Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

16.06.2005, 12:31

Takva ve Salih amel üzerine bir yazı dizisi

Tembeller okumayabilir :wink: , ama en azından koyu yerlere baksınlar, özellikle son kısımdaki. Bilgisayar başında okumayı sevmeyenler çıktı alıp çekirdek çitlerken okumayı deneyebilir. :D


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/19/nurfidanligi/default.htm"

Takva ve salih amel - 1 [/url]"]Takva ve salih amel (1)


şartların ağırlaştığı, ıslâmiyeti yaşamanın elde kor parçası tutmak gibi zorlaştığı, harama ve günaha çağıran yolların arttığı, günaha girmenin kolaylaştığı bir zamanda, yani ahirzamanda yaşıyoruz. Son asrın müceddidi yaklaşık yarım asır önce, bu zamanın dehşetinden ümitsizliğe düşmememiz için, bizlere; “Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir. Bu zamanda farzları yapan, kebîreleri (büyük günahları) işlemeyen kurtulur” müjdesini veriyor. ışte bizleri kurtaracak olan takva ve salih ameli daha yakından tanımaya çalışalım.

A. Takva ve salih amel nedir?

Ehemmiyeti nedir?

Bakara Sûresinin başında, “Bu Kur’ân müttakilere (takva üzerine yaşayan mü’minlere) bir hidayettir” buyruluyor. Hemen arkasından, müttakilerin sıfatları şöyle sıralanır: “O takva sahipleri, gayba inanırlar, namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah yolunda infak ederler.”

Al-i ımran Sûresinin 134. ve 135. âyetlerinde; “O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever. Onlar çirkin bir günah işledikleri veya herhangi bir günaha girerek kendilerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar ve günahlarının bağışlanması için O’na niyazda bulunurlar. Günahları ise Allah’tan başka affedecek kim vardır? Ve onlar, işledikleri günahta, bile bile ısrar etmezler” buyrulmaktadır. ışârâtü’l-ı’câz’da ise takvanın ehemmiyeti; “Kuvve-i şeheviye ile arzda fesad hâsıl olur, kuvve-i gazabiyenin tecavüzüyle katl ve kıtale mahal olur. Halbuki arz, takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmündedir”1 ifadeleri ile anlatılmaktadır.

4. Söz’deki; “O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit (farklı) derecede kat’ederler. Bir kısım ehl-i takvâ, berk (şimşek) gibi bin senelik yolu, bir günde keser. Bir kısmı da, hayal gibi elli bin senelik bir mesâfeyi bir günde kat’eder”2 ifadeleri, hepimizin yapmak zorunda olduğu berzah ve haşir yolculuğunda, takvanın anahtar rol oynadığını göstermektedir. Takvanın derecesine göre bu yolu kat etme hızı değişmektedir. Başka hiç bir sebep olmasa bile, insanların takatini zorlayan ve bezdiren bu yolculuğun suhûleti için takvayı esas tutmak gerekmektedir. Bu kadar önemli olan takvanın, sözlükteki anlamı: Büyük-küçük bütün günahlardan kendini korumak. şüpheli şeylerden de çekinmek. Ruhsatla değil, azimetle hareket etmek.

Ahlâkı tahrip eden bu sefahet ve hevesât zamanında takvanın en büyük esas olduğunu beyan eden Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikasında; “Çok ehemmiyetlidir” notunu düştüğü bir mektubunda şöyle diyor: “Aziz sıddık kardeşlerim. Bu günlerde, Kur’ân-ı Hakîmin nazarında îmandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan (şer’an yasak olan şeylerden) ve günahlardan içtinab etmek (kaçınmak) ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer (şerri defetmek), celb-i nef’a râcih olmakla (faydalı şeyleri celbe tercih edilmekle) beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında, bu takva olan def-i mefâsid (bozgunculuk yapacak fiil ve sözlerden çekinmek) ve terk-i kebâir (büyük günahları terk) üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet (üstünlük) kesbetmiş (kazanmış). Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebîreleri (büyük günahları) işlemeyen kurtulur.”2

ınsanın yapabileceği fiiller, takva yönünden şu dört çeşitten birisine girer:

1. Haramlar: Bunlar dinimizce kesinlikle yasaklanan şeylerdir. Takvada ilk akla gelen haramları terk etmektir.

2. Mekruhlar: Çirkin bulunan, hoş karşılanmayan fiil, söz ve hallere denir. Bunların terk edilmesi de takvadandır. Sigara içmek gibi.

3. şüpheliler: Yaparken kalbimizin rahat olmadığı şeylerdir. Ancak bunların da haramla komşulukları vardır. Hakkında kesin hüküm olmayan şeylerde, haram olma ihtimalinden dolayı onları terk etmek gerekir. Buna bir misal olarak kredi kullanmayı sayabiliriz. Hadis-i şerifte; “Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır. Nasıl bir çoban, koruluğun kenarında koyun otlattığında, koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın da harama düşme ihtimali öylece vardır” buyrulmaktadır. şüpheli, haramın komşusudur. Bir süre sonra harama düşme ihtimali vardır. ışte insan, her an harama düşeceği bir filmin, bir gazetenin veya benzer bir faaliyetin yanına dahi yaklaşmamalı. Takva bunu gerektirir. Aksi halde sonu harama varacağı kuvvetle muhtemeldir.

4. Mubah ve helâl olanlar: Bunlardan sadece gerektiği kadar istifade edilmeli ve israftan muhakkak sûrette sakınılmalıdır. Bu da bir çeşit takvadır. A’raf Sûresi 31. âyette; “Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz” buyrulmaktadır. Buradaki yiyecek ve içecekler helâl olanlardır. Haram olanlar zaten yasaklanmıştır. Helâl olanı israf etmek haramdır. Haramın terki de takva olduğuna göre israf etmemek takvadır.

Maddî ve manevî terakkinin (yükselmenin) iki esası ve zembereği vardır. Bunlar: 1- Celb-i nefdir. Yani fayda ve menfaatli şeyleri celp etmektir. 2- Def-i şerdir. Yani zararlı olan şeylerden de uzak durmaktır. Ortada şer varsa, ilk önce onu uzaklaştırmak çok daha önemlidir. Çünkü şer uzaklaştırılmazsa kazancın da bir mânâsı olmaz. Dibi delik kovaya su doldurmak gibi bir durum ortaya çıkar. Zarar yollarını kapamayan bir insan, kazandığından çok fazlasını kaybedebilir ve sonuçta iflâs eder. Virüs bulaşan bilgisayara, virüsü temizlemeden çok güzel bir yazı yazılsa, sonu hüsran olan bir emek olacaktır. Bunun için önceliğin virüsü temizleme işine verilmesi gerekir. Belki virüs temizlenirken vakit kaybı olacaktır ama, netice daha güzel olacaktır.

Manevî hayatımızdaki def-i şer ise; Allah’ın yasakladığı şeylerden, haramlar ve günahlardan kaçınmaktır. Bütün ibadetlerimize ve hayırlı işlere başlarken söylediğimiz “euzu besmele” ile aslında farkında olmadan takva ve salih ameli birlikte işliyoruz. “Euzu besmele” ile kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınarak önce şerri def ediyoruz. Sonra da bütün güç ve kudreti elinde tutan Allah’ın yardımını talep ederek menfaati celb ediyoruz. Ancak bunu hissetmek ve yaşamak gerekiyor.

Def-i şer hali olan takvanın, salih amelden daha önemli ve öncelikli olduğunu söylemiştik. Çünkü salih amel ancak takva ile korunabilir. Bu konuda şu hadis-i şerifin, hiçbir zaman unutulmamasında elbette büyük hayırlar vardır: “Ümmetimden müflis o kişidir ki; kıyamet günü namaz, oruç, zekât gibi ameller ile gelir. Buna karşılık ona buna sövmüş, iftira etmiş, kiminin malını yemiş, kiminin kanını dökmüş ve kimini de dövmüştür. Ahirette bu iyilikleri hak sahiplerine dağıtılır. ıyilikleri yetmeyip bittiği zaman da hak sahiplerinin günahlarından bir kısmı alınıp kendisine yüklenir ve Cehenneme atılır.” ışte takvanın ehemmiyetini insanın tüylerini ürperterek ikaz eden kutlu Nebînin sözleri. Ne mutlu salih amellerini takva ile muhafaza edebilenlere.

şimdi yine takva konusuna Risâle-i Nur’daki asıl şekli ile devam ediyoruz: “Böyle kebâir-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlâsla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerâit içinde çok hükmündedir. Hem takva içinde bir nevî amel-i sâlih var. Çünkü bir haramın terki, vâcibdir; bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Böyle zamanlarda—binler günahın tehacümünde—bir tek ictinab az bir amel ile yüzer günahın terkiyle yüzer vâcib işlenmiş olur. Bu ehemmiyetli nokta niyetle, takva namiyle, günahtan kaçınmak kasdiyle menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i sâlihadır.”3

Kişi kendisine hücum eden binlerce günahı, ihlâsla ve Allah korkusuyla terk ederse, yüzlerce vacip işlemiş oluyor. Haram görüntülerle dolu olan TV’nin günahtan kaçınmak niyetiyle kaldırılması haramın terki oluyor. Ama programlar beğenilmediği için kaldırılırsa, burada bahsi geçen büyük sevap kaybedilir. Yeterince nefsine hitap etmediği için kaldırsa, bütün bütün ziyanda olur. Burada şu noktaya dikkat gerekir: Televizyonun kapatılması değil, kaldırılması. Kapatınca korunun kenarında otlayan koyunlara benziyoruz. Ha bire nefis ve şeytan; “Acaba ne var?” diye bizi aldatmaya çalışıyor. Evet bu zamanda küçük bir âleti def, etmekle binler, milyonlar adet vacip işlenmiş oluyor. Burada da gördüğümüz gibi ekseriya takva ile salih amel iç içedir. Takva, insanı salih amel işlemeye götürürken, salih amel de kişiyi takvaya götürmektedir.

Salih amelin bir diğer tarifi Mesnevî-i Nuriye’de şöyle yapılmaktadır:

“ımana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mal-i salihadır. Salih amel ise, maddî ve manevî hukuk-ı ibada tecavüz etmemekle, Hukukullah’ı da bihakkın ifa etmekten ibarettir.”4

ınsanların ve sair varlıkların maddî ve manevî haklarına tecavüz etmemek salih amel sınıfından sayıldığı için çok önemlidir. Varlıkların haklarının çiğnenmesine arzın halifesi olan kul da, Allah da razı değildir.

Hukukullah kelimesinden daha çok kişinin ibadet hayatı anlaşılır. ınandığı gibi yaşamayan, Allah’ın emirlerine uymayan insan Hukukullah’a riayet etmemiş olur. Hukukullah’ın bihakkın ifa edilmesi gerekir. şekle ve ihlâsa uygun olmalıdır. Amelin salih olmasının ilk şartı da ihlâstır. Yani o ibadeti sadece ve sadece Allah rızası için yapmaktır. Mesnevî’de; salih amelin ruhunun, ihlâs olduğu belirtilir. Diğer şartı ise tadil-i erkândır. Yani ibadeti Peygamberimiz (asm) nasıl yapmışsa öyle yapmaktır. Kendi aklından istediği şekilde namaz kılan, oruç tutan insanın ameli salih olmaz ve Allah katında da makbul değildir.

Kur’ân-ı Kerim’de imandan sonra salih amelin zikredildiği pek çok âyet vardır. Bunlardan biri; “Asra yemin olsun ki, hiç şüphesiz insan hüsrandadır. Ancak, iman edip, salih amel işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna” âyetidir. (Asr: 1-3 âyet)

Salih amel, müsbet ve ihtiyarî (namaz, oruç, zekât, hac, kurban gibi); menfî ve ıztırarî (musibetler, elemler, hastalıklar gibi) olmak üzere ikidir.5

Kaynaklar:

1- Nursî, Bediüzzaman Said, ışârâtü’l-ı’câz, s: 252, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

2- Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s: 27, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

3- Nursî, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lâhikası, s: 110, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

4- Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevî-i Nûriye, s: 115, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

5- Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s: 656, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

Dr. Dudu Sümeyra Ayçiçek / ayciceka@hotmail.com

19.05.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/06/02/nurfidanligi/default.htm"

Takva ve salih amel - 2 [/url]"]Takva ve salih amel(2)


ınsan fıtratı ile takva ilişkisi

ınsanlar ibadete istidatlı ve takvaya kabiliyetli olarak yaratılmışlardır. ınsanlardan, verilen o istidad ve kabiliyeti yerli yerinde kullanmaları, en mükemmeli bulmaları elbette beklenir. ıbadetin kemali ise takvadır.

“Cenâb-ı Hak insanlara kemal için bir istidat, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu itibarla Cenâb-ı Hak insanlardan o işlerin yapılmasını intizar etmektedir, denilebilir. Bu teşbih ve istiarede, hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna ve ibadetin de neticesi takva olduğuna ve takvanın da en büyük mertebe olduğuna işaret vardır.”1

Buradan insanın yaratılış hikmetinin ve ibadetinin neticesinin takva olduğunu anlıyoruz. Takvaya erişmek ise, ibadetleri yapmakla birlikte haramları da terk etmekle olacaktır.

Takvanın kısımları

Bakara Sûresi 3. âyette geçen ‘Ellezîne (onlar ki)’ ile ‘müttakîn (takva üzere olanlar)’ arasındaki münasebete gelince: Bunların biri tahliye, yani temizlemek anlamında, diğeri ise, süslendirmek mânâsınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup burada olduğu gibi, daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalp, takva ile günahlardan temizlenir temizlenmez hemen onun ardında iman ile süslendirilmiştir. Günahlardan temizlenmek de; şirki, isyanı ve Allah’tan gayrısını kalben terk etmekle olmaktadır. Süslendirmek ise, kalben, bedenen ve mal ile sevap işlemekle iyilik yapmakla olur. Esas itibariyle insanda sahip olduğu beden, kalp ve mal olmak üzere üç büyük nimet var. Bunların da her birinin takvası bulunmaktadır. Mümin kişi takva ile günahlarından temizlenir. Bedeni, kalbi ve malı temizlenen kişinin artık azam mertebede salih amelle zinetlenmesi gereklidir. Bunlar ise: Kalp amellerinin güneşi, iman; beden amelinin fihristesi, namaz; mal amelinin kutbu ise zekâttır.2

Takva üç kısımdır:

I- şirkten takva: Müşrik ve münafık olmaktan korkmak ve her konuda tevhit inancıyla amel etmek. Bir mü’minin bildiğimiz mânâsıyla şirke girmesi, putlara tapması düşünülemeyeceğine göre, şirkten takva denilince gizli şirk anlaşılmalıdır. Her mü’min için farkına varmadan yapabileceği bir şirk olduğu için çok büyük bir tehlike arz etmektedir. Gizli şirkten, yani riyadan, sebeplere hakikî tesir vermekten, insanların teveccühünü kazanmaya çalışmaktan, malına, kuvvetine, evlâdına veya ameline güvenmekten kaçınmak gerekir. şirkten takva bahsini şu alt başlıklarda inceleyebiliriz:

a- Konuşulan kelimelerde gizli

şirk bulunması:

Dinsizliği çağrıştıran ve ehl-i îman tarafından bilmeden kullanılan dehşetli kelimeler var. Bunlar: “sebepler icat etti”, “kendi kendine oluyor”, “tabiat icat ediyor” kelimeleridir.3 Bu kâinattaki sebepleri, eşya ve hadiseleri; gerçek fail gibi görmek, kalben bağlanmak gizli şirke giriyor. Tabiatı ve sebepleri Allah’ın mahluku ve memuru olduğunu görerek, nimetleri Allah’tan bilmemiz gerekir. “Bir padişahın kıymettar bir hediyesini bize getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak”4 gibi bir yanlışa düşmemeliyiz. Bulutun yağmura, ağacın meyveye, güneşin ziyaya, anne babanın çocuğuna sadece bir sebep olduklarını bilmek ve sebeplere tesir vermemek esastır. Takva sahibi olabilmek için konuştuğumuz kelimelere çok dikkat etmeliyiz.

b- ıkiyüzlülüğün ve kendini beğenmişliğin gizli şirk olması:

Makam sevgisi, şöhretperestlik, şan ve şeref kazanmak, halkın teveccühünü kazanmak, bütün nazarları ve ilgiyi kendi üzerinde toplamak, enâniyeti okşar ve nefs-i emmâreye bir makam verir. Bu da mühim bir ruh hastalığıdır ve gizli şirk denilen riyakârlığa, hodfüruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.5 Halkın teveccühünün istenmesi ile şirk arasındaki ilişkinin temelinde ihlâssızlık yatmaktadır. ınsanlar beğensin diye yapılan bir işte ihlâs olmaz. Halbuki “Teveccüh-i nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyaya girer. şan-ü şeref arzusiyle teveccüh-i nâs ise; ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-i nâs ve şan-ü şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından; teveccüh-i nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır.”6

Takvayı kazanabilmenin yolu, insanların rızalarını esas maksat yapmaktan değil, yüce Rabbimizi razı etmekten geçmektedir: “Ey nefis! Eğer takva ve amel-i sâlih ile Hâlıkını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir. Eğer halk da Allah’ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse, iyidir. şâyet onlarınki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur. Çünki onlar da senin gibi âciz kullardır. Maahâza ikinci şıkkı takib etmekte şirk-i hafî olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir. Evet bir maslahat için sultana müracaat eden adam, sultanı irza etmiş ise, o iş görülür. Etmemiş ise halkın iltimasıyla çok zahmet olur. Maamafih yine sultanın izni lâzımdır. ızni de rızasına mütevakkıftır.”7

c-Enenin kendine mânâ-yı ismî ile bakmasıyla meydana gelen gizli şirk:

ınsanın kendini beğenmesi ve kendine güvenmesi manevî bir hastalıktır. Yaratılış hikmetini unutup, asıl vazifesini terk edip Yaratıcıyla olan nispetini keserek insan kendine kendisi olarak baksa, şirke düşer. Emanete hıyanet edenlerden ve hüsrana düşenlerden olur. Bütün şirkleri, şerleri ve dalâletleri doğuran enaniyetin bu yönünden; semâvat, arz ve dağlar bile dehşete düşmüşler, farazî bir şirkten korkmuşlardır. “‘Kendime mâlikim’ diyen adam, ‘Her şey kendine mâliktir’ demeye ve îtikad etmeye mecburdur. ışte ene, şu hâinâne vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünûnu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı mârifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen her şey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka sûretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.”8

Hakikî takva, gurur ve enâniyetle bir arada bulunamaz. O yüzden gurur ve enaniyetin terk edilerek ihlâs kuvvetine ve uhrevî amellere iştirak düsturuna müracaat edilmeli, herkes birbirinin amel defterine, kalem ve dilleriyle sevap yazdırarak takva kalesine kuvvet ve imdat göndermelidir.9

d-ınsan tezkiye edilmemiş bir nefisle şirke düşebilir:

ınsan, nefsini sever. Başka şeyleri de nefsine fedâ eder. Mâbud’a lâyık bir tarzda kendini över ve ayıplardan tenzih eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez, kabûl etmez ve nefsini şiddetle müdafaa eder. Allah’a hamd ve tesbih için verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarf eder, nefsinin arzularını kendisine mabud edinip, onun her emrine uyar. (Furkan Sûresi) Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir10 ve bu şekilde de gizli şirke düşer.

“Nefislerinizi temize çıkarmayınız” âyetini rehber edinerek; nefsimizi beğenmemeli ve kusurlu bilmeliyiz. Zîrâ nefsin takvası; nefsin tezkiye edilmesi ile mümkündür.

Kaynaklar:

1- Nursî, Bediüzzaman Said, ışârâtü’l-ı’câz, s: 154, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul

2- Nursî, Bediüzzaman Said, ışârâtü’l-ı’câz, s: 44, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul

3- Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s: 167, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul

4- Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s: 6, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul

5- Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s: 155, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul

6- Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s: 139, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul

7- Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevî-i Nûriye, s: 169, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul

8- Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s: 496, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul

9- Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s: 281, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul

10- Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s: 503, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

Dr. Dudu Sümeyra Ayçiçek / ayciceka@hotmail.com

02.06.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/06/09/nurfidanligi/default.htm"

Takva ve salih amel - 3 [/url]"]Takva ve salih amel (3)


II- Maâsîden Takva

Maâsîden yani günahlardan takva deyince ilk akla gelen büyük günahlardır. Allah’a şirk koşmak veya inkâr etmek, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmek, Allah’ın cezası ve azabından emin olmak, namaz ve orucu terk etmek, ayrıca katl, zina, içki, kumar, faiz, iffetli kadınlara fuhuş isnadı, ukuk-ı valideyn (yani sıla-i rahim kesmek), yalancı şahitlik, dine zarar verecek bid’alara taraftar olmak, günahta ısrar etmek, rüşvet almak büyük günahlar arasında sayılabilir.

Allah’ın en büyük sanat eserlerinden olan gözü, kulağı, mideyi (kuvve-i zâikayı), dili, ayrıca el ve ayağı haramdan korumak bedenin maâsîden takvası; daima nefis ve şeytanın isteklerinden uzak tutmak kalbin maâsîden takvası; kazanca haram bulaştırmamak ve faizden uzak tutarak, haram bir sûrette harcamamak da malın maâsîden takvası olmaktadır.

Bu zamanda günahlara karşı takvada dikkat edilecek en önemli husus, kadınların şerrinden, belâsından ve fitnesinden kaçmak ve duâ etmektir. Çünkü bu zamanda en dehşetli maâsî onlardan çıkıyor. Bununla ilgili Bediüzzaman Hazretleri;

“Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana göründü ki; o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor. ıhtiyarı selbedip (kaldırıp), pervane gibi sefahet ateşine atıyor. Ve bir dakika hayat-ı dünyeviyeyi, senelerle hayat-ı bâkiyeye tercih ettiriyor. Ben bir gün sokağa bakarken, o fitnenin te’sirli bir nümunesini hissettim. Gençlere çok acıdım. Dedim: Bu bîçareler kendilerini, bu mıknatıs gibi cezbedici fitnenin ateşinden kurtaramazlar diye düşündüm” diyor.1

Mesture hanımlar da fitneye sebep olmamak için dikkat etmeliler. Dar, vücut hatlarını belli eden, dikkat çekici renklerde kıyafetler giyilmemelidir. Ayrıca hal ve hareketler takva dairesinde olmalıdır.

Bediüzzaman, eğer istikamet, iffet, takva beraber olmazsa çok tehlikelerinin olduğunu, gençlerin taşkınlıklarıyla, ebedî saadet ve uhrevî hayatlarını zedeleyip, belki dünya hayatlarını da berbat edebileceklerini belirterek uyarıda bulunmaktadır.2


Mâsivâullahtan takva

Kalbin ancak muhabbetullahla tatmin olacağını bilerek, O’nun dışındaki sevgilere yer vermemek gerekir. Allah’ın kullarını ve diğer varlıkları, Allah hesabına ve O’nun isimlerinin tecellîlerine mazhar oldukları için sevmelidir. Kötülükler karşısında da Allah için tavır alınmalı ve buğz edilmelidir. Dünyaya bakış açısı şu olmalıdır:

“şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki: Dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkkî etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkkî ile en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir; bâkî umûr-ı uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.”3

Bu meselede Bediüzzaman, dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lâzım geldiğini anlatmaktadır:

1- Dünyanın ömrü kısa olup, sür’atle zeval ve guruba gider. Zevalin elemiyle, visalin lezzeti zeval buluyor.

2- Dünyanın lezaizi zehirli bala benzer. Lezzeti nisbetinde elemi de vardır.

3- Seni intizar etmekte ve senin de sür’atle ona doğru gitmekte olduğun “kabir”, dünyanın zînetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünki dünya ehlince güzel addedilen şey, orada çirkindir.

4- Düşmanlar ve muzır haşerat arasında bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki muvazene, kabir ile dünya arasındaki aynı muvazenedir. Maahaza, Cenâb-ı Hak da bir saatlik lezzeti terk etmeye dâvet ediyor ki, senelerce dostlarınla beraber rahat edesin.4

TAKVAYI KAZANMANIN VE

MUHAFAZA ETMENıN YOLLARI


Takva tahkikî imanla, sabırla, günahlardaki elemleri görerek, duâ ve istiğfar ile kazanılır ve muhafaza edilir.

A-Tahkîkî ıman

Tahkik edilerek kazanılan imandır. Takva, imanın kuvvetini gösterdiği gibi, iman da takvanın derecesini artırır. Bediüzzaman, toplum hayatını zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri menetmek için, Risâle-i Nur’un, sâlih amel noktasında, iman cânibinden, herkesin başında, her vakit bir manevî yasakçıyı bulundurarak Cehennem hapsini ve ılâhî gazabı hatıra getirmekle, fenalıktan kolayca kurtardığını5 ifade etmektedir.

Özellikle ümmetin fesada gittiği bir zamanda, Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına riayet etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir îmanı gerektirmektedir. ıman ehlinin ahirzamandaki müdhiş düşmanlarına karşı zırhı, takvâ; siperi, Sünnet-i Seniyye; ve silâhı, tövbe istiğfar ile hıfz-ı ılâhiyyeye iltîcadır.6

B- Sabır

ınsan, üç türlü sabır ile mükelleftir.

1- Taat üstünde sabır: ıbadet üzerine sabırdır. ınsanın salih amel konusunda usanç duymaması, “Bu bana yeter” dememesi, nefsinin ve şeytanın oyunlarına rağmen taviz vermeden ibadetlerini daima yapması. Bu sabır, insanı, makam-ı mahbubiyete çıkarır ve en büyük makam olan ubudiyet-i kâmileye sevk eder.7

2- Maasiyetten sabır: Günah işlememeye sabretmektir. ınsanı kötülüğe teşvik eden nefsin ve şeytanın oyunlarının farkına varıp, sabrederek günah işlememek. Buradaki sabır aynı zamanda takvadır.

3- Musibetlere karşı sabır: ınsanın imtihan vesilesi olan, manevî terakkisine sebep olan musibetlere, hastalıklara, ölümlere, ayrılıklara, kıtlıklara sabretmesidir. Bu teslim ve tevekkülü getirir. Musibetlere karşı sabır, yukarıda bahsettiğimiz menfî salih ameldir.

“Merdâne Ya Sabur de, üç sabrı omuzuna al. Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musîbete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan.”8

C- Günahların içindeki elîm ve

ürkütücü neticeleri anlamak

Günah işlendiğinde kötü neticeleri ahirette görülecek diye bir kayıt yoktur. ınsan işlediği günahlardan geçici olarak bir miktar gayr-ı meşrû lezzet alır ama, ardından da binlerce elem ve şiddetli vicdan azabı çeker. Bu noktada Bediüzzaman; “Kur’ân-ı Hakîm’in sırr-ı i’cazıyla hakikî bir tefsiri olan Risâle-i Nur; bu dünyada bir manevî cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi; îmanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduğunu isbat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde, manevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi manevî lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. ışte Risâle-i Nur’daki ekser muvazeneler küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-ı meşrû lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevkeder”9 demektedir.

Kaynaklar:

1- Nursî, Bediüzzaman Said, Gençlik Rehberi, s. 16, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

2- Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s: 219, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

3- Nursî, Bediüzzaman Said, Mektûbât, s: 33, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

4- Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevî-i Nûriye, s: 114, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

5- Nursî, Bediüzzaman Said, Sirâcü’n-Nur, s: 204, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

6- Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s: 44, 65, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

7- Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat 272, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

8- Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s: 244, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

9- Nursî, Bediüzzaman Said, şuâlar, s: 551, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

Dr. Dudu Sümeyra Ayçiçek / ayciceka@hotmail.com

09.06.2005


Alıntı sahibi ""[url=http://www.yeniasya.com.tr/2005/06/16/nurfidanligi/default.htm"

Takva ve salih amel - 4 [/url]"]Takva ve salih amel (4)


C- Takvayı kazanmada,

muhafaza etmede

duâ ve istiğfar

Takva sahibi olabilmemiz için istiğfar ve tövbenin, salih amel işleyebilmemiz için de duâ ve tevekkülün önemi büyüktür. Tövbe eden kişi, o günahı bir daha işlemeyeceğine söz verir ve kendisini günahlardan çekerek takva sahibi olur.

Bu konuda Bediüzzaman; “Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz’-i ihtiyârî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i mel’ûnenin bir meyvesi olan Zakkum-ı Cehennem’e yetişmesin. Demek duâ ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecavüzatını kırar”1 demektedir.

Takvayı kazanma ve korumada dikkat edilmesi gereken en mühim noktalardan biri de, insanın kendi kusurunu görmesi ve itiraf etmesidir. Nefis kendi kusurunu görmeye pek yanaşmaz. Bu durum, insanın, aynı zamanda şeytanın istismarına maruz kalan zayıf bir noktasıdır. ışte bu hususu Bediüzzaman; “şeytanın mühim bir desisesi: ınsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki, nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin. Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettir. (…) Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. ıstiğfar eden, istiaze eder. ıstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur”2 şeklinde kaydetmiştir.

şimdiye kadar anlattığımız takvanın nasıl kazanılıp muhafaza edileceğini de Bediüzzaman özetle şöyle ifade etmektedir: “Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan ‘irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye’ her birinin bir gayâtü’l-gayâtı var: ıradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Lâtifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayâtü’l-gayâta sevkeder.”3

Muhkem bir binanın yapılabilmesi için dört ana unsur gereklidir: Demir, kum, çimento ve su. Bunlardan herhangi birisi eksik veya kalitesiz olursa, bu binaya sağlam denilemez. Takvayı bir binaya benzetirsek; Demir-ırade, Kum-Zihin, Çimento-His, Su-Lâtife-i Rabbaniye konumundadır.

Nasıl ki demirin inşaatta kullanılmasının gayesi gerilmeye karşı muhkemliği arttırmaktır ve demir arttıkça muhkemlik artar. Aynen bunun gibi irade, ibadetullah tarafında ziyadeleştikçe takva muhkemleşir. ıbadetler, günahlar karşısında iradenin dağılmasına engel olmaktadır. Günlük hayatta sıkça karşılaştığımız bir durumdur bu. ıbadeti az yapan insanlar, günahlardan uzaklaşmakta büyük zorluklar çekmekte, bazen de uzaklaşamamaktadırlar.

Kum inşaatta esnemeye karşı muhkemliği arttırmak için konur ve kumun kalitesi ve temizliği büyük önem arz eder. Bunun gibi, zihnin marifetullah yönünde mesai harcayıp, onunla meşgul olması ve şüphelerden temizlenmesi de marifetullah yolunda ilerlemesini, o da takvayı netice verir.

Nasıl demiri, kumu ve diğer malzemeleri çimento bir arada tutuyor ve bırakmıyorsa, hisler de muhabbetullah sayesinde irade, zihin ve lâtife-i Rabbaniyeyi sırat-ı müstakim üzere bir arada tutar, gün geçtikçe takva ziyadeleşir.

Su basit gibi görünse de; olmadığı zaman çimento, demir ve kum hiçbir işe yaramaz ve bir yığından ibaret kalır. Hatta bunlar kalıba döküldükten sonra da yeterli su verilmezse, yine bina sağlam olmaz. Aynen bunun gibi, takvada müşahedetullah, su gibi önemlidir. (Müşahedetullaha; her an O’nun huzurunda olduğumuzu bilmek, O’nun sıfat ve isimlerinin tezahürlerini her an görmek diyebiliriz). Çünkü bütün lâtifeler O’nun için yaratılmıştır. Beden ile beraber diğer tüm lâtifelerde müşahedetullah olmazsa takvası o nisbette zayıf olur.


NUR TALEBELERıNıN

VAZıFELERı ARASINDA

TAKVANIN YERı


Bu zamanda insanın sadece kendisini günahlardan korumaya çalışması yeterli gelmemektedir. Büyük bir âfet gibi bütün toplumu bozan, mukaddesatı tahrip eden ahlâksızlığa karşı tamirat da yapmak gerekmektedir. Bu da tek başına olmaz. Manevî bir şahsiyetle ve Risâle-i Nurla olur.

Bediüzzaman, Risâle-i Nur şâkirdlerinin bu zamanda en mühim vazifelerinin, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutmaları gerektiğini ifade ederek şöyle devam ediyor: “Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüzer günah insana karşı geliyor! Elbette takva ile niyet-i içtinab ile, yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir. (...) Cenâb-ı Hakka şükür ki, Risâle-i Nur, bu müdhiş tahribata karşı, girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, şeriat-ı Muhammediye (asm) olan sedd-i Kur’ân’ın tezelzüliyle, Ye’cüc ve Me’cücden daha müdhiş olan, ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor. Risâle-i Nur şâkirdlerinin böyle bir hadisede mânevî mücahedeleri, inşaallah zaman-ı Sahabedeki gibi, az amel ile pek büyük sevab ve amâl-i sâlihaya medar olur.”4

Bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlâsta, sadakatta çalışmak gerektiğini ifade eden Bediüzzaman; “Risâle-i Nur’un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinâb-ı kebâirdeki takvâlarında, Kur’ân hesabına vazifedar sayılırlar. ınşaallah riya olmaz. Meğer ki, Risâle-i Nur’a başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola” diyerek hem takvayı muhafaza etmenin yolunu, hem de imana hizmet etmenin önemini belirtmektedir.5

Ne mutlu takvayı ve salih ameli bütün hayatına tatbik edip, bu istikamette son nefesini verebilenlere. Ne mutlu; “O takva sahipleri ki, biz onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladık” müjdesine nail olanlara. Ne mutlu tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup ona göre davranabilen ihlâslı Nur talebelerine.

Sözlerimizi Resûlullah Efendimizin duâsı ile bitirelim: “Ey Allahım! Senden takvâ, iffet ve zenginlik isterim.”

Kaynaklar:

1- Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s: 494, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

2- Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s: 81, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

3- Nursî, Bediüzzaman Said, Hutbe-i şâmiye, s: 136 Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

4- Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s: 281, Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

5- Nursî, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lâhikası, s: 96, 206 Yeni Asya Neşriyat, ıstanbul.

Dr. Dudu Sümeyra Ayçiçek / ayciceka@hotmail.com

16.06.2005
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir