Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

13.10.2005, 12:34

Başarısızlığa övgü...

BAşARISIZLIğA ÖVGÜ...

ıNSANIN KENDıNı ‘DEğERLı’ hissetmesi için ‘başarı’ şartının konulduğu, başarıdan da ‘maddî başarı’nın anlaşıldığı bir zamanın çocuklarıyız.

Böyle bir zamanda, kendisine değer verilen daha az sayıda insana karşılık, çoğunluk kendisini ‘yetim’ gibi hissederek ve bir ‘üvey evlat’ muamelesi görerek yaşıyor aramızda.

Bu ülkeler ve milletler düzleminde de böyle, kişisel ilişkiler düzleminde de.

Ve ‘değer’in ölçüsü bu şekilde belirlenince, niceleri ‘başarı kıblesi’ne çeviriyor yüzlerini; paraya, şöhrete, iktidara, makama ve lüks içinde bir hayata ediyor secdesini.

Böyle yapmayanlar ise, ‘zaten ‘başarılı’ olanlar ile henüz başarılı olmamakla birlikte aynı şekilde ‘başarı’ya tapanlar tarafından ‘çirkin ördek’ muamelesi görüyor en baştan.

O güzelim “Çirkin Ördek” hikâyesinde olduğu gibi, güzelim kuğu yavruları, ördekler diyarında hor görülüyor en baştan. Değerin başarıyla, başarının ise salt ‘maddî başarı’yla ölçülmediği bir zamanın ve zeminin kuğu-misal erdemlilerinin gözleri buğulu, yürekleri hüzünlü. Bu başarı ülkesinde onlara yer yok, onlar bu ülkenin ‘çirkin ördek’leri, burada istenmiyor onlar, standartlara uymayan yaşayışlarıyla başarı erbabının huzurunu bozuyorlar, standarda uymayan görünüşleriyle de başarıya tapanların göz zevklerini...

Maddî başarı üzerine bu kadar ısrarlı duruş, insanlara bu denli başarı ölçüsünde değer atfı, kuğu-misal ruhların da kimyasını bozuyor öte yandan. Kuğu olmaya aday niceleri, ‘çirkin ördek’ muamelesinden kurtulup ‘güzel ördek’ler safına katılmak için, ruhlarını, kalblerini ve akıllarını bir cerrahî müdahaleden, sözümona bir ‘estetik ameliyat’tan geçiriyor; ve başarıya tapılan bir ülkede üstlerinde bir ağır teşkil eden, bir yük olarak sırtlarında taşıdıkları ağırlıklarını bir bir alıyorlar, aldırıyorlar. Hasbîliğin yerini hesabîlik, hikmetin yerini siyaset, tebessümün yerini kahkaha, samimiyetin yerini riya alıyor yavaş yavaş. Kuğular ülkesinin erdemleri yitip gidiyor bir bir.

Bu manzaranın bir kasvetli hal olarak ruhuma çöktüğü ve bu sürecin damarıma şiddetle dokunduğu bir gün, uyku tutmayan gözlerim, geçmişin, özellikle de Saadet Asrının ‘başarı’ ve ‘başarısızlık’ tablolarından bugüne dair bir hikmet devşirmek istedi.

‘Başarı’ bugün anlaşıldığı düzlemde anlaşılacak ise, en başta Ehl-i Beyt’in açık bir başarısızlığı vardı. Emevîler başarmış, onlar ise başaramamışlardı!

En başta Hz. Ali, Allah vergisi o müthiş karizmasıyla, istese bin yıllık bir ‘hanedan’ın kurucusu olmak varken, ‘saltanat’a karşı ‘hilafet’in savunuculuğunu üstlenmiş; yiğitliğini, ilmini ve karizmasını beraberce kullanarak kolayca üreteceği gerekçelerle ‘iktidarını pekiştirme’ gibi hesaplara girmemiş; bilakis, ‘adalet-i mahzâ’ yolunda ölümüne mücahede etmiş; ve en nihayet, şehit edilmişti.

Peygamber torunu ve Hz. Ali’nin büyük oğlu Hz. Hasan ise, ümmetin büyük kısmı tarafından babası yerine halife seçilmiş iken, iki mü’min ordusu arasında bir savaşla tahkim edilmiş bir yöneticiliğe razı olmadığı için, mü’minlerin kanı dökülmesin, mü’minler arasında nesiller boyu sürecek bir kin tohumu ekilmesin diye, kendi iradesiyle hilâfetten feragat etmişti.

Hz. Hüseyin’in yaşadığı Kerbelâ fâciası ise, ümmetin bindörtyüz yıldır yüreğinde kanayıp duran bir hançer yarası hükmündeydi.

Bugün bilinen anlamda Emevîler başarmış; onlar başarmamışlardı! ‘Başaramamışlardı’ değil, ‘başarmamışlardı.’ Böylesi bir başarıyı zaten istememiş, bunu irade etmemişlerdi. Zira, böylesi bir başarının daha baştan kaybetmek anlamına geldiğinin farkındaydılar.

Yalnız onlar değil, Asr-ı Saadet’in başkaca büyük simalarının hayatları da, bu anlamda bir ‘başarısızlık’ timsaliydi.

Sa’d b. Ebi Vakkas, Hz. Ali’nin içtihadının yüzdeyüz doğru olduğunu ilan etmekle birlikte, bu gerilimin ‘kılıçlara başvurmadan’ halli için çalışmış, ama bir Cemel Vak’asına engel olamamıştı sözgelimi. Sonraki zaman diliminde de, o, adalet-i mahzâ çizgisinin en beliğ isimlerinden ve Emevî saltanatının en açık muhaliflerinden idi. “şişman bir münafık olarak ölmektense, sıska bir mü’min olarak ölmeyi tercih ederim” sözü ona aitti; ve bu sözünden murad, Emevî iktidarının ‘nimetleri’nden istifade ederek ‘başarılı’ olmakla Emevîler diyarında muhalif durarak mağduriyete razı olmak arasında neyi tercih ettiğinin nişanesiydi. (Ama en başta kendi oğlu Ömer, Sa’d’ın o vakur duruşundaki dersi düzgün bellememiş; Emevî iktidarının eşiğinde ‘başarı’ ararken, Kerbelâ faciasında kumandanlık gibi bir belayı başında buluvermişti.)

Beri tarafta, ‘adalet-i mahzâ’nın ve ‘Raşid Halifeler’in nebevî ölçüyü esas tutan mirasının bir bayraktarı olarak Abdullah b. Ömer b. Hattab da, bir ‘başarısızlık’ timsaliydi. ılmi ve dirayeti ile genç sahabilerin en önde gelenleri arasında yer alan Abdullah, ilk Fitne döneminde de, sonraki Fitne, yani ‘sınanma’ dönemlerinde de dik durabilmiş, ölçüleri eğip bükmemiş biriydi; ama Emevî saltanatının bir kâbus gibi çöktüğü bir zamanda, ümmetin kılıç zoruyla Yezid’e biat ettirildiği bir zamanda, ‘dahilde akacak kanlar’a mani olmak için kalben hiç istemese de en sonunda biatını ifade etmiş; ama asla ve asla Emevî saltanatıyla uzlaşmamış ve daha yaşlı sahabilerin vefat ettiği geç Tâbiîn döneminde nebevî çizginin en parlak mümessileri arasında olmuştu. Ama son tahlilde, onun da kaderi ‘başarısızlık’ idi. Ümmetin selâmeti adına gösterdiği feragata karşılık, ümmete istikameti öğreten ve artık gözleri pek görmeyen yaşlı bir sahabi haline geldiğinde, ölümü Emevî valisi Haccac-ı Zâlim’in hac esnasında bedenine değdirdiği zehirli kılıç yüzündendi.

Baktığımızda, Saadet Asrının nice siması, bir ‘başarısızlık’ tablosuyla çıkıyordu karşımıza. Yaşadıkları zaman, o zaman içinde yapmaya çalıştıkları şey ve karşısında mücadele ettikleri şey açısından baktığımızda, onların ‘başarılı’ olduğunu söylemek mümkün değildi.

Ama onlar, bu zahirî başarısızlığın altında, ümmete istikamet kazandıran bir çizginin köşe taşlarını döşemişlerdi. Fıkıh kitaplarında yazan, tefsir kitaplarında yazan ve koca bir ümmet tarafından birer ölçü olarak benimsenen, Emevîlerin değil, onların çizgileri ve görüşleriydi.

O yüzyıl içinde ‘başarısız’ gibi gözükse de, bindörtyüz yıl içinde bakıldığında, ‘başaran’ onlardı. Örnek olan, örnek alınan, onlardı çünkü.

Her ne pahasına olursa olsun valilere sultan olmaya tamah etmedikleri için bindörtyüz yıldır velîlere sultan olmayı başarmışlardı.

Onlar, başarıyı iktidarla, parayla, servetle ölçen bildik tariflere kulak asmayıp, değeri ve erdemi önceleyen bir çizgide yürüdükleri için başarmışlardı bunu.

Ne mutlu onlar gibi ‘başarısız’lara!

Ne mutlu onların yürüdüğü yolda yol alanlara!

Metin Karabaşoğlu
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-

2

22.05.2006, 13:32

başarı üzerine bir başka güzel yazı


4-5 yıl kadar önceydi. ısmini hatırlayamıyorum, ama verdiği
mesajla hep aklımda kalan bir film seyretmiştim. Filmin başrolünde
zekâsı biraz eksik olan ve öğrenmekte güçlük çeken küçük bir
kız vardı. Kendisi gibi öğrenmekte güçlük çeken çocukların
devam ettiği bir okula gidiyordu. Eyaletlerinde bu tür çocuklar
için düzenlenen bir basketbol turnuvasına katılmak üzere
okullarında bir takım kurulmak isteniyordu ve bu kız da o takıma
girmişti. Zamanında basketbolda büyük başarılar elde etmiş ama
artık çalışmayan bir antrenör, zor da olsa ikna edilerek takımın
başına koç olarak getiriliyordu. Çok uğraş ve sabır
gerektiriyordu işi. Zira öğrenmekte güçlük çeken çocukları
eğitecekti. Zorlu bir süreçten sonra turnuvada finale yükseliyordu
takımı. Takım koçu, küçük kızın basketbol kabiliyetine de çok
güveniyordu. Zira finale kadarki maçlarda çok başarılı olmuştu
ve bu maçta da ondan çok şey bekliyordu. Maç başlamadan önce
oyuncularını bir araya toplayarak "Bu son maçımız. Sahaya
çıkın ve elinizden geleni yapın. Size güveniyorum" diyerek son
bir kez motive etti. Derken maçın son 30 saniyesine gelindi. Kendi
takımı 1 puanla yenik durumdaydı ama top küçük kızın elindeydi.
Herkes topu basket yapıp maçı kazanmalarını beklerken, o topu
kucağında sıkıca tuttu ve hiçbir yere hareket etmeden öylece
durdu. Takım koçu kenardan "Hadi topu arkadaşına gönder
artık" diye bağırırken o yerinden hiç kıpırdamadan beklemeye
devam etti. Ne zamanki bitiş düdüğü çaldı, topu havaya atarak
sevinç içinde arkadaşlarına sarıldı. Sahadaki zekâ özürlü
bütün çocuklar sevinç içindeydiler. Küçük kızın takım koçu
kendi takımının yenilmesine rağmen sevinmesine anlam veremeyip,
"Niye seviniyorsunuz aptallar? Maçı kaybettiniz" diye takımına
kızınca küçük kız gözlerinde çocuksu masumiyetin de verdiği
müthiş bir sevinç ve heyecanla biraz da ürkek bir edayla "Ama
koç, sen bize 'elinizden geleni yapın' dedin. Biz de yaptık.
Niye üzülelim ki?" dedi. Bu söz üzerine biraz duraksayan koç, az
önceki sinirinin ve üzüntüsünün anlamsızlığını anladı ve o
da çocuklarla birlikte sevinmeye başladı. Zekâ özürlü olan
küçük kız sözde akıllı olan ama herşeyi başarıyla ve sonuçla
değerlendiren takım koçuna çok büyük bir ders vermişti. Sahadaki
herkes mutluydu. Çünkü maçta kaybeden yoktu. Ve tribünlerdeki
insanlar bu mutlu sahneyi gözyaşları içinde alkışlıyorlardı.

Günümüzde önemli bir sektör haline gelen kişisel gelişimin
'Sen herşeyi başarabilirsin', 'Başarmak zorundasın', 'Sen
istersen herşeyi elde edersin' gibi sözlerini duydukça, yukarıda
bahsettiğim film gelir aklıma. Başarı ve sonuç odaklı yaşayan bu
insanları anlamak mümkün değildir. Zira o küçük kız gibi
elinden geleni yaptıktan sonra mutlu olmak yerine, hayatta herşeyi
sonuç almaya ve başarıya endeksleyerek mutsuz olmanın yolunu
tutmuşlardır. Ben buna 'başarı send-romu' diyorum. Onlara göre
başarısız insanların bir değeri de yoktur. Hitler'in hasta ve
yaşlıları, yaşamayı hak etmeyen kişiler olarak görmesi gibi,
başarısız insanlar da yaşamayı veya en azından saygı görmeyi
hak etmeyen zavallı mahluklardır sanki! Çünkü başarılı
olamamışlardır.


Geçenlerde internetten gelen bir yardım ilânında şöyle çağrıda
bulunuluyordu: 'Maddî yardıma muhtaç ama derslerinde başarılı
öğrenciler için desteklerinizi rica ediyoruz.' Yani maddî yardım
alabilmek bile başarılı olma şartına bağlanmıştı. Oysa bir
kişinin yardım alması için ille de başarılı olması şart
mıdır? Bir öğrencinin yardıma ihtiyacı olması, yardım alması
için yeterli değil midir? Meselâ maddî problemleri kafasına
taktığı için başarılı olamayan ama paraya çok ihtiyacı olan
bir öğrenciye, 'Sen başarılı değilsin' diye yardım etmemek
mi gerekir? Günümüzdeki hâkim anlayışa göre maalesef evet. O
kişinin gerekli gayreti göstermiş olması değil, sonuç önemlidir
çünkü. Oysa bizim inancımız sonuç odaklı değildir. Celâleddin
Harzemşah harbe giderken kendisine 'Sen muzaffer olacaksın'
diyenlere ne demişti: 'Bizim vazifemiz cihad etmektir. Galip gelmek
veya gelmemek Allah'ın vazifesidir. O'nun vazifesine
karışmam'. Bazı peygamberlerin hiç ümmeti olmamıştır. Kimse
onlara inanmamıştır. Bu peygamberler başarısız mıdır?
Peygamberimiz (asm) çok istemesine rağmen amcası Ebû Talip iman
etmemiştir. Buna göre Peygamberimiz hâşâ görevini yapmamış
mıdır veya başarısız mıdır? Asla ve kat'a. Kur'ân'da bu
hususta şöyle bir âyet geçer: 'Sen, sevdiğin kimseyi hidayete
erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir'1 Yani herkes
istediği herşeyi elde edemez. Ortada herşeyin üzerinde bir ılâhî
takdir vardır. Kişisel gelişimciler bunu anlayamaz işte. Onlara
göre isteyen herkes istediği herşeyi elde edebilir. Edemiyorsa kendi
aptallığından veya hatasındandır.


NLP reklâmlarının birinde şöyle birşey duymuştum: 'Her kim
olursa olsun, kimlerin yetenek ve becerilerini seviyor, kimlerin
yetenek ve becerilerine hayranlık ve saygı duyuyorsanız NLP'nin
modelleme süreci ile onları modelleyebilir ve onlar gibi
olabilirsiniz. Modelleme, başarılı bir gelecek için elinizde olan
pasaportunuzdur!'


Bu sözler bana Hıristiyanlığın da belirgin şekilde etkisi
altında kaldığı Newton'un mekanistik anlayışının bir
uzantısı gibi geldi nedense. Zira tabiatperestliği de netice veren
bu fikre göre Allah bu kâinatı saat gibi kurup kenara çekilmiştir.
Herşey kalıp gibi tekrar tekrar üretilmektedir, kopyalanmaktadır.
Halbuki bizim inancımızda herşey her an yeniden yaratılmaktadır,
kopyalanmamaktadır. Buna göre her insan da ayrı bir dünyadır. Bir
insanı başarıya ulaştıran bir davranış, diğer insanı da
başarılı kılar diye bir kural yoktur. ınsan bir makine değildir
ki başkasının davranışlarını aynı şekilde kopya ettiğinde
aynı sonuçları elde edebilsin. Üstelik hayatta bizim elimizde olan
imkânların dışında gaybî kuvvetlerin de çok büyük rolü
vardır. Bizim iktidarımız ancak bir yere kadardır. Ama Kuzey
Amerika'da yazılan, bizim inanç ve kişilik yapımızla neredeyse
ilgisiz ve alâkasız olan kitapları tercüme ederek bu topluma sunan,
ünvanları kendilerinden menkul kişisel gelişim ve NLP
uzmanlarına(!) göre bilgisayarda kopyala-yapıştır komutu gibi
kolaydır bu modellemeler. Hayat çok basittir onlara göre. 'Kimi
beğeniyorsanız modelleyelim ve hemen sizi ona benzetelim' derler.
Oysa ne hayat bu kadar basittir ne de insan o kadar güçlüdür.


Toplumu adeta bir ilüzyona uğratmıştır bu 'başarı sendromu'.
Farkında olmadan bize sunulan davranış kodlarını gösteririz
hayatımızda. Dindar kesimde bile değerli olmak için, makam olarak
belli yerlere gelmiş veya maddî olarak belli bir seviyeyi geçmiş
olmak gerektir artık. Oysa bizim üstünlüğümüz 'takva' ile
değil miydi? Meselâ bugün idealleri uğruna başını açmayıp
üniversiteye gitmeme kararlılığını ve kahramanlığını
gösteren ve diplomasını ahirete saklayan bir bayan mı, yoksa
üniversiteyi başörtüsünden daha önemli görüp doktor, mühendis
vs. gibi geçici ünvanlara sahip olan bir bayan mı daha çok itibar
görüyor dindar câmiada? Sonuca odaklı düşününce etikete değer
veriliyor tabii. Ve belli bir sonucu elde etmek için dinî
değerlerden taviz vermek bile normal karşılanıyor.


Bu yazı başarısızlığa övgü yazısı değil kesinlikle. Bizler
sonuca ulaşmak için elbette elimizden geleni yapmak zorundayız ve
başarılı olmak için gayret sarfederiz. Ama başarılı olmayı
hayatın tek gayesi yapmamalıyız. Gayret bizden, tevfik Allah'tan.
Biz elimizden geleni yaptıktan sonra başarısız da olsak 'Bunda
bir hayır vardır' diyebilmeliyiz. şahsen ne zaman bir
başarısızlıkla karşılaşsam, sadece elimden geleni yapıp
yapmadığımı düşünürüm ve o filmdeki küçük kız gelir
gözümün önüne. Gülen gözlerindeki çocuksu masumiyetin de
verdiği saf mutluluk ve heyecanla biraz da ürkek bir edayla: 'Ama
sen bize elimizden geleni yap dedin. Biz de yaptık' der her
seferinde.


Dipnotlar: 1- Kasas Sûresi, 56


Hasan YÜKSELTEN


12.01.2006


Kaynak: Yeni Asya

3

22.05.2006, 13:44

Benim adıma o kadar hoş bir tevafuk ki: Rabbim "medet" ,diye bağıran kalbime bir lütüf olarak vermiş olmalı. Umarım bu yazın şu aralar girdiğim tembelliken beni uyandırır.

Allah Razı olsun!
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

4

22.05.2006, 13:45

amin cümlemizden...

bahar

Acemi

Mesajlar: 45

Hobiler: KıTAP,DOğA

  • Özel mesaj gönder

5

23.05.2006, 21:47

ALLAH razı olsun kardeşim.Çok güzel di.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir