Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

29.08.2005, 19:01

Din,Dinler,Diyalog,Cihad,Kafir ve Küfrü


Esselamu aleykum warahmetullahi wabarakatuhu ebeden Daimen saygıdeğer kardeş ve abiler! :!:
:roll: Sağda solda duyduklarımız ve şurda burda okuduklarımızla, kendisinin bu konuda ne dediğine zerre kadar önem vermeden :cry: Allah için bir şeyler yapmaya çalışan adamı tenkid etmek hakperestliğin hangi düsturuna yakışır?..Kendimizi hakperest biliyorsak eğer, böyle sırtından vurmak yerine eğer bir hata görüyorsak, (once tabi , hata olduğuna kat'î deliller bulduktan sonra) o hatayı hata sahibine güzel bir dille göstermek ve hatayı düzeltmeye çalışmak daha doğru olmaz mıydı?
« Cây-ı teessüf bir halet-i içtimaiye ve kalb-i ıslâmı ağlatacak müdhiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî:
"Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak" olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı ıslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz'î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i ıslâmiyeye bir hıyanettir.» (Mektubat sh: 269)
“Amma maddî cihadın muktezası ise, o vazife şimdilik bizde değildir. Evet, ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok.”(16.ncı Lem’a 2nci meraklı sual)

Üstad, "Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni ve's-siyaseti" demiş, biz ne yapıyoruz parti tutar gibi cemaat tutuyoruz, halbuki üstad tenkid etmeyin diyor, biz koca cemaatin temsilcilerine cerbeze vasıtasıyla laf atıyoruz. Üstad ise Hrıstiyanların hakiki ruhanileri ile dahi medarı ihtilaf noktaları muvakkaten medarı münakaşa ve niza etmemekten bahsediyor.(20.nci lem’a 2.nci sebebin haşiye)! Kaldı ki müslumanlarla, bir de risale okuyan ve taraftarlarıyla çoktan ittifak-dayanışma-haberleşme halinde olmamız gerekir(di)! <bence(!), cemaatleri ve mensuplarını kınamak ve aralarını açmaya çalışmak fitnecilikden başka bir şey değildir!>

Bugün hangi ülkede, gerçek anlamda Allah rızası için savaşılıyor ki?Veya hangi ülke veya topluluğun elinde kafire karşı koyacak kadar maddi güç var, öncelikle ittifak yapmak gerekmez mi?Veya muslumanların bir birliği var mı, bir lideri var mı? ışgal edilmeyen bir ülke var mı şu anda? Herkes kafasına göre mi karşı koyacak? Biraz tutarlı olmak gerekmiyor mu?şu anda insanlara bir birlik oluşturacak bilgi ve ilim vermek daha doğru değil mi?
“Yani, "ıki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir."”
Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa'y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.
ıkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona-hâşâ-lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.
Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.
Elhasıl: El-hubbu lillâh, ve'l-buğzu fillâh, ve'l-hükmü lillâh6 olan desâtir-i âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır. Evet, el-buğzu fillâh, ve'l-hükmü lillâh7 demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.”..
..“Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir.”.. “(22.nci mektuptan)
Kafirlerle ve ehli Kitapla münasebet ve ilişkiler ile alâkalı bulduğum ayetler:
“Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kâfirlere gelince Allah, sizi onlara iyilik etmekten, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah adil olanları sever. Allah sadece dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yurdunuzdan kovan veya kovulmanıza destek veren kâfirleri veli edinmenizi yasaklar. Her kim onları veli edinirse işte onlar zalimlerin ta kendileridir” (Mümtehıne, 60/8-9).

O: “Siz haktan yüz çeviren bir topluluksunuz diye, Kur’ânla size gerçekleri hatırlatmaktan vaz mı geçeceğiz? “ (Zuhruf, 43/5) buyurmaktadır.

Ayrıca, Ali ımran suresi 3/199,Maide süresi 5/82 ayetleri de ehli Kitabın arasında insaflı ve hakperestlerin olabileceği belirtiliyor.
«Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur’ân’ın “Yâ ehle’l-kitab, yâ ehle’l-kitab!” hitab-ı mürşidânesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve “Yâ ehle’l-kitab” lâfzı, “Yâ ehle’l-mekteb” mânâsını dahi tazammun eder; bütün şiddetiyle, bütün şebâbetiyle,
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا&#161 8; إِلَى كَلَمَةٍ سَوَاء بَيْنَنَا وَبَيْنَكُ&#160 5;ْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللّهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ فَإِن تَوَلَّوْا&#161 8; فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُون&#161 4;
sayhasını âlemin aktârına savuruyor.» (Sözler sh: 407)

“Bir başka âyette ise, “Ey iman edenler, Yahudileri ve Hıristiyanları veliler edinmeyin! Onlar birbirlerinin velileridirler. Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır. Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.” (Mâide, 5/51) buyrulmaktadır. Bu âyette Ehl-i Kitab’ın veli edinilmesi yasaklanmaktadır. Ancak bu âyet iyice düşünülüp yorumlanmalıdır. Çünkü âyette geçen veli’nin çoğulu olarak geçen evliya kelimesine sadece dost anlamı yüklemek bizi yanlış anlam vermeye, dolayısıyla da yanlış bir uygulama içerisine girmeye sevkedebilir. Veliyy/evliya kelimesi, yardımcı, destek veren, arka çıkan, dost, akraba, hâmi, koruyucu, efendi, sahip, malik anlamlarına gelmektedir. Âyete bu anlamlardan sadece dost anlamını yüklersek mânâ, “Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin!” şeklinde olur. Bu anlam ise, diğer dinlerle/kültürlerle, özellikle Ehl-i Kitap’la hiçbir ortak paydada buluşma imkânı bırakmaz. Hâlbuki, başka bir âyette Ehl-i Kitap’tan bir bayanla evlenilebileceğini Kur’ân ifade buyurmaktadır (Mâide, 5/5). Ayrıca Hz. Muhammed’in (s.a.s.) âyeti yanlış anladığı mânâsı çıkar.

Diğer taraftan biz O’nun risâlet görevi boyunca Ehl-i Kitap’la hatta putperestlerle diyalog kurmaya gayret ettiğini görüyoruz.

Bu âyette geçen evliya kelimesine hâmi, koruyucu, efendi, sahip, malik mânâlarını yüklersek anlamdaki sıkıntı kendiliğinden çözülmektedir. Nitekim bu anlamlar sonradan yüklenmiş anlamlar değildir. Evliya kelimesi bu anlamları da ihtiva etmektedir. Bu durumda âyeti, “Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanları hâmi, (koruyucu, efendi, sahip, malik) edinmeyin!” şeklinde anlarız ki, anlam ortaya çıkar ve peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) uygulamalarını kavramış oluruz. Kur’ân bize Ehl-i Kitab’ı kendimize yönetici edinmemizi, dolayısıyla emirleri altına girmemizi yasaklamaktadır. Kendi kişilik ve kimliğimizi korumak kaydıyla onlarla belirli konularda görüş alışverişinde bulunmayı değil.
Âyetteki veliyy kelimesini dost manâsına aldığımızda, bu manâyı hesaba kattığımızda da yasak, Ehl-i Kitabı dinlerinden dolayı, dinlerini benimseyip tercih ederek dost edinmeme hakkındadır.” (Doç DR.Abdullah Duman)


”Kur’ân-ı Hakîm başından sonuna kadar Cenab-ı Allah’tan yarattıklarına, yaratıklarından da Allah’a olan bu diyalogu tescil etmektedir. Peygamberler, melekler, şeytan, genel olarak bütün insanlar, tüm Müslümanlar, Ehl-i Kitap (Âl-i ımran, 3/71, 99), Yahudiler (Bakara, 2/55; Cuma, 62/6), Hıristiyanlar (Âl-i ımran, 3/59) gibi ümmetler, fert olarak insanlar, hattâ Firavun gibi azgın din düşmanları bu diyalogdan hissedar olmuşlardır. Hatta bal arısı gibi hayvanların bile bu hitaptan nasipleri vardır.

Bu sırdandır ki Hak Tealâ diğer muhtelif ümmetlere bazen doğrudan doğruya hitap ederek (Bakara, 2/40: “Ey ısrail oğulları!”), bazen peygamberleri vasıtasıyla konuşmuş, bazen mü’minlere: “Onlara şöyle deyiniz…” (Âl-i ımran 84 (…) Kul âmenna billâhi) buyurmak suretiyle bu diyalogu gerçekleştirmiştir. “
VE Daha başka ayetlerdeki Allah’ın ehl-i Kitap ve başkalara hitapları:
(Ankebût, 29/46) (Bakara, 2/61), (Bakara, 2/70-76), (Mâide, 5/18&19), (Mâide, 5/76&77), (Âl-i ımran, 3/113-115), (Mümtehıne, 60/8-9). (Âl-i ımrân, 3/28), (Ankebût, 29/46)…

Ve birde, Kur’ân-ı Kerim, pek çok âyetlerinde, Hz. Peygamber'e Dinde zorlama yoktur; sen sadece tebliğ edicisin; bir uyarıcı ve müjdeleyicisin.. Sözlerine tesir vermek, insanların kalplere imanı koymak Allah'ın işidir. Sen, muhatapların nasıl davranırlarsa davransınlar, tebliğ işinde hep müsamahalı ol, affet, gördüğün kötü muameleleri onları yapanların cahilliğine ver ve onlar için de selâm dile! şeklinde hitap eder.

Biri kalkmış da <Kitapta yazıldığı gibi ve Üstadın Hakka saygısızlık dediği gibi> Irakta veya başka muslumanlara zulmeden birisine (birilerine) hakikatı anlatmaya mı çalışıyor? Veya papazlar saldırıyor da (açıkça) biri çıkmış onlara diyalog yapalım mı diyor? (Saldıranlar Maddeci!)Veya biri çıkmış da onların dinini mi istihsan ile iktibas ediyor?

“Mucize, dâvâ-yı nübüvvetin ispatı için, münkirleri ikna etmek içindir, icbar için değildir. Öyleyse, dâvâ-yı nübüvveti işitenler için, ikna edecek bir derecede mucize göstermek lâzımdır. Sair taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedâhetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelâlin hikmetine münâfi olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhaliftir. Çünkü, akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak, sırr-ı teklif iktiza ediyor.”(31.Söz)
“Amma ecnebîlerin vahşî oldukları kurun-u vustada, ıslâmiyet vahşete karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebîler medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassup zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve ıslâmiyeti, mahbup ve ulvî olduğunu, evâmirine imtisalen ef'al ve ahlâk ile göstermekledir. ıcbar ve husumet, vahşîlerin vahşetine karşıdır.”(Hutbe-i şamiye)
“Bir zaman ıngiliz devleti, ıstanbul Boğazının toplarını tahrip ve ıstanbul'u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı ıslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü'l-Hikmeti'l-ıslâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: "Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar."
Ben dedim: "Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor.TÜkürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!" demiştim. şimdi diyorum:
Ey kardeşlerim! ıngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur'ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.”
( Öncelikle Üstad burada, ıngiliz Kilise Başpapazının niyeti bozuk olduğunu nazara veriyor ve alaylı bir şekilde soru sorduğunu nazara veriyor vede özellikle boğazımıza bastığı dakikada diye belirtiyor ki, yanlış anlaşılma olmasın, Papazlarla konuşmak, cevap vermek haramdır diye sonuç çıkartılmasun!)
Ankebut 29/46: Zulmedenleri hariç, Ehl-i kitab ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin:
“Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba iman ettik.
Bizim ılahımız da sizin ılahınız da bir ve aynı ılahtır ve Biz O’na gönülden teslim olduk.”

“Mürtedin hakkı hayatı yoktur. Kafirin eğer zımmi olsa veya müsalaha etse hakk-ı hayatı var!”
“El-Cihad” kitabında yazıldığı gibi bir kâfirin(sıradan bir kâfirin, islâma ve Müslümanlara saldırmayan, ki kitapta bir ayırım yapılmıyor-tövbe suresindeki bazı ayetlere dayanarak hepsi katledilmeli diyor) başı kesildikten sonra onlar nasıl ikna edilebilir, aklıma yatmıyor.
Sebeb dairesinde mümkün de değil diye düşünüyorum..


Hakikat
26 şubat 1324 (Mart 1909)
Dinî Ceride, no. 70
Biz kalû belâdan cemiyet-i Muhammedîde (aleyhissalâtü vesselâm) dahiliz. Cihetü'l-vahdet-i ittihadımız tevhittir. Peymân ve yeminimiz imandır. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü'min i'lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir. Zira, ecnebîler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san'at silâhıyla i'lâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkârla cihad edeceğiz.
Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garrânın berahin-i kàtıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki,HAşıYE adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel şeriat-ı garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa'ya dilencilik etmek, din-i ıslâma büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa, istibdat tevzi olunmuş olur. 2 hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da mârifet-i tam ve medeniyet-i âm veyahut din-i ıslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümferma olacaktır.
ıttifak hüdâdadır, hevâ ve heveste değil.
ınsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz.
Yeis, mâni-i herkemâldir. "Neme lâzım, başkası düşünsün" istibdadın yadigârıdır. Bu cümlelerin mabeynini rapt edecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütaliînin fikirlerine havale ediyorum.
Said Nursî

Dinler kelimesi ve ıslamdan başkasını din olarak isimlendirilmesi aşağıdaki surelerde geçer:
Ali-imran 83&85:Allahın dininden başka bir din!
Fetih Suresi:28 – Bütün dinlere üstün kılmak için resulünü hidâyet ve hak dinle gönderen O’dur. Buna şahit olarak Allah yeter.
[109.006] دِينِ لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ

Oryantalistler ve ordaki Islamı yanlış yorumlamalardan ve oradaki sıradan insanların, kör avamın Islam ve muslumanlar akkında ne düşündüğü akkında belki hiçbir bilgimiz olmadığı halde “diyalog” ile ne kastedildiği ve ne anlama geldiğini de belki bilmediğimiz halde oturduğumuz yerden bağırmak, eleştirmek,- kimse diyemez ki hakperestliğe yakışır!Belki insan bilmediğinin düşmanıdır denilebilir!
« Cây-ı teessüf bir halet-i içtimaiye ve kalb-i ıslâmı ağlatacak müdhiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî:
"Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak" olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı ıslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz'î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i ıslâmiyeye bir hıyanettir.» (Mektubat sh: 269)
Sual: «ıttihad-ı ıslâm cemaati, sair cem'iyet-i diniye ile şakk-ul asâdır. Rekabet ve münaferatı intac eder.
Elcevab: Evvelâ umûr-u uhreviyede hased ve müzahamet ve münakaşa olmadığından bu cem'iyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.
Sâniyen: Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: Hürriyet-i şer'iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.
ıkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cem'iyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa, müfti-i ümmet cem'iyet-i ülemaya havale etmektir.
Sâlisen: ı'lâ-yı Kelimetullahı hedef-i maksad eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. ısterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl Süreyya yıldızları süpürge olur veya üzüm salkımı gibi yenilir? şems-i hakikata "püf, üf" eden, divaneliğini ilân eder.
«Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, ıslâm'ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev'-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i ıslâmı esaret altına alır.
Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! ıhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı innemel mu’minune ihvetun kal'a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa; bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir.
ışte ey ehl-i iman! ıhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, el mu’minu lil mu’mini kel bunyanil mersus yeshuddu ba’duhu ba’den düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!..» (Mektubat sh: 270)

Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve "Neme lâzım, başkası düşünsün" sözünü de söylettirir.»(Hutbe-i şamiye sh: 98)

«Bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur'aniye etrafında ittihad-ı ıslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 24)

«...Çünkü, bu cihan harbinde iki hükûmet küre-i arzın hâkimiyeti için mürafaa ve muhakeme davasında bulunmaları içinde iki muazzam dinin musâlaha ve sulh mahkemesine barışmak davası açılarak ve dinsizliğin dehşetli cereyanı da semavî dinlerle mücahede-i azîmesi başladı...» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 191)
«şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hristiyanın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, nizâ etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 206)
«Hattâ, hadis-i sahihle: Âhirzamanda ısevîlerin hakikî dindarları, ehl-i Kur’anla ittifak edip, müşterek düşmanları olan zendekaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları, muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar. (Lem’alar sh: 151)
(Al-i ımran Suresi, 3:64) De ki: Ey Ehl-i kitab! Sizinle bizim aramızda müsavi bir kelimeye gelin. şöyle ki: Allah’tan başkasına değil yalnız Allah’a ibadet edip bağlanalım. O’na hiçbir şeyi şerik yapmıyalım. Ve ba’zımız ba’zımızı, rab ittihaz etmesin. Eğer bundan yüz çevirirlerse şöyle deyin: şâhid olun ki biz hakikaten Müslimiz (müsâlemetkârız.)”
Burada muhtelif vicdanların, muhtelif milletlerin, muhtelif dinlerin, muhtelif kitabların bir vicdan-ı esasîde, bir kelime-i hakta nasıl tevhid olunabilecekleri, ıslâm’ın âlem-i beşeriyette nasıl vasi’, ne kadar vâzıh, ne kadar müstakim bir tarîk-ı hidayet, bir kanun-u hürriyet ta’lim eylemiş bulunduğu ve artık bunun Arab ve Aceme inhisarı olmadığı tamamen gösterilmiştir.» (Hak Dini Kur’an Dili Tefsiri sh: 1131)

Bediüzzaman Hazretleri, bir talebesinin ısevîlere gönderdiği kitab münasebetiyle şöyle der:
«Salahaddin’in mektubu, bir kaç cihette ehemmiyetlidir. Amerika âlimleri, elbette Asa-yı Musa Risalesi’ne lâkayt kalmayacaklar. Eğer dini din için seven kısmının ellerine geçse, fütuhat yapar. Yoksa, bazı enaniyetli hocalarımız gibi, kıskançlık damarıyla neşrine ve tervicine çalışmaları meşkûktuR.»(Emirdağ Lâhikası-I sh:160)

«ışte yüzer misallerinden iki misal:
Birincisi: Ondokuzuncu asrın ve Amerika Kıt’asının en meşhur feylesofu Mister Karlayl, en yüksek sadasıyla çekinmeyerek feylesoflara ve Hristiyan âlimlerine neşriyatla bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle yazmış:
“ıslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu. Hem bu yutmak ıslâmiyetin hakkı imiş. Çünki sair dinler -Kur’an’ın tasdikine mazhar olmayan kısmı- hiç hükmündedir.”

4- Kur’ân-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. şöyle ki:
“Ey ehl-i kitap! ıslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’ân, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tâdil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur. Evet, mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilâçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer’iyede tebeddül vardır. Çünkü, fer’î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilâç, bir şahsa devâ iken, şahs-ı âhere dâ’ olur. Bu sırdandır ki, Kur’ân, fer’î hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.”» (ışârât-ül ı’caz sh: 49-50)

«Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur’ân’ın “Yâ ehle’l-kitab, yâ ehle’l-kitab!” hitab-ı mürşidânesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve “Yâ ehle’l-kitab” lâfzı, “Yâ ehle’l-mekteb” mânâsını dahi tazammun eder; bütün şiddetiyle, bütün şebâbetiyle,
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا&#161 8; إِلَى كَلَمَةٍ سَوَاء بَيْنَنَا وَبَيْنَكُ&#160 5;ْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللّهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ فَإِن تَوَلَّوْا&#161 8; فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُون&#161 4;
sayhasını âlemin aktârına savuruyor.» (Sözler sh: 407)

Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!

RıSALE-ı NUR’UN ıKı MÜHıM VAZıFESı
«Biz, Risale-i Nur’la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def’ etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hattâ mahkemede de kısmen isbat etmişiz.
Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeğe çalışan anarşiliğe karşı sed çekmek.
ıkincisi: Üçyüz elli milyon müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 128)
RıSALE-ı NUR MESLEğıNDE şEFKAT VE ASAYışı MUHAFAZA
«Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere, değil ilişmek; hattâ beddua edemiyorum. Hattâ en şiddetli garazla bana zulmeden fâsık belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men’ediyor. Çünki o zâlim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evlâdı gibi masumlara maddî ve manevî darbe gelmemek için, o dört masumların hatırına binaen o zâlim gaddara ilişmiyorum. Bazan helâl ediyorum.
ışte bu sırr-ı şefkat içindir ki; idare ve asayişe kat’iyen ilişmediğimiz gibi, bütün arkadaşlarımıza da o derece tavsiye etmişim ki, üç vilayetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki: “Bu Nur şakirdleri manevî bir zabıtadır; idare ve asayişi muhafaza ediyorlar.” dedikleri ve bu hakikata binler şâhid ve yirmi sene hayatıyla tasdik ve binler şakirdlerin de zabıtaca hiçbir vukuat kaydetmemesi ile tasdik ve te’yid ettikleri halde, o biçare adamın ihtilâlci ve insafsız bir komiteci gibi menzilini basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve menzilinde bir şey bulamamakla beraber, yüz cinayeti bulunan bir adam gibi hattâ Kur’anı ve başındaki levhalarını evrak-ı muzırra gibi toplamak, acaba dünyada hangi kanun buna müsaade eder?» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 279)

…..O musibet-i semâviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehîd hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir. Onbeşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem'den kurtarır.
Çünki âhir zamanda mâdem fetret derecesinde din ve dîn-i Muhammedi'ye Aleyhissalâtü Vesselama bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhir zamanda Hazret-i ısa'nın (A.S.) dîn-i hakikîsi hükmedecek, ıslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i ısa'ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. …(Kastamonu Lahikası sh: 111)
“Dinsizler tarafından öldürülen mazlum ve dindar hristiyanlar âhirzamanda bir nevi şehid olabilir.” (şualar sh: 347 )
“Zaman-ı fetrette sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahazeleri yoktur. ımam-ı şafiî ve ımam-ı Eş'arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i ılahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla' ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. ıtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldığı için hüccet olamaz.” (Mektubat sh: 385)

“De ki: Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aramızda müşterek ve adil olan şu ilkede anlaşalım: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayalım; kimimiz kimimizi Allah’tan başka Rab edinmesin.” Eğer bu daveti red ederlerse: ‘Bizim, Allah’ın emirlerine itaat eden mü’minler olduğumuza şahid olun!’ deyin” (Âl-i ımran, 3/64).

<Alttaki kısım, Ali Ünal’ın Hoşgörü ve Diyalog ile ilgili yazısından alınmıştır.>
Hoşgörü ve diyaloga, meselâ, “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin; onların bazısı bazısının dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, hiç şüphesiz onlardandır. Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (Mâide Sûresi, 5/51) mealindeki âyet ve benzeri âyetlerden hareketle Kur’ân'ın karşı olduğu asla iddia edilemez. Çünkü:

Meselâ, “Onların yoluna uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da senden asla razı olmayacaklardır.” (Bakara Sûresi, 2/120) bir Kur’ân âyetidir. Buna karşılık, “Kendilerine (önceden) Kitap verilmiş olanlar, onu nasıl okumak gerekiyorsa öyle okurlar. Onlar, o (Kur’ân)'a iman etmişlerdir. Kim de onu inkâr ederse, öyleleri kaybedenlerin ta kendileridir.” de (Bakara Sûresi, 2/121) Kur’ân âyetidir. “Ehl-i Kitap'tan bir grup ister ki, sizi sapıklığa atsınlar; ama onlar ancak kendilerini sapıklığa atarlar da, farkında değillerdir.” (Âl-i ımran Sûresi, 3/69) âyet olduğu gibi, “Hepsi aynı değildir: Kitap Ehli içinde doğruluktan şaşmayan istikamet sahibi bir cemaat vardır ki, gece saatlerinde Allah'ın âyetlerini hakkıyla okuyarak, secdelere kapanırlar.” (Âl-i ımran Sûresi, 3/113) da âyettir. Ehl-i Kitap'la diyaloga itiraz edenlerin sık sık dile getirdikleri ve biraz önce zikrettiğimiz, “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin; onların bazısı bazısının dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, hiç şüphesiz onlardandır. Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (Mâide Sûresi, 5/51) nasıl âyetse, “Ancak Allah sizi, dininizden dolayı sizinle savaşan, sizi öz yurdunuzdan çıkaran ve çıkarılmanıza destek verenlerle dost olmak ve onları sahiplenmekten men etmektedir. Kim onlarla dost olur ve onları sahiplenirse, işte böyleleri zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehane Sûresi, 60/9) ve “Allah, dininizden dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilikte bulunmak ve mümkün olduğunca âdil davranmaktan sizi men etmez. şüphesiz ki Allah, hak ve adalet konusunda titiz olanları sever.” (Mümtehane Sûresi, 60/8) de âyettir.

Konuyu daha da aydınlatmak açısından başka konularda başka misaller de verelim: “Bakmaz mısın, kendilerine 'Ellerinizi savaştan çekin denilenlere!' (Nisâ Sûresi, 4/77) bir âyetten bir cümledir. “Kendilerine savaş açılan mü'minlere, mukabil olarak savaşma izni verildi.” (Hacc Sûresi, 22/39) de, yine bir başka âyete ait bir cümledir. Bunlar gibi, “Fitne ortadan kalkıp, din bütünüyle Allah'a hasredilinceye kadar onlarla savaşın.” (Enfâl Sûresi, 8/39) da âyettir. Bütün bunlara karşılık, “ıman edenlere söyle: Allah'ın (ceza) günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Çünkü Allah, her topluma yaptığının karşılığını verecektir.” (Câsiye Sûresi, 45/14) de yine Kur’ân'da yer alan bir âyettir.

Aynı şekilde, “O Allah ki, Kitap Ehli'nden küfredenleri, Âhiret'ten önce dünyada ceza için ve sürgün edilmek maksadıyla bir araya toplayıp, yurtlarından çıkardı... Allah, onları hiç ummadıkları yerden bastırdı; kalblerine korku saldı onların. Öyle ki, evlerini bizzat kendi elleriyle yıkıyorlar, mü'minlerin yıkmasına hiç ses çıkarmıyorlardı.” (Haşr Sûresi, 59/2) âyetleri Kitap Ehli hakkında olduğu gibi, “Ehl-i Kitap'la en güzel olan yoldan başkasıyla mücadele etmeyin! ıçlerinden zulmedenler hariç onlara: 'Biz hem bize indirilene iman ettik hem size indirilene, bizim ilâhımızla sizin ilâhınız aynıdır. Biz ona teslim olmuşuz' deyin” (Ankebût Sûresi, 29/46) âyeti de Kitap Ehli hakkındadır.

Verdiğimiz bu âyetler ve bunlar gibi Kur’ân'da yer alan daha pek çok âyet, zahirde birbiriyle çelişir gibi görünmektedir. Oysa bizzat Kur’ân, kendisinde çelişki bulunmamasını Allah'ın Sözü olmasına delil olarak zikretmektedir (Nisâ, 4/82). O halde yapılması gereken, yasaklanmış bir tavır ve davranış olarak, zahirî bakışla birbirleriyle çelişkili gibi görünen Kur’ân âyetlerini delil gibi kullanıp tartışmak ve bu şekilde Kur’ân'ı muharebe meydanı haline getirmek değildir. Bu noktada, Kur’ân'ı anlama, Kur’ân'ın bir kısmının bir kısmını, yani âyetlerin âyetleri tefsir ettiği gerçeği, tahsis (umumî bir ifadenin ve ondaki hükmün bir olay, şahıs veya vakte özgü olduğunu idrak), ta'mim (genelleştirme), takyit (sınırlama), esbâb-ı nüzûl (âyetlerin iniş sebebi), nesh gibi ve daha başka önemli düsturlar ihtiva eden usûlüyle tefsir ilmi devreye girer. Söz konusu âyetlere bu çerçevede yaklaştığımızda ortaya çıkan gerçek şudur:

Bazılarınca Kitap Ehli'yle diyalogu kesinlikle ve her şartta men ettiği ileri sürülen Mâide Sûresi 51'inci âyette Kur’ân-ı Kerim, gerçekten “Yahudilerle Hıristiyanları dost edinmeyin!” buyurmaktadır. Ama aynı Kur’ân, Mümtehane Sûresi 8 ve 9'uncu âyetlerde, “Ancak Allah sizi, dininizden dolayı sizinle savaşan, sizi öz yurdunuzdan çıkaran ve çıkarılmanıza destek verenlerle dost olmak ve onları sahiplenmekten men etmektedir.” buyurmakta, bunun da ötesinde, “Allah, dininizden dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilikte bulunmak ve mümkün olduğunca âdil davranmaktan sizi men etmez.” demektedir. şu halde ıslâm'da asıl düstur, bize karşı düşmanlık ve harp hali olmadıkça, herkese dostluk ve insanlık elini uzatmak, iyilikte bulunmak, düşmanlık ve harp halinde bile adaletten ayrılmamaktır. Yani, Mümtehane Sûresi'nin ilgili âyetleri, Mâide Sûresi'nin 51'inci âyetini takyit etmekte, yani sınırlamaktadır. Ayrıca, Mâide Sûresi'nde sözünü ettiğimiz: “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin; onların bazısı bazısının dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse hiç şüphesiz onlardandır. Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” âyetinin manâsı, “Sizden kim onları dost edinirse hiç şüphesiz onlardandır”cümlesinden de açıkça anlaşılacağı üzere ve Hükmün müştaka ta'liki me'haz-i iştikakın illiyetini iktiza eder veya, Hükmün müştak üzerine olması, me'haz-i iştikakın illiyetini gösterir (Bir sözden çıkarılan hüküm için temel alınan kelime, o hükme illet olmalıdır) kaidesince, âyetteki manâ, “Yahudileri ve Hıristiyanları Yahudilik ve Hıristiyanlıklarından dolayı dost edinmeyin. Onları bu şekilde dost edinen onlardandır.” demektir. Nitekim, yukarıda naklettiğimiz ve Müslümanlarla dinlerinden dolayı savaşmayanların dost edinilebileceğini, hattâ onlara iyilikte bulunulabileceğini buyuran âyetler de, bu manâyı açık olarak desteklemektedir.

<Alttaki kısım Prof.Dr. Suat YILDIRIM”ın YeniUmit dergisinde yayınladığı Diyalog ile ilgili yazısından alınmıştır.>
Ehl-i Kitap ile diyalogu zorlaştıran hususlarda şu âyetler bulunmaktadır:
“Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır.” (Maide, 5/51).

“Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri veli edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah ile ilişiğini kesmiş olur. Ancak onlar tarafından gelebilecek bir tehlike olursa başka. Allah sizi Kendisine isyan etmekten sakındırır. Dönüş yalnız Allah’adır.” (Âl-i ımrân, 3/28). Müfessirlerin açıklamalarına bakacak olursak şunları görürüz:

Taberi’nin tercihi şudur: Allah Tealâ, mü’minleri, Allah’a ve Resûlü’ne iman eden mü’minlerin aleyhine olarak kafirlere destek vermekten ve onlarla anlaşma yapmaktan men etmektedir (Maide 51’in tefsirinde).

Müfessirler, mezkur âyetleri şu âyetlerle birlikte ele alırlar: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiç bir topluluğun, Allah ve Resûlünün karşısına çıkan kimseleri -isterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri ve sülaleleri olsun- sevdiklerini göremezsin” (Mücadile, 58/22). “Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanlarınızı veli edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği reddettikleri halde siz onlara sevgi sunuyorsunuz. Resûlullah’ı ve sizi, sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için vatanınızdan kovuyorlar.” (Mümtehine, 60/1). “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kâfirlere gelince Allah, sizi onlara iyilik etmekten, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah adil olanları sever. Allah sadece dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yurdunuzdan kovan veya kovulmanıza destek veren kâfirleri veli edinmenizi yasaklar. Her kim onları veli edinirse işte onlar zalimlerin ta kendileridir” (Mümtehıne, 60/8-9).

Veli: hami, koruyucu, müttefik, kişinin işlerini uhdesine alan, dost anlamlarına gelir. M. Hamdi Yazır’ın bildirdiğine göre, âlimlerin ekserisi Mümtahine 8 âyetindeki yasaklamanın, ellezine ism-i mevsulünün sılasının ardından zikr edilen iki sıfatı (yani dinden ötürü savaşmayan ve vatandan çıkarmayan) taşıyan kafirler hakkında olduğu görüşündedirler. Bu; zımmî, müste’men, münasebet kesilmeyen antlaşmalı ve barış yapanların hepsini kapsamına almaktadır. Mü’minler burada zikredilen gayr-i müslim gruplardan hiç birine iyi davranmaktan ve ihsanda bulunmaktan men edilmiş değildirler (H. Yazır, Mümtehıne 8’in tefisirinde). Nitekim Taberi de böyle tefsir etmiştir. ıbn Aşur Maide 51 âyetini şöyle açıklamıştır: “Müfessirler iki şekilde tefsir etmişlerdir: a) Veli edinmek, kâmil manasıyla veli edinmek olup onların dinlerini tamamen benimseyip ıslâm dininde kusur bulmak anlamındadır. Nitekim ıbn Atiyye “Kim onların akaidini ve dinlerini benimserse o da küfürde ve Cehennem’de ebedi kalmakta onlar gibi olur.” b)Yahut “Fe innehu minhum” teşbih-i beliğ ile “o da azaba müstahak olmada onlardan biri gibi olur” demektir. ıbn Atiyye der ki: “Ama her kim, kendi imanını bozmaksızın ve onların akaidini benimsemeksizin, davranışlarıyla onları desteklerse, o da onlara yapılan ayıplanmaya ve kötülenmeye dahil olur.” “Ehl-i Sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir ki küfrü benimseme ve sırf ondan dolayı kâfirlere meyl etme durumu olmadıkça kişi (bu davranışları sebebiyle) ıslâm’dan çıkmaz. Fakat böyle yapmak büyük sapıklıktır.” (ı. Aşur, Maide 51’in tefsirinde).
Mezkûr âyetlerdeki nehiyler zimmi Ehl-i Kitab’a şamil değildir. Zira onlar Müslümanlarla “lehum mâ lenâ ve aleyhim mâ aleynâ” durumundadırlar. Onun için onlarla evlenmek, onlarla ortaklık kurmak, ticaret yapmak, hastalarını ziyaret etmek gibi beşeri münasebetler caizdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) hasta bir Yahudi genci ziyaret etmiş, onu müsait görünce kendisine ıslâm’ı tebliğ etmiş, o da Müslüman olmuştu (Buharî, “Merdâ”, 11). ıslâm devlet yönetiminin onları koruması, onları eziyet ve güvensizlikten emin tutması, onlardan düşmana esir düşen olursa esirlerini kurtarması farzdır. Zira onların ahitlerinin ebediliği cari olduğu gibi haklarında ıslâm ahkâmının uygulanması da geçerlidir. Bu haklar Müslümanlar kadar zimmiler için de geçerlidir (Cemaleddin el-Kasımî, Mehâsinü’t-Te’vil, Mümtehıne 22 tefsirinde: 16: 5730-5731). ıbn Kayyim el-Cevziyye şöyle der: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ehl-i Kitap’tan kendisini davet edenlerin davetine icabet eder, yemeklerinden yerdi. Bir defasında bir Yahudi onu arpa ekmeği yemeye davet etmişti. Müslümanlar Ehl-i Kitab’ın yemeklerinden yerlerdi. Hz. Ömer (r.a) Müslümanlara, yanlarından geçen Ehl-i Kitab’ı davet etmeyi şart koşmuştu: “Yediklerinizden onlara da yediriniz!” demişti. Esasen Allah Tealâ Kitabında bunu mübah kılmıştır. Hz. Ömer şam’a gittiğinde oradaki Ehl-i Kitap yemek hazırlayıp kendisini davet ettiler. O “Yemek nerede?” deyince: “Kilisede” dediler. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a)’a: “Sen Müslümanları al ve oraya git!” dedi. Hz. Ali onları aldı, Kiliseye girdiler, yemeklerinden yediler. Hz. Ali bir yandan oradaki suretlere bakıp şöyle dedi: “Mü’minlerin Emiri de bizimle girip yeseydi ne olurdu ki?” (ığâsetü’l-Lehfan, Meymeniyye mtb., Mısır, 1320, s: 84).”


“Habeşistan’a sığınma olayını da hatırlamak gerekir. Orada Hıristiyanlar hâkim oldukları halde Müslümanlara hak ve özgürlük tanıdıkları için, Peygamberimizin tensîbi ile bir gurup Müslüman Habeşistan’a göçtü ve yıllarca orada yaşadılar. “
<Alttaki metin, pr.dr. ıbrahim Canan’ın Peygamberimizin(s.a.v.) ehli kitapla diyalogu adlı yazısından alınmıştır.>
ıslâm, kelime olarak sulh ile münasebattardır. Hedefi de insanlığı sulhe kavuşturmaktır. Onun ilk muhatapları hep müşrik Araplardı. Hz. Peygamber (s.a.s.), tebliğine başlarken onlara en yakınları için hazırladığı bir yemek ziyafeti vesilesiyle evinde yaptığı davette olsun, arkadan yine dar çerçevede Safa tepesinde yaptığı tebliğde olsun Allah'ı, âhiret hayatını, Âhiret'teki sorumluluğu hatırlatmıştı. Yaptığı tebliğdi; muhatapları müşrikti ve onlara evinde yemek veriyordu. Hz. Hatice'nin servetinin önemli bu kısmı bu tür ziyafetlerde harcanmıştı. Yani o, baştan beri herkesle diyalog halindeydi. Diyalog olmasa tebliğ olmazdı. Ve elbette diyalogun ve onun sürmesinin en önemli şartı, insanların birbirlerini önce ne iseler o olarak ve kendi konumlarından kabuldü.

Ve o, büyük tepki görüyordu. Alaya alınıyor, işkencelere maruz kalıyordu. Ama, kimse ile münasebetini kesmiyordu. Gelmeyene gidiyor, kovulsa, defalarca reddedilse bile herkesle münasebetini devam ettiriyordu.

Peygamber aleyhissalâtu vesselâm sabrediyor ve inananlara da sabır tavsiye ediyordu. ışkence altında ölenler oldu. Mü'minler, gittikçe artan müşrik saldırıları karşısında hayatta kalabilmek için ana yurtlarını, baba evlerini, mal-mülk bütün varlıklarını terk ederek kuru canlarıyla önce Habeşistan'a, daha sonra Medine'ye hicret etmek zorunda kaldılar. Ancak müşrik Mekkeliler, mü'minleri hem Habeşistan'da hem Medine'de takibe devam ettiler.

Hz. Peygamber Efendimiz'in Mekkelilerle yaptığı ilk üç savaşın üçünün de Medine'nin yakın çevresinde cereyan etmesi, Resûlüllah'ın her defasında kendini savunmak mecburiyetinde kaldığının en güzel delilidir. Onun bütün maksadı, insanların manen dirilmesiydi. O, savaşmak zorunda kalırken bile öldürmek için değil, diriltmek için savaşıyordu. Yeri gelince, onun Uhud Savaşı'nda düşürüldüğü çukurda yüzüne batan zırhı çıkarır ve kanlar içinde iken, arkadaşlarından bazılarının Mekkeliler için bedduada bulunması isteğine, ellerini kaldırıp, “Ya Rabbi, kavmimi affet, çünkü onlar bilmiyorlar!” dediğini anlatırız. Yine yeri gelince, hayatının en acılı iki gününden biri, Uhud'dan daha acılı bir günü olarak zikrettiği Taif ziyareti dönüşü o hazin münacatı karşısında Hz. Cebrail'in gelip, “Ya Muhammed (s.a.s.)! ıstersen Dağlar Meleği'ne emredeyim, şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!” demesine, hiç tereddüt etmeden, “Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü'min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!” şeklinde mukabele etmesini anlatırız. Bütün bunlar, insanların dirilişi, imanlarının ve âhiretlerinin kurtulması adına onlarla münasebetin, diyalogun devamını, daima insanların hayrını istemenin gereğini anlatan en güzel misaller değil midir?

Hudeybiye Sulhü: Diyaloğun Savaşa Tercihi
ınsanları ıslâm'a kazanmada Hz. Peygamber'in takip ettiği metot, savaş ve baskı değil, prensipte her zaman için sulh ve sulh ortamında ıslâm'ın yaşanışını göstermek, fiilî örnek ortaya koymak olmuştur. Bunun en güzel örneği Hudeybiye Sulhü'dür.

Resûlüllah (s.a.s.), bu sulhü elde etmek için en yakınlarının ve bu meyanda “Benden sonra bir peygamber gelecek olsaydı o, Ömer ibnu'l-Hattâb olurdu.” hadisiyle feraset ve kapasitesi nebevî tasdik ve takdire mazhar olan Hz. Ömer gibi birinin bile anlamakta zorlanarak “haysiyet kırıcı”, “zillet getirici” taviz olarak değerlendirdiği, hattâ neredeyse bütün arkadaşlarının kabulde zorlandığı davranışlarda bulundu. O gün Hz. Ömer (r.a.) ile Resûlüllah (s.a.s.) arasında geçen konuşma şöyle idi:

- Ey Allah'ın Resûlü! Biz hak üzere, onlar da bâtıl üzere değiller mi?
- Elbette, şüphesiz öyle!
- Bizim ölülerimiz cennetlik, onlarınki cehennemlik değil mi?
- Elbette! şüphesiz öyle.
- Öyleyse niye dinimizde bu zilleti kabul ediyoruz? Allah bizimle onlar arasında (savaşla belirlenecek) hükmünü vermezden önce geri mi döneceğiz?

- Ey Hattâb'ın oğlu, ben Allah'ın Elçisi'yim ve O'nun emrine muhalif de değilim ve Allah da ebediyen bizi terk etmeyecektir!”

Medine'ye dönmek üzere yola çıkılır. Yolda Fetih Sûresi iner ve Hudeybiye Sulhü'nü bir zafer olarak müjdeler: “Biz sana apaçık bir zafer ve fetih ihsan ettik!” Hz. Peygamber, sûreyi Hz. Ömer'e baştan sona kadar okur.

Hudeybiye Sulhü'ne karşı çıkıştaki hatasını bilahare anlayarak kefaret için zaman zaman ömür boyu oruç tutup, sadaka verecek olan Hz. Ömer, ayrıca Hz. Ebu Bekr ve diğer pek çok sahâbî ittifakla, Hudeybiye sulhünün “ıslâm'ın en büyük zaferi olduğu”nu ifade edeceklerdir (Vâkidî, 1966, 2: 609-610).”

<Alttaki kısım Hayrettin Karaman’ın yazısından alınmıştır>
“Hani hep diyalogdan söz ediliyor ya, size hem diyalog, hem de öteki ile ilişkilerde tutulacak yol hakkında çarpıcı bir örnek vereceğim. Bu örnek, Peygamberimiz ile Yemen sınırında yaşayan Necran Hıristiyanları arasında geçen görüşme ve diyalogdur. Daha önce de kendileriyle, bazı askeri harekât ve mektup gönderme şeklinde temaslar yapılmış olan Necran Hıristiyanları, 9. Hicrî yılda ıslâm Peygamberi ile görüşmek üzere Medine’ye geldiler. Altmış kişilik heyet içinde mahkeme başkanı ve büyük din adamları da bunuyordu. Öğleden sonra Mescid’de huzura kabul edildiler. Bir müddet sonra ibadet saatleri geldiği için izin istediler, Peygamberimiz dışarı çıkarak Mescid’i onlara bıraktı, doğu tarafına yönelerek ibadetlerini yaptılar.

Bir ara Yahudilerin de katıldığı ve tartışmanın Yahudilik ile Hıristiyanlık üzerine kaydığı oldu, ama genel olarak ıslâm ve Hıristiyanlık üzerinde duruldu, Âl-i ımran sûresinde yer alan ve Hıristiyanların tanrı inancını tenkit ederek düzelten birçok âyet de bu tartışmalar sırasında vahyedildi. Apaçık gerçek karşısında Hıristiyanlar direnince “mübâhele” adıyla anılan usulü açıklayan âyetler geldi (3/61-64). Buna göre Peygamberimiz karşı tarafa, “her iki tarafın eşlerini ve çocuklarını yanlarına alarak gelmelerini ve yalan söyleyenin Allah’ın lanetine uğraması için dua etmelerini” teklif ediyordu. Heyet düşünmek üzere izin istedi. Kendi aralarında konuştular ve böyle bir riski göze alamadılar, ama siyasi bağlılığı ifade eden bir anlaşmaya razı oldular. Bu anlaşma metni de dini hoşgörü bakımından çok önemli satırlar ihtiva etmektedir:

“...Onların mallarına, canlarına, dini inanç ve uygulamalarına, hazır bulunanlarına ve bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine... şamil olmak (hepsini kapsamak) üzere Allah’ın himayesi ve Resûlullah Muhammed’in zimmeti (koruma yükümlülüğü) Necranlılar ve onlara bağlı etraftakiler lehine bir haktır. Hiçbir piskopos kendi vazife yerinin dışına, hiçbir papaz görevli olduğu kilisenin dışına, hiçbir rahip içinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere alınıp gönderilemeyecektir....”

Bu anlaşmadan önce yine Necranlı Hıristiyanların liderlerine gönderilen mektubun hem besmele kısmı (diyalog bakımından), hem de muhtevası çok önemlidir:

“Muhammed’den Necran papazlarına,

ıbrahim, ıshak ve Yakub’un Allah’ının adıyla,

Gerçekten de ben sizi yaratıklara tapmaktan Allah’ın kulluk ve ibadetine davet ediyorum ve sizi, yaratıklarla yapılmış ittifak anlaşmalarının ötesinde Allah ile ittifak anlaşması yapmaya çağırıyorum. Bu duruma göre şayet reddedecek olursanız, cizye yükümlülüğü gelir, şayet cizyeyi de reddedecek olursanız size harp açarım, Vesselâm.” (Geniş bilgi için bak. M. Hamidullah, ıslâm Peygamberi, 1019. paragraf vd.).”

Peygamberimizin rehine almayı ve öldürmeyi kesin olarak yasakladığı bilinmektedir. Bunun bir taktik olarak da geçerliğinin olmayacağını size bir örnekle açıklamak isterim. Peygamberimiz Medine’ye hicret buyurduktan bir süre sonra Müslümanlar güçlendiler. Gayr-i müslimlerin bir kısmı Medine’de kalırken, çıkar çatışması veya dini taassup yüzünden bir kısmı orayı terk ettiler, bir kısmı ise Müslüman gözükerek içeriden yıkma metodunu seçtiler. Malumunuz bunlara münafık deniyor. Bunlardan, ıslâm cemaati, Efendimiz ve din çok zarar gördü, çok eza cefa çektiler. Bunlar tahrikler yaptılar, fitne çıkardılar, Müslümanları birbirine düşürmeye çalıştılar. Allah Tealâ, kim münafık, kim sadık Müslüman bunu Efendimiz’e bildirebilirdi ve büyük bir ihtimalle de bildirmişti. Çünkü bazı rivayetlerde Hz. Huzeyfe’nin, Hz. Ömer’in ve Peygamberimizin münafıkları bildiği zikrediliyor. Fakat bu biliş objektif değil, objektif veriye dayamıyorsunuz, yani hukuki bir dayanak değil. Adam ben münafığım demiyor, “Müslümanım” diyor. Dolayısıyla bu bilme, bilen ile O’nun, yani bildiren Allah’ın arasındaki bir bilgi. Ashab-ı kiram, bir adamın münafık olduğuna dair deliller iyice çoğalınca, artık objektif bilgiye doğru yaklaşınca “bunları öldürelim ya Resûlallah!” diyorlar. Efendimiz diyor ki: Devlete ve topluma ihanet ettikleri için bunlar -hukuka göre- ölümü hak etseler bile öldüremem; çünkü öldürürsem olay etrafa, “Sakın Müslüman olmayın; çünkü Muhammed ashabını da öldürüyor” şeklinde yayılır.. Bu davranışın gerekçesi çok açık; ıslâm’ın imajı kirlenmesin, ıslâm’a olan sempati azalmasın, ıslâm’a yöneliş olumsuz etkilenmesin!. Bu çok önemli bir ilke değil mi sizce?”

Irak’ta işgal var tamam, işgale hepimiz karşıyız, bu da tamam, bu işgalin sahtekâr bir gerekçe ve insani olmayan bir yöntemle yapıldığını, haksız olduğunu ve orada insanlara zulmedildiğini hepimiz biliyoruz. Dünya da biliyor. Bir haber, bir istatistik yayımlandı; bu işgalden beri yüz bin insan öldürülmüş, bu yüz bin insana karşı siz hiçbir iyiliği, hiçbir maslahatı, (menfaati çıkarı) ileri süremez, savunamazsınız. Bu insaniyetin iflasıdır. Gerekçeniz ne olursa olsun, “güvenlikti şuydu buydu, hiçbir gerekçeyle” -yüz bin savaşçı değil bunlar, büyük bir kısmı çoluk çocuk, kadın, yaşlı insanlar- bunları öldürmeyi savunamazsınız. Evet, bütün bu olanlara nefretle ve hararetle karşı çıkıyoruz, itiraz ediyoruz, tamam, lâkin siz tutun fiilen muharip olmayan, orada bir takım hizmetler ifâ eden Japon, Koreli, Türk... elinize geçeni rehin alın ve kesin; bunu din kurallarına dayanarak da, taktik olarak da savunamazsınız, meşru olduğunu iddia edemezsiniz. Bunun çevreye yayılmasına ve etkisine gelelim. Müslümanlara karşı programları, projeleri olan insanlar bunu yaftalaştırıyorlar, bunu her türlü aracı kullanarak bütün dünyaya yayıyorlar; peki kim kazanıyor, kim kaybediyor sonuçta? Böyle cihad olur mu, böyle mücadele olur mu, böyle savaş olur mu?

Bu eylem, ıslâm adına savunulamaz, onun için içimde kuvvetli bir şüphe var, bu şüphe üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum: Bunu ya ıslâm düşmanları yapıyor yahut da gördüğü dayanılmaz zulüm karşısında düşünce ve duygusu örselenmiş, normal olmaktan çıkmış insanlara imkân sağlanarak yaptırılıyor!

Geçmiş zamanlarda olduğu gibi bugün de Müslümanlar düşmanın oyununa geliyor, önemli yanlışlar yapıyorlar. Afganistanlılar koca Rusya’yı mağlûp ettiler, sonra post kavgasına tutuşup perişan oldular. Iraklılar hep birlikte işgale karşı çıkmak ve bağımsızlık için mücadele etmek yerine grup ve bölge çıkarı kavgasına tutuştular, kaybediyorlar. Bütün bu olumsuz gelişmelerin çarelerinden biri de “birlik ve diyalog”dur; Müslümanlar arasında birlik, ötekilerle de -gerektiğinde aralarındaki çıkar çatışmalarını da kullanarak- bizimle ortak olan ortak noktalarda diyalog ve işbirliği.

Teşekkür ederiz."
..koynumdaki akrebi görene ve biana bildirene -fakat hakikat olmak şartıyla- minnettar olurum(en azından ümidim böyledir)!
wesselam
Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda'ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn... :sadbye:

barish

Orta Düzey

Mesajlar: 387

Konum: USA

Meslek: PHD ogrencisi

Hobiler: Risale, Pirlanta, Matematik

  • Özel mesaj gönder

2

30.08.2005, 08:16

kardesim...
yazini biraz okudum. Giris olarak bir anda daha konuyu acmadan "yakisir mi?" ve ya benzeri cumleler kurmussun. Hadi onu kenara koyalim. Yaziniz cok uzun.
Bu nedenle yeterince okuyucuya ulasmaniz cok zor. Size cevap yazanlarin cogu da benim gibi yazinin tamamini okumadan yazacaklardir. Simdi sizin iyi niyetinize ragmen bu uzunluk icinde mananin kaybolacagindan korkuyorum. Ayni zamanda da fitneye karsi oldugunuzu anlamakla birlikte yaziniz inshallah fitneye sebep olmaz..

hurmetler
barish
"Arkadas, gel bana bu Nur'larin elmaslarini kesfetmeye yardimci ol ve ben de sana "Allah razi olsun" diyeyim."

3

29.09.2005, 14:11

ÖZET

Bismillahi-r'rahmani-r'rahiim! :idea:
>"Bismillah her hayrın başıdır!"<
"Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene-fakat hakikat olmak şartıyla-minnettar oluyoruz, "Allah razı olsun" deriz."
:oops: :arrow: Bariş abi, Allah sizden, ve dahi, herbirlerimizden Allah razı Olsun!! :wink:

:arrow: "Yani, "ıki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir."” (mektubat;22.mektub shf.286)

:arrow: ..“Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir.”.. “(22.nci mektuptan) :roll:

Wassalamu aleykum warahmetullah! :)
Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda'ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn... :sadbye:

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir