Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

08.03.2005, 07:55

Bir bomba, bir Müslümanın elinde ise, 'İslâmî' midir?

Metin KARABAşOğLU

Bir bomba, bir Müslümanın elinde ise, ‘ıslâmî’ midir?




Bir tarafın çok açık biçimde haksız olduğu tartışma ve gerilimlerden oldum olası korkmuşumdur. Zira, bu apaçık haksızlık gözümüze o kadar batar ki, diğer tarafın duruşunu irdelemeyi unuturuz. Ortadaki gerilim ve tartışmanın ana sebebini dışarıdan ve bir bütün olarak irdelemeyi de...

Dünyanın bir numaralı nükleer gücü ABD’nin ‘ileride bir nükleer silâh geliştirme’ ihtimali üzerinden ıran hakkında geliştirmeye çalıştığı politika, sözünü ettiğim türde bir gerilim ve tartışmanın güncel bir örneği...

ABD, dünyanın ‘nükleer’ sicili en bozuk ülkesi. Bir savaşta masum insanlara atom bombası atmayı içine sindirebilmiş tek ülke. Hiroşima ve Nagazaki’de yaşananları, üzerinden altmış yıl geçtiği halde, insanlığın vicdanı unutmadı, unutması da pek mümkün değil. Aynı ABD, Soğuk Savaş döneminde geçen çocukluk yıllarımda fırsat bulup okuduğum gazetelerde beni dehşete düşüren ‘nükleer kâbus,’ ‘üçüncü dünya savaşı,’ ‘kıyamet senaryosu’ türü haberlerin baş müsebbiblerinden biri olageldi. Gençlik yıllarımda ıngilizce kaynaklara da ulaşabilme imkânı bulduğumda ise, ABD’nin yeryüzündeki bütün canlıları öldürecek derecede bir ‘nükleer güç’ olduğunu gösteren yazılar, makaleler okudum. Gerçi, fakültede gördüğümüz ve zalimliğin diplomatik ifadesi olan ‘Realpolitik’in gölgesinde cereyan eden “Uluslararası ılişkiler” dersinde, ABD’nin, Rusya’nın, Fransa’nın, Çin’in ‘nükleer güç’ imkânlarından bir derece masum biçimde, ‘dehşet dengesi’ (the balance of terror) bağlamında söz ediliyordu... Dehşet! Ama, her nasılsa, dünyaya ‘denge’de tutan bir dehşet!

ışin Ortadoğu’ya bakan kısmı da, hepimizin mâlûmu. Bağımsız kaynaklar, Türkiye’deki üsleri dahil, ABD’nin Avrupa ve Ortadoğu’daki üslerinde yüzlerce nükleer başlıklı silâh olduğunu ileri sürüyorlar. Aralarındaki ilişkinin insana “ısrail mi ABD’nin güdümünde; yoksa, ABD mi ısrail’in güdümünde?” sorusunu sordurduğu ısrail’in sahip olduğu nükleer silâhlar, ABD’ye göre son derece ‘meşrû,’ dolayısıyla tartışmaya açılması dahi hoş karşılanmıyor. Buna karşılık, bugün Irak’ta yaşananlar, bu arada ‘zenginleştirilmiş uranyum’ içeren Amerikan bombalarının bu ülkenin masumlarına reva görülmesi, kendisine ‘meşruiyet gerekçesi’ olarak ‘Saddam’ın elinde bulunduğu iddia edilen nükleer silâhlar’ı seçmişti. Bu silâhlar hâlâ bulunamadı, ama Irak’ta yapılan ve yapılacak bütün zulümler için gerekçe buydu!

şimdi de, aynı gerekçe üzerinden ıran’a diş gösteriliyor ve ıran halkı Irak’ın başına gelenleri gözden ırak tutmamaya dâvet ediliyor.

Üstelik, ABD’nin elinde dünyayı yerinden oynatacak kadar çok atom bombasının var olduğu ve ısrail’in de nükleer silâh ürettiği gerçeğine rağmen...

Ortadaki tablo bu iken, ABD-ıran geriliminde insan taraflardan birine yönelmekte hiç zorlanmıyor. Menfaatini güçlünün yanında bulan, zulüm yalakası kuvvetperestler hariç, herkes, her vicdan ıran’ın yanında hissediyor kendisini.

Ama işte tam da burada, en başta sözünü ettiğim yanılgıya duçar oluyoruz. Olayı ABD-ıran gerilimi ekseninde irdelerken, bir bütün olarak ‘nükleer silâh’ olgusunu, hatta daha da genelde her türden ‘bomba’yı insanî ve imanî bir düzlemde irdeleme imkânını yitiriyoruz.

Halbuki, ‘topyekûn savaş’ mantığını, bu mantığın bir ürünü olarak ‘bomba’yı, hele hele ‘atom bombası’ gibi nükleer silâhları vicdanımız, kalbimiz ve—’reelpolitik’ iğvasına kapılmamışsa—aklımız kabul etmediği gibi, bunları Kur’ânî ve nebevî ölçülere sığdırmanın da imkânı bulunmuyor. Velev ki, bu topyekûn savaş, bu bombalar, bu atom bombası bir Müslümanın elinde olsun, bunu yapmayı ve kullanmayı savunmanın ‘reelpolitik’ bir izahı bulunsa bile, ‘ıslâmî’ bir izahı bulunmuyor! (Söz nefretlerini frenleyen sahih hadislere gelip dayandığında ‘kaynak’ arayan radikal eğilimli kardeşlerimizin, okuduğum onlarca cilt hadis kitabında bulamadığım, ama sorgusuz sualsiz ezbere aldıkları “Düşmanın silâhıyla silahlanın!” rivayeti hariç!)

Oysa, Kur’ân, beş ayrı sûrede geçen aynı âyetiyle, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” buyurarak, “Birinin hatasıyla başkası mes’ul tutulamaz; birinin yaptığının faturası onun ailesine, şehrine, milletine, memleketine kesilemez” diye emrediyor. Ki, ‘rahmeten li’l-âlemîn’ olan kudsî nebînin savaşlarını hatırlayalım. Seferden önce yaptığı uyarıları: Çocuklara, kadınlara, yaşlılara, hastalara, mabedlerinde ibadetle meşgul olanlara, dükkânında veya tarlasında işiyle uğraşanlara; yani mü’minlere karşı eline silâh alıp savaşa tutuşmayanlara ilişilmeyecek. Ekinler yakılmayacak, ağaçlar kesilmeyecek, binalar yıkılmayacak, hayvanlar öldürülmeyecek...

Peki, bir atom bombası, velev ki bir Müslümanın elinde olsun, bu ince ayrımı yapabilecek midir? Bir bomba, hele bir atom bombası, bir ülkenin zalimleri ile mazlûmlarını, haksızları ile mağdurlarını, canileri ile masumlarını ayırabilme yeteneğine sahip midir?

Hayır!

‘Topyekûn savaş’ mantığı da, bu mantığın bir uzantısı olarak ‘bomba’ da, bu uzantının en uç noktası olarak ‘nükleer silâhlar’ da, ıslâmî bir kılıfa yığdırılamaz, Kur’ânî ve nebevî bir çerçevede açıklanamaz.

Dolayısıyla, her üçü de, onu düşünen, yapan, uygulayan bir Müslüman olduğu halde dahi ‘ıslâmî’ olmaz, olamaz.

Gelin görün ki, aklıyla birlikte gönlünü de ‘reelpolitik’e kaptırmış günümüz mü’minlerinin büyük kısmı, ‘zalimlerin satranç oyunu’na dalmışken, işin bu kısmını, yani ‘esas kısmı’nı atlıyor.

Nasipse, devam edelim.

06.03.2005

E-Posta: metinkarabasoglu@yahoo.com

http://www.yeniasya.com.tr/2005/03/06/ya…karabasoglu.htm


****Devamı****



Metin KARABAşOğLU

Masumiyet, silâhtan daha güçlüdür




Sevgili dostum ve köşe arkadaşım Refik Yıldızer’in Cuma yazısını okuduğumda, kendi Pazar yazımı yazıp göndermiş durumdaydım. Onun yazısını okuyunca, kendi yazımı iptal edip yeni bir yazı daha mı göndersem diye tereddüt etmedim değil. Zira, aynı konuda yazmıştık, ama sevgili Refik Yıldızer, benden önce davranmıştı.

Sonra, bu tereddüdüm izale oldu. şu sebepledir ki, sevgili Yıldızer’in yazdıklarını ‘tekrar’ değil, ‘teyid’ ediyor olduğumu düşündüm. Evet, aynı konuda yazmıştık; ama o ‘iktidar mantığı’ ekseninde bu meseleyi vurgularken, benim yazım aynı meseleyi ‘adalet’ boyutuyla irdeliyordu. Bu haliyle, iki yazı, birbirini tekrar etmiyor; farklı veçhelerden teyid ediyor, tamamlıyordu. (Söz iktidar-adalet denkleminden açılmışken, Ahmet Yıldız’ın Karakalem Yayınları arasında çıkmış “ıktidar Herşey Değildir” adlı kitabından bahsetmeden geçemeyeceğim. Bu kitabın, özellikle “Hikmet-ıktidar Mücadelesi Üzerine Düşünceler” başlıklı bölümü, mü’minin mantığını ‘iktidar’ değil, ‘hikmet’ ekseninde kurması lüzumundan hareketle, hem daha da açılması, hem tekrar tekrar vurgulanması gereken çok önemli düşünceler ve analizler içeriyor.)

Sözkonusu yazıyı yazdığım günün akşamında ise, sevgili dostum, ağabeyim Sadık Yalsızuçanlar’ın bana gönderdiği bir yazıyı okudum. Son zamanlarda Risale-i Nur ve Bediüzzaman üzerine yaptığı çalışmaları dikkatle, ilgiyle ve sevinçle takip ettiğim sevgili Yalsızuçanlar, Bediüzzaman’la ilgili bu son yazısının bir cümlesinde, onun asırlar içinde şu veya bu şekilde gözardı edilmiş ‘adalet-i mahzâ’ ilkesini tekrar gün yüzüne çıkartarak, ‘adalet-eksenli’ bir tecdid gerçekleştirdiğini söylüyordu.

Gerçekten de, Bediüzzaman Said Nursî’nin düşüncesinde ve yaşayışında ‘adalet’in ne kadar merkezî bir yer tuttuğu, eserine ve hayatına dikkatle bakıldığında çok açık biçimde görülüyor. Onun bu adalet-eksenli duruşunun en aşikâr örneğini ise, şualar’da, Onikinci şua’nın sonunda, “Bu Defaki Küçük Müdafaatımda Demiştim” başlığıyla yer alan mektup teşkil ediyor.

“Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siyasetten men etmiş. Çünkü masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz” diye başlayan bu mektupta, bunu şöyle izah ediyor Bediüzzaman: Çünkü, zaman, ‘topyekûn savaş’ mantığının hakim olduğu; biri düşman bellenmişse onun eşinin, dostunun, milletinin ve memleketinin de düşman olarak görüldüğü; dolayısıyla, meselâ bir idareciye kızıp bir memlekete, bir adama kızıp bir köye, bir zümreye kızıp koca bir millete bombaların yağdırıldığı bir zamandır. Böyle bir zamanda, ehl-i iman, hakkını ‘kuvvet-i maddiye’ ile, meselâ savaş yoluyla müdafaa etmeye kalksa, şu ikilemle karşı karşıya kalacaktır: Ya, kendi inancının emrettiği adalet esası üzere, zalimler ile mücadele ederken o zalimlerle aynı milletten ve memleketten olan mazlumlara zarar vermemeye özen gösterecek, haklıyı haksızdan ayırmaya çalışacak; bu durumda, ‘topyekûn savaş’ mantığıyla savaşan, dolayısıyla koca bir şehrin insanına çoluk-çocuk ayırmadan bombalar yağdıran bir güç karşısında, mağlup olacaktır. Veyahut, o da aynı savaş mantığıyla hareket edecek; bu kez, savaşı fiilen kazanmış olsa bile, manen, ilkesel olarak kaybetmiş olacaktır. “Hak namına, dehşetli bir haksızlık”tır bu! Zira, dini ve inancı ona ‘adalet’i, masumlara zarar vermemeyi, birinin hatasıyla başkasını mesul tutmamayı emrettiği halde, masumlara verdiği zararla dininin ve inancının emrettiği adalet ilkesini çiğnemiştir.

Yani, ortadaki durum, her iki halde de ‘kaybetme’ durumudur; ya fiilen, ya ilke düzeyinde... ıki şıkkın da ‘mağlubiyet’i işaretlediği böyle bir mücadeleye ise, akıl ve iz’an gereği, girilemez, girilmemelidir.

Gelin görün ki, bu zamanda, ehl-i imanın dahi ‘topyekün savaş’ mantığı içerisinde olaya baktığını; o yüzden, yaşanan gerilimler karşısında ekseriya, ‘hikmet’ ve ‘adalet’ eksenli bir duruş yerine, ‘iktidar’ ve ‘güç’ eksenli bir duruşun tercih edildiğini görüyoruz. Nitekim, bu yüzden, ‘atom bombası’ gibi benzersiz bir zulüm aracı dahi, ‘imanî ölçüler’ dahilinde sorgulanamıyor, ‘masumlara da zarar veren’ bir silah olarak peşinen ve açık biçimde reddedilemiyor. Onun yerine, kâfirlerin elinde ise ‘kötü,’ Müslümanların elinde ise ‘iyi’ görülebiliyor.

Yine bu yüzden, bizim gibilerin dile getirdiği “Topyekûn savaşa topyekûn hayır!” itirazı kimilerine safdillik gibi geliyor. Hatta bir hippi veya solcu özentisi gibi...

Sonuçta, dünyanın hemen her tarafında ama özellikle Orta Doğuda, mü’minlerin ‘kana kan, dişe diş’ mantığının getirdiği ‘iktidar-eksenli’ mücadeleler yüzünden büyük zulümlere maruz kaldığını görüyoruz. ışte Filistin, işte Afganistan, işte Irak, işte Çeçenistan, işte Filipinler, Burma, Tayland, Keşmir ve sair coğrafyalarda yaşananlar...

Bilinmiyor ki, mü’min zulme uğrasa da zulmedemez.

Bilinmiyor ki, masumiyet, en büyük silâhtan bile daha güçlüdür.

Zira, masumiyet, zalimi onulmaz bir meşrûiyet krizine düşürür ve öncelikle vicdanlarda, sonra da bilfiil yenilgiye uğratır. O yüzden, zalimler mazlûmları da kendilerine benzetmek isterler. Tâ ki, yaptıklarını bu kılıfa sarıp, ‘müdafaa-i nefs’ görüntüsü altında vicdanların kendilerine yönelik itirazını susturabilsinler...

Bu tuzağa düşmeyelim.

08.03.2005

E-Posta: metinkarabasoglu@yahoo.com

http://www.yeniasya.com.tr/2005/03/08/ya…karabasoglu.htm



Refik yıldızerin yazısı için tıklayın...
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir