanır. Durarak hiç bir yere varılmaz. Yarından tezi yok, bu işe başlamalıyım.”

Biraz durakladı. “Hem eserin son şeklini benim vermem de gerekmez. Bu uzun bir zaman ister. Ben bilgileri elimden geldiğince düzenler, bir yazar arkadaşımdan bunları kitap hâline getirmesini pekâla isteyebilirim. Kitabı yayın hayatına sokar, internet siteleri yardımıyla da daha geniş kitlelere ulaştırabilirim.”

Yerinden kalktı, kapısını kapayarak yayınevinden ayrıldı. Akşamı ve gecesi bu düşüncelerle, bu hayallerle geçti. Ertesi gün işe gitmedi. Gün boyunca döküman topladı. Onları önem sırasına koydu. Son ayki tartışmalar, ilk sıraları almışlardı. Geri kalan konular içinde ise abdest konusu ilk sıradaydı.

Güngör’ü hatırladı. “Abi,” demişti. “Bir abdesti yirmi dakikada, bazen yarım saatte alıyorum.Yine de gönlüm tam rahat etmiyor. Acaba kuru bir yer kaldı mı diye defalarca abdesti tekrarlıyorum. Sanıyorum, üçten fazla yıkamanın mahsuru da var, ama ben beş kere de yıkıyorum, yedi kere de. Bu vesveseyi nasıl atlatabilirim?”

Güngör’ü hayalen karşısına koydu ve ona söylediklerini yazıya dökmeye başladı:


“Bak değerli kardeşim, abdest alırken çok acele etmek elbette doğru değil. Her organını rahatlıkla yıkamalısın. Bu ilk yıkayış farzdır. Ondan sonra iki kez de sünnet olarak yıkıyorsun. Fazla acele etmediğin taktirde bu üç yıkayışta zaten kuru yer kalmaz. Bundan sonraki hassasiyetler vesveseden başka bir şey değildir. Bundan kurtuluşun yolu da, ‘Abdestim tamamdır’ deyip namaza durmak olacaktır. Birkaç kez böyle yaptığında o hastalığın geçtiğini göreceksin.

Kaldı ki, sen bütün dikkatini sarf ettiğin halde, kuru bir yer kalsa bile abdestin geçerlidir. Bildiğin gibi, abdestin mânâsı, namaz ile ılahî huzura çıkmadan önce bir hazırlıkta bulunmaktır. Bu hazırlığın nasıl yapılacağını Peygamber Efendimiz (asm.) bize bildirmiş, tarif etmiştir. Onun tarifinde bir uzvu üç kereden fazla yıkamak yoktur. Onun uygulamasında yarım saatlik abdest de yoktur. Bu hâl gösteriyor ki, senin yaptığın sünnete aykırıdır; takva değil vesvesedir.

Sana önemli bir ip ucu vereyim:

Eğer abdest organlarının su ile yıkanması mutlak şart olsaydı teyemmüm edenin abdestinin sahih olmaması gerekirdi. Bir uzvu noksan olanın da abdesti geçerli olmazdı.

Bildiğin gibi, su bulunmayan yerde teyemmümle abdest alınır. Teyemmümde suyun yerini toprak almıştır. Bu şekilde alınan bir abdestle de namaz kılınır.

Su konusunda seni vesveseye düşüren, şeytana aldırış etme. Onun vesvesesine karşı teyemmümü hatırla ve bu konuya gereğinden çok fazla önem vererek abdestini sünnete aykırı biçimde alma, namazını geciktirme.

Bildiğin gibi, dinde zorlama yoktur. Sen aklını, iradeni, dikkatini yeterince yoğunlaştırdığın halde abdest organlarında senin bilemediğin bir kuru nokta kalmışsa, bunun bilinmesi senin için mümkün olmamış demektir. Bunu bilmeye zorlanmak doğru değildir, vesveseye yol açar. “Dinde zorlama olmadığı” hükmüne aykırı düşer.

“Dinde zorlama yoktur” meâlindeki âyet-i kerime daha çok şu mânâda yorumlanıyor:


“Bir kişiyi dine davette yahut ibadet konusunda zorlamak doğru değildir. Mü’mine düşen görev hakkı tebliğ etmek, gerçeği en güzel şekilde anlatmaktır. Kabûl etme yahut etmeme konusunda kişi zorlamaya tabi tutulmaz.”

Bu mânâ doğrudur. Ancak âyetin mânâsı sadece bu değildir. Nitekim bir tefsir âlimi âyete şu mânâyı vermektedir:

“Dinde zorlama yoktur demek, zorlama denen şey dinde yoktur” demektir.

Kendi ifadesiyle ‘Asl-ı ikrah dinde yoktur.’ Buna göre âyetin bir mânâsı da, “Zorlama, dinde yoktur” şeklinde olur.

Öyleyse değerli kardeşim, sen de kendini fazla zorlama. Abdestin için, yahut bir başka ibadet için kendine düşen görevi en iyi şekilde yapmaya çalış. Daha sonra, kendini zorlayarak şeytana fırsat verme, vesveseye düşme, kerahete yahut harama girme.” 




iletmek istediğiniz mesaj

12

28.08.2006, 14:39

VESVESE’DEN KURTULUª-7

BÜYÜK OYUNUN DEVAMI


Alâaddin Baºar


Hayati Bey:

“Ben sözlerimi burada noktalamak istiyordum. ‘Biraz da hâl çareleri üzerine konuºalım.’ diyecektim. Madem öyle, o halde, konunun bir baºka yönüne de kısaca değineyim:

ªeytanın kendisini inkâr ettirmekteki bir maksadı da, insan kalbine görünmeyen ºeylere inanmamak gibi bir vesvese sokmak, böylece bütün iman hakikatlerinin inkârına bir yol açmaktır. ınsan gözü, kendisinde ve çevresinde durmadan faaliyet gösteren ıºınların, radyoaktif dalgaların çok az bir kısmını görebiliyor. Halbuki bu âlemde görünmeyen ve görünen nice mahlûklar birlikte, iç içe bulunuyorlar. Toprak ile yerçekimi adeta kucaklaºmıº, bir tek ºey olmuºlardır. ınsanın ruhu ve bedeni bunun en ileri örneğidir. ınsanın beyni görünür, ama ondaki merkezlerin görevleri görünmez. ıºitme merkezinde ses yoktur. Görme merkezi de bir ºey görmez. Ondaki bu merkezleri bir araç olarak kullanan ve her birinden ayrı bilgiler alan bir görünmez varlık vardır. Bu varlık ruhtur, kalptir, akıldır. Gel gör ki, o görünmeyen ºeytanın vesvesesine kapılanlar, ºeytanı yine o görünmeyen akıllarıyla inkâr ederler. Nefislerine uyarak sarhoº olmuº insanlar bu açık hatayı görmez yahut görmezlikten gelirler.

Melekler ve ºeytanlar bir tarafa, insanoğlu yemeğin tadını da göremiyor, çiçeğin kokusunu da. Ama onların varlıklarından da hiç ºüphesi yok. Çünkü çok iyi biliyor ki, görme tek bir çeºit değildir. Göz renkleri ve ºekilleri görürken, dil de tatları görür, kulak da sesleri , akıl da manaları ve hikmetleri.”

Erol:

“Affedersiniz” dedi. “ªeytanın ayetleri inkâr niyetiyle kendini inkâr ettirdiğini söylediniz. Bu çok önemli bir tespit. Ve ºeytan, ayetler hakkında kalplere ºüphe atmakla da nicelerin imanlarıyla oynuyor. Bunun en çok rastlanan bir örneği de güneºin dönmesiyle ilgili ayet. ªöyle bir soruya sıkça muhatap oluyoruz:

‘Günümüzde dünyanın güneº etrafında döndüğü biliniyor. Âyette ise, güneºin döndüğü belirtiliyor. Bu nasıl olur?’ Bu konuda da bir ºeyler söylemek ister misiniz?”

Hayati bey,

“Önce ºunu kabul etmemiz gerekiyor” dedi ve sözlerine ºöyle devam etti:

“Kur’an ayetlerinin tefsirinde söz sahibi olanlar, bu ilmin ileri gelen ºahsiyetleridir. ılme saygı, bu yetkili zatların sözlerine kulak vermeyi gerektirir. Bu zatların sarih yani hükmü açıkça anlaºılan ayetlere verdikleri manalar hepsinde aynıdır. ıman hakikatleriyle ilgili, namazın, orucun farz olmasıyla ilgili ayetlerin tefsirinde zaten ittifak var. Müteºabih ayetler, yahut bazı gizli hakikatler içeren ayetler hakkında değiºik tefsirler yapılabiliyor. Bu, Kur’anın mana zenginliğinin bir göstergesidir. Nur Külliyatı’ndan ıºarât-ül ı’caz adlı eserde bu gibi farkı görüºler konusunda bize düºen görev çok güzel açıklanıyor. Ondan kısaca söz edip sorunuzun cevabına döneceğim.

Yerinden kalktı. Yayınevinin dini yayınlar bölümüne geçti. Az sonra elinde bir kitapla geri döndü.

“Bak değerli kardeºim” dedi. “Burada ne buyuruluyor?:


“Kur’anın her bir kelâmı, üç kaziyeyi müºtemildir.

Birincisi: Bu, Allah’ın kelâmıdır.

ıkincisi: Allah’ca murad olan mâna haktır.

Üçüncüsü: Mâna-yı murad, budur.”

Üzerinde durduğumuz soruyu örnek alalım:

Güneºin dönmesiyle ilgili ayeti okuduğumuzda, ilk iki ºıkka inanmak durumundayız. ıman bunu gerektirir. Farklı görüºler üçüncü maddede yoğunlaºıyor. Bunlardan birini kendimizce daha uygun bulup, diğerlerine katılmayabiliriz, elbetteki bir nezaket dairesinde. Onları haddimizi aºarak tenkit etmek, yahut onlara saygı sınırlarını aºan ifadelerle hücum etmek elbette doğru değil.

Gelelim konumuz olan ayet-i kerimeye:

Âyette ‘tecri’ kelimesi geçiyor. Bunun manası cereyan eder, akar, döner demektir. Âyette cereyan etmek fiili yerine devretmek, yani dönmek fiili kullanılsaydı inkârcılara bir kapı açılmıº olabilirdi. ‘Güneº dünyanın etrafında devreder.’ denilseydi seslerini iyice yükseltirlerdi. Ama âyette bunların hiçbiri yok. Dünyanın ismi bile geçmiyor. Sadece, ‘Güneºin cereyan ettiği’ belirtiliyor. Yakın zamana kadar dünyanın sabit olduğu, güneºin ise dünya etrafında döndüğü kabul edildiğinden, tefsir alimleri de haklı olarak bu konuda o ilmin mensupları gibi konuºmuº ve “Güneº döner.” demiºlerdir. Gerçekten de güneº halen, bütün insanların gözlerini bu konuda yanıltırcasına, bulunduğumuz beldenin bir ucundan doğmakta diğer ucundan batmaktadır.

Ayette, istikrar kılınan yer, mekân manasına gelen müstekar kelimesinden önce gelen “lam” harfi hakkında Nur Külliyatı’nda ºöyle bir açıklama getiriliyor:


“…Lâm’ı hem kendi mânasını, hem “fî” mânasını, hem “ilâ” mânasını ifade eder.”

Birinciye göre, “güneº kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizamı için hareket ediyor.”

ıkinciye göre, “Güneº kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvâri bir cereyan ile manzumesini emr-i ılâhî ile tanzim edip tahrik eder.”

Üçüncü manaya göre, güneº “mahall-i kararına yetiºmek” üzere hareket ediyor.


Buna göre âyette verilen mesaj ºöyle oluyor: Güneº kendi istikrar kıldığı mekânda bir cereyan halindedir. Bu cereyandan bir kuvvet hasıl olmakta ve bu cazibe kuvvetiyle gezegenlerin düzenli bir ºekilde hareket etmeleri sağlanmaktadır. Bununla birlikte güneº bütün manzumesiyle birlikte bir hareket halindedir ve bir yöne doğru akıp gitmektedir.”

Biraz durakladı, “Erol Bey” dedi. “Bu konu bence çok önemli. Vaktin varsa bir de Hak Dini Kur’an Dili tefsirine bakalım. Ne dersin?

Erol:

“Sizi zevkle dinliyorum. Hiç acele etmeyin. Kaldı ki, benim bir sorum için zahmet çekiyorsunuz” dedi.

Hayati Bey yazıhaneden ayrıldı. Bir süre sonra elinde bir kitapla içeri girdi.

“Bak,” dedi. “Büyük Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, söz konusu âyete (Yasin, 38) “Güneº kendisi için mukadder bir müstekar için cereyan ediyor.” ºeklinde mânâ veriyor ve ºu noktaya dikkat çekiyor:

“Bu cereyanı ºemsin yalnız mekânında hareketi diye anlamamalı.... Mesela, ziya ve hararet neºri de onun bir cereyanıdır.”

“Gerçekten güzel bir tespit.” dedi ve tekrar yerinden kalktı.

“Bakalım ansiklopediler bu konuda neler yazmıºlar diyerek odadan ayrıldı. Bir ansiklopedinin güneº maddesini buldu ve yazıhaneye döndü.

Güneºin cereyanıyla ilgili satırları arıyordu.

“Tamam!” dedi ve sesini yükselterek okumaya baºladı:


“Güneºimizi kaynayan bir kazana benzetmek yanlıº olmaz. Bu kaynama sonunda madde önce yukarı çıkar, daha sonra soğuyarak aºağıya döner.



Güneº enerjisinin üretildiği bölge, çekirdek tepkimelerinin yer aldığı merkez bölgesidir. Bu enerji dıº katmanlara taºınmakta, oradan da uzaya yayılmaktadır.



Güneº kendi ekseni etrafında diferansiyel dönme hareketi yapar. Yani kutuplar ve ekvator farklı hızlarda döner.



Güneºin gözle görünen parlak yüzeyi teleskopla incelendiğinde granüler yapıya sahip olduğu görülür. Bu gazlar 0.5 km hızla yükselirler, enerjilerini kaybedince soğuyarak yüzeye doğru düºerler.



Zaman zaman ortaya çıkan ani patlamalara püskürme denir. Bunlarla güneº yüzeyinde ºerit biçimli gaz akımları görülür.”



Güneº, hidrojen atomlarını helyuma dönüºtürür ve sahip olduğu enerjiyi meydana gelen nükleer reaksiyondan elde eder. Güneº’te gerçekleºen iºlem ise, dört hidrojenin birleºip bir helyum yapmasıdır. Bu iºlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünya'ya gelen ısı ve ıºık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneº'in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluºmaktadır.”

Ansiklopediyi kapadı.

“Bak değerli kardeºim,” dedi. “Bütün bunlar teknik bilgiler, önceki asırlarda bilinmiyorlardı. Demek ki, ayette asıl olan, bu manaların anlaºılması değil. Bu bilgiler, o ilahi kitabın uçsuz bucaksız manalarından bu asra düºen özel bir pay olarak değerlendirilmeli.

Kur’an insana Allah’ı tanıtmak ve bir kul olarak Ona karºı görevlerini öğretmek için nazil olduğuna göre, bu ayette kulların nazarı ılâhî icraatın azametine çekilmektedir. ınsana düºen görev bu ilahi icraat karºısında hayret görevini tekbir ve hamd ile yerine getirmektir; ister dünya güneº etrafında dönsün, ister güneº dünya etrafında.

Elbete ki, dünyanın ve güneºin yaratıcısı bunlardan hangisinin diğeri etrafında döndüğünü kullarına bildirebilirdi. Bunun açıkça beyan edilmemesindeki hikmet de yine Nur Külliyatı’nda güzelce ifade ediliyor. Anladığım kadarını kendi ifademe dökeyim: Böyle bir beyan, güneºin döndüğünü kabul eden önceki asırdaki tüm insanların inkârına yol açacak, sadece bu asrın insanlarının hoºuna gidecekti. Kur’anın asıl maksadı insanları iman ve salih amele irºat etmek olduğuna göre bu tarz bir ifade, insanların büyük kısmının küfürde kalmasına yol açacaktı. Onun için Kur’an bu konuda öyle bir üslup takip etmiºtir ki, hem eski zaman insanları tasdik etsinler, hem de yeni dönemin insanları inkâr yoluna gitmesinler.

Erol:

“Çok teºekkür ederim,” dedi. “Gerçekten çok yeni ºeyler öğrendim. Bunları konuya ilgi duyan bütün arkadaºlarıma aktaracağım.”

O sırada ikindi ezanları okunmaya baºlamıºtı.

Erol:

“Ben namazı evde kılmak isterim. Sizi camiden alıkoymayayım.” diyerek kalktı.

Hayati Bey’in elini hürmetle sıkarken:

“Bu anlattıklarınız da kitaba mutlaka girmeli” dedi.

Hayati Bey misafirini yolcu etti. Hayalinin gerçekleºeceğine ºimdi çok daha fazla inanmıºtı. Bunun bir ekip çalıºması olarak ortaya çıkmasının ise daha verimli ve bereketli olacağını düºünüyordu.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir