ıbrahim’in (as) Duası, ısâ’nın (as) Müjdesi
Bir gün ashabdan biri Allah Râsûlü’ne: “Ya Resûlallah biraz kendinizden bahseder misiniz?” der. Cevabının bir kısmında, Allah Resûlü şöyle buyurur: أَنَا دَعْوَةُ إِبْرَاهِي  5;َ، وَبُشْرَى عِيسَى “Ben ıbrahim’in duâsı ve Hz. ısa’nın muştusuyum.”[1]
Kur’ân-ı Kerîm iki ayrı âyetiyle bu hususa temas eder.
1) Hz. ıbrahim (as) şöyle duâ etmiştir:
“Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden, Sen’in âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder. Yegane Azîz ve Hakîm Sen’sin.” (Bakara, 2/129).
2) Hz. ısa’nın (as) müjdesi:
“Hatırla ki, Meryem oğlu ısa, ‘Ey ısrailoğulları! Ben size Allah’ın benden evvelki Tevratı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak (geldim)’ demişti. Fakat o, kendilerine apaçık deliller getirince ‘Bu, âşikâr bir büyüdür’ dediler.” (Saf, 61/6).
Evet, Allah Resûlü (sav), sürpriz olarak ortaya çıkmış biri değildir. O daha gelmeden asırlarca önce haber verilen ve gelmesi bütün cihan tarafından beklenen bir Nebîdir.
O’nun nübüvvetine en büyük delil, mu’cizeliği ebedî olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânda yüzlerce âyet, ıki Cihan Serverinin hak nebî olduğunu dile getirmektedir. O’nu bütünüyle inkâr edemeyen bir kişinin, Efendimiz’in risâletini inkâr etmesi asla mümkün değildir. Ancak biz başlıbaşına müstakil bir mevzu olan o hususa şimdilik girmeyeceğiz. Zâten yeri geldikçe, peyderpey delil olarak müracaat ettiğimiz âyetleri arzederken, bu mevzu da kısmen anlatılmış olacaktır.
Tevrat’ın Müjdeleri
Biz, bu bölümde yüzlerce defa tahrife uğramasına rağmen, içinde hâlâ Allah Resûlü’ne işaret ve beşaretler taşıyan, Tevrat, ıncil ve Zebur’dan bazı kısımları nakletmek istiyoruz. Meselenin tafsilatını, mevzu ile doğrudan alâkalı müstakil eserlere ve bilhassa, Hüseyin Cisrî’nin “Risale-i Hamîdiye”sine havale ederek, burada sadece mühim gördüklerimizden bazılarını arzedeceğiz.
1) Fâran Dağları
1944 senesinde Londra’da basılan Tevrat’ın Arapça tercümesinden bir âyet: “Allah insanlığa Sina’da teveccüh etti. Sâîr’de tecelli buyurdu. Farân dağlarında zuhur edip kemaliyle ortaya çıktı.”(Sifr. Tesniye, Bab: 33, âyet: 2).
Yani Allah’ın (cc) rahmeti ve insanlığa olan merhameti, ihsanı, Hz. Musa (as)’nın Cenâb-ı Hak’la mükalemede bulunduğu Sînâ’da zahir olmuştur. Bu rahmet, o devrede Hz. Musa’ya verilen nübüvvettir. Sâir, Filistin’dir. Orada Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti vahiy yoluyla gelip Hz. ısa’yı ve çevresindekileri bürümüştür. Aynı zamanda Hz. Mesih Rabb’in tecellilerine mazhar büyük bir peygamberdir. Çokları tecelli ile zuhuru birbirine iltibas ettiklerinden bu meselede de karışıklığa düşmüşlerdir. Evet, O’nda tecelli eden nefha-i ilâhidir. Fâran dağlarında ise, Cenâb-ı Hak, sırr-ı ehadiyet ve makam-ı ferdiyetle zuhur etmiştir. Fâran Mekke’dir. Çünkü Tevrat’ın başka bir yerinde, Hz. ıbrahim’in oğlu ısmail’i Fâran’da bıraktığı anlatılmaktadır. Öyleyse, Tevrat’ta geçen Fâran’dan maksat Mekke’dir. Sırasıyla bu âyette üç nebîden bahsediliyor. Bunlardan birincisi Hz. Musa, ikincisi Hz. ısa (as), üçüncüsü ise son peygamber, ıki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa (sav)’dır. Tevrat’taki âyetin devamında şu ifâdeler var:
وَمَعَهُ أُلُوفُ اْلأَطهَار¡ 6;، في يَمِينِهِ سِنَّةِ النَّارِ “O’nun yanında binlerce tertemiz, pırlanta misâl ashâbı olacaktır. Ve sağ elinde ateşten iki ağızlı balta bulunacaktır.” Bu ibareden, O’nun cihada me’mur olacağı anlaşılmaktadır.
Malumdur ki Allah Resûlü, vahyin bidayetinde Hira dağında bir mağaraya çekilir ve orada kendini tefekkür ve ibadete verirdi. ılk vahiy bu dağda gelmişti[2]. Fâran eğer Mekke değilse başka neresi olabilir ki, oradan ıslâm dini gibi bir din zuhur edip şarka-garba yayılmış olsun. Dünyada böyle bir yer mevcut olmadığına göre, Tevrat’ta geçen Fâran, Mekke’ye işarettir. Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz gibi, Tekvin’in 21. âyetinde geçen ve Hz. ısmail’in yerleştiği yeri anlatan وَسَكَنَ بَرِيَّةَ فَارَانَ “Fâran’da yerleşti”, ifadesi, dediğimizi isbatlayan en büyük ve en açık bir delildir. Aksini iddiaya da kimsenin gücü yetmeyecektir. Bu mevzuda yapılan itirazlar ilmîlikten uzak, indî mülâhazalardır. Hele âyetin sonundaki ashâb ve cihada me’mur olmaya işaret eden kısımlar hiçbir tereddüt ve şüpheye meydan vermeyecek şekilde, O Zât’ın Hz. Muhammed Aleyhisselâm olduğunu göstermektedir.
2) Hz. ısmail Soyundan
Tevrat’tan ikinci âyet: Cenâb-ı Hak, Tevrat’-ın bu âyetinde Hz. Musa’ya hitaben şöyle demektedir: “Onlar için (ısrailoğullarının) kardeşleri arasında senin gibi bir peygamber çıkaracağım; ve sözlerimi O’nun ağzına koyacağım ve O’na emrettiğim her şeyi onlara söyleyecek.” (Sifr: Tesniye Bab: 18, Âyet: 1
19. âyet de bunu tamamlar mahiyettedir: “Benim ismimle söyleyeceği sözlerine itaat etmeyenlerden bizzat ben intikam alacağım.”
Bu âyetteki ısrailoğullarının kardeşi tabiriyle Hz. ısmail’in soyundan gelecek bir peygambere işaret edilmektedir ki, Hz. ısmail’in neslinden geldiği bilinen tek peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhisselâmdır. Ayrıca O da Hz. Musa (as) gibi bir şeriatla gelecektir. Diğer taraftan bu âyette gelecek peygamberin “Ümmî” olacağı belirtilmektedir.
ıtaat etmeyenlerden alınacak intikam ise, dine ait müeyyidât ve ukûbat olmak gerektir ki, bu da ancak ıslâm dininde vardır.
Tevrat’ta zikri geçen bu peygamberin Hz. ısa ve Hz. Yuşa (as) olma ihtimalleri ise kat’iyyen mümkün değildir. Zira bu peygamberler ısrailoğullarındandır. Ayrıca birçok meselede Hz. ısa (as) yeni her hangi bir hüküm getirmemiş, sadece Hz. Musa (as)’ya ittiba etmiştir. Hz. Yuşa’nın ise Hz. Musa’ya benzemediği gün gibi âşikardır. Çünkü o yeni bir şeriatla gelmemiştir. Halbuki “Doğrusu biz size hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber gönderdik. Nasıl ki, Firavun’a da bir peygamber göndermiştik.” (Müzzemmil, 73/15) âyeti de Hz. Musa ile Efendimiz arasındaki benzerliği beyân etmektedir. Aslında daha ötesinde bir delile de ihtiyaç yoktur.
3) Diğer Özellikleri
Tevrat’tan üçüncü âyet:
Abdullah b. Amr b. Âs, Abdullah b. Selâm ve Ka’bu’l-Ahbâr (r.anhüm) ki, bunların üçü de geçmiş kitapları en iyi bilen insanlar olarak şöhret yapmış zatlardır. Kendi devirlerinde, o günkü kadar tahrife uğramamış Tevrat’ta şöyle bir âyet bulunduğunu naklediyorlar:
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَ 5;كَ شَاهِداً وَمُبَشِّر 5;ً وَنَذِيراً وَحِرْزاً لِلأُمِيِّ¡ 0;نَ أَنْتَ عَبْدِي وَرَسُولِي سَمَّيْتُك¡ 4; الْمُتَوَك¡ 7;ِلَ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ وَلاَ سَخَّابٍ فِي اْلأَسْوَا  2;ِ وَلاَ يَدْفَعُ بِالسَّيِّ 4;َةِ السَّيِّئَ 7;َ وَلَكِنْ يَعْفُو وَيَغْفِرُ وَلَنْ يَقْبِضَهُ اللهُ حَتَّى يُقِيمَ بِهِ الْمِلَّةَ الْعَوْجَاœ 9;َ بِأَنْ يَقُولُوا لاَ إلَهَ إلاَّ اللهُ
“Ey Nebi! Biz seni şâhid, müjdeleyici, uyarıcı ve ümmîlere sığınak olarak gönderdik. Sen Benim kulum ve elçimsin. Sana Mütevekkil adını verdim. O haşîn ve kaba değildir. Çarşılarda yüksek sesle bağırıp çağırmaz. Kötülüğe kötülükle mukabele etmez. Fakat affeder, bağışlar. Allah O’nunla eğri bir milleti ‘lâilâheillallah’ demek suretiyle doğrultuncaya kadar O’nun ruhunu kabzetmez.”[3]
şimdi düşünelim. Tevrat’taki bu hitap kimedir? Derinlemesine bir tahlile ihtiyaç dahi duymadan, âyetin zâhiri mânâsı bu hitabın gelecek bir peygambere ve peygamberler içinde bizzat Hz. Muhammed’e (sav) yapıldığını göstermektedir. O, bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir. Ve bu mevzuda sanki âyet O’na şöyle demektedir:
Seni bütün insanlığa, doğru yolu müjdeleyici ve onları eğri yolun encamından da sakındırıcı bir beşîr ve nezîr olarak gönderdim. Sen fenalıklara göğsünü gerecek ve insanların, gidip cehennem çukurlarına düşmelerini engelleyeceksin. Aynı zamanda bu eğri büğrü, dolambaçlı yollarda karanlık içinde kalmışlara, bir ışık olacak ve ellerinden tutup, onları cennete ve Cemalullah’a kavuşturacaksın.
Seni cahiliyye devrinin ümmî cemaatına bir hırz, bir sığınak olarak gönderdim. Sana uyandıkları zaman korunacak ve kollanacaklar.. ve yine sana dayandıkları müddetçe varlıklarını sürdürebilecekler..
Sen Benim kulum ve Resûlümsün -Evet, bizler de tahiyyatımızda hep O’nun kulluğunu ve risaletini dile getiriyoruz- Ben sana “Mütevekkil” adını koydum. Cihan senin karşına dikilse ve sen de onlarla yaka paça olmak zorunda kalsan, yine zerre kadar sarsıntı geçirmezsin. Evet, her peygamberin kendine göre bir tevekkül ufku vardır. Ama sen bu hususta bir başkasın. Onun içindir ki, Ben sana “Mütevekkil” dedim.
Sonra da hitap gayba dönüyor ki buna iltifat diyoruz:
“O öfkeli, etrafını kıran bir nefret insanı değildir. Aksine O bir edep, vakâr, ciddiyet ve temkîn insanıdır. O sokaklarda bağırıp çağırmaz. Çünkü bu tür dikkat çekme gayreti, bir zaaf ve bir gurur alâmetidir ki, O böyle mezmûm sıfatlardan münezzeh ve müberrâdır.”
Kötülüğe asla kötülükle mukabele etmez. Bir bedevi gelir, cübbesinden tutup sarsar ve küstahça “Hakkımı ver!” derdi de sahâbeyi çıldırtan bu türlü hareketler, o şefkat âbidesini tebessüm ettirir ve “Bu adama istediğini verin.” Buyururdu.[4] Evet O, en affedilmez suçları dahi affederdi. Yeter ki o mevzuda, şeriatın emirlerine muhalefet söz konusu olmasın. Düşünün bir kere, kendisine bunca kötülük yapan Mekkelilere, hem de her şeyi yapabileceği o gün ne demişti: “Gidiniz, hepiniz hürsünüz.”[5]
Eğri bir yolda ve cahiliye hayatı yaşayan insanlar, O’nun getirdiği nurla istikametlerini elde edecekleri âna kadar Allah (cc) habibini yanına almayacaktı ve almadı da. O’nun Refik-i A’lâ’ya yükselişi, din tamamlanıp O’nun vazifesi sona erince olacaktı. Yetiştirdiği insanlar, hakkıyla O’nu temsil edecek seviyeye gelince, O, insanlar arasından ayrılıp hakiki dostun huzuruna gidecekti. Çünkü dünyaya ait vazifesi ancak o zaman bitmiş olacaktı.
Evet, Tevrat O’nu böyle anlatıyordu, O da vakti gelince hayat-ı seniyeleriyle bunu temsil ediyordu. Doğrusu orada anlatılanlar, bizzat Allah Resûlü’nün yaşadığı hayat tarzıydı. Öyleyse Tevrat’ın bahsettiği bu şanı yüce nebî kimdi? Tarihte bu anlatılanlara denk hayatı olan bir başkası var mıydı? Elbette ki hayır! Öyle ise bahsedilen insan ancak Hz. Muhammed Aleyhisselâmdı..!