Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Alkan

Usta

  • Konuyu başlatan "Alkan"

Mesajlar: 1,694

Hobiler: Risale-i Nur, Kur'an dinlemek

  • Özel mesaj gönder

1

27.02.2005, 14:15

İstanbul’a geldi misyonerlikten vazgeçti

ıstanbul’a geldi misyonerlikten vazgeçti


Amerikalı misyoner hemşire Rhonda Vander Sluis, maneviyattan uzak ve şeytanın oyuncağı olmuş diye düşündüğü insanları “kurtarmak” için Türkiye'ye gelmişti; ancak umduğunun tam tersi oldu.

Bağlandığım yeni Türk ailemden, en fazla altı ayda bir onları görebilmek için yaptığım ve yapacağım seyahatlerden bahsettiğimde bir de...

RHONDA VANDER SLUIS KıMDıR?

Primghar, Iowa, ABD doğumlu. 1990’da Türkiye’ye gelmeden önce Haiti ve Pakistan’da misyoner olarak çalıştı. 1994’te kiliseyi terk edip misyoner hayatını bıraktı ve ABD’ye geri döndü. 1997’de tekrar Türkiye’ye döndü. Amerikan Hastanesi ve Koç Üniversitesi’nde hemşire eğitmeni olarak çalıştı. “Boğaz’dan: Kendi Rehberliğinizde Bir Gezi” adlı bir kitabı var. şu anda Portland, Oregon ABD’de pediyatrik hemşire olarak çalışıyor.

Bir an tereddüt ediyorum. Gerçekten bilmek istiyorlar mı? Ya da daha doğrusu ben sorularının cevabını gerçekten vermek istiyor muyum? Mesela misyonerlik kısmına girmeli miyim? ıtiraf etmekten biraz utanıyorum, ama benim Türkiye’ye gelmek için öncelikli nedenim Müslümanları -misyonerlik jargonuyla söylersek o “ulaşılamamış insanları”- Hıristiyanlaştırmaktı. Pakistan’da da böyle bir görevle bulunmuş, ancak devletin öngördüğü kısıtlamalardan rahatsız olmuştum. Türkiye ise daha moderndi, işler daha kolay olacaktı; başınızı kapatmanız şart değildi ve tek başına bir kadının hayli özgürce hareket edebilmesi mümkündü.

Yine de ben, o insan topluluğuna bir kurtuluş mesajı iletmek üzere orada bulunacaktım; en azından bunu çok arzulayan misyoner üstlerimin gözünde...

Türkiye’de bir insanı din değiştirmeye ikna etmeye çalışmak yasalara aykırı olduğundan, Amerika’daki kazançlı hemşirelik kariyerimi neden bıraktığıma dair inandırıcı bir hikaye bulmam gerekiyordu. Soranlara, zekice “Türkçe öğrenmek için” diye cevap verdim ısrarla; bunun arkasından gelen kibar sessizliklerini ve tekrar soru sormamalarını da cevabımın kabul edilmesi olarak algıladım. Oysa, uzun kot elbiselerim, muhafazakâr hayat şeklim zaten bir din görevlisi olduğumu ortaya koyuyordu; sadece kendimi kandırıyordum.

Misyonerlik organizasyonumun teşvik ettiği, bir Türk aileyle yaşamak fikri, dille birlikte kültürü öğrenmek için de mükemmel bir yoldu. Bir Türkçe dil okulunda yerimi garantiledikten sonra, kiliseden arkadaşlarımın uygun bir aile bulabilmek konusunda tavsiyelerini bekledim. Kıdemli misyoner Katie hemen yardım elini uzatarak “Mustafa Amca ve Gülsüm Teyze ile kalabilirsin. Çok tatlı bir çifttirler” diye coşkuyla atıldı. Yaşlarına duyduğu saygı yüzünden ıngilizce konuşurken “amca” ile “teyze”yi Türkçe olarak bizzat eklemişti: “Oğulları yakında evleneceği için, gelir olsun diye bir odalarını kiraya vermek istiyorlar. Senin için mükemmel bir yer.”

Gülsüm Teyze, Mustafa Amca’nın evindeyim

Ailenin, ıstanbul’un keşmekeş merkezi Taksim’den dakika uzaklığında, asansörsüz betonarme evlerine yöneticimizin karısıyla birlikte giderken Katie de bize eşlik etti. Kapıda bizi Gülsüm Teyze karşıladı. Yüz hatları düzgün ve cana yakındı; başörtüsü çenesinin altında özenle bağlanmıştı. Onun hemen sağındaki Mustafa Amca güneşte yanmış teni ve göz alıcı beyaz bıyıklarıyla yakışıklıydı. Birlikte geldiğim iki kadın ev sahiplerimizle tatlı tatlı muhabbet ediyordu, ben tek kelime anlamıyordum. Giderken bana kalacağım odayı gösterdiler.

ıki gün sonra bir iki parça eşyamı yerleştirdiğim sırada durup çaylak misyonerlik kariyerimin bu çok önemli anında bahşettikleri için Tanrı’ya dua ettim. Tanrı’dan, şeytandan ilham aldığına inandırıldığım bu tehlikeli ıslâm dininin etkilerinden beni korumasını istedim. Tanrı’dan beni bu aileyi ona ve ısa’ya yaklaştırabilmek için kullanmasını istedim. Muhtemelen bu ailenin birçok ferdinin Tanrı’ya benden ya da ısa’nın öğretilerinin ruhuna birçok Hıristiyan’dan daha yakın olduklarının farkında değildim. Onları dinlerini değiştirmeye ikna etmek üzere gelmiş bu insan sonunda kendi dengini bulmuştu.

Gülsüm ve Mustafa, akrabaları güneyde, Antalya’nın kuzeyindeki bir dağ köyünde olan, mütevazı, çalışkan bir çiftti. Yoğurt yapıp sattıkları işlerini yeni bırakmış, muazzam enerjilerinin büyük bir kısmını beni iyi ağırlamak için kullanır olmuşlardı. Annesinin özel hayatıyla ilgilenmeyi çoktan bıraktığı bir Amerikalı olarak, bu yoğun ilgi biraz bunaltıcı gelmişti. Birden yumurtalıklarına dek ilgilenilen bir insan haline gelmiştim! Çünkü eğer terliksiz dolaşırsam, hassas organlarımı üşütürdüm, çocuğum da olmazdı. Kısa bir süre içinde ben de “tabağındaki her şeyi bitiremeyenler kulübünün” üyesi haline gelmiştim. Midemin üzerinde hafifçe vurup, patlayıncaya kadar yemiş olduğumu en az üç kez söyleyene kadar tabağıma yemek konmaya devam ediyordu. Ve bu evde yalnız kalabilmek gerçekten çok zordu.

Harika bir şekilde beslendiğimi ve sevildiğimi hissediyordum

Türkçede mahremiyet gibi bir sözcük bulunmasına karşın, bu evde mahremiyet gerçek hayata yansımayan muğlak bir kavram olarak kalıyordu. Hakikaten insanlar uyumuyor, adı anılmayan bir işle uğraşmıyorlar ya da ölmemişler ise kapalı kapılar ardında oturmuyorlardı. Eve vardıktan beş dakika sonra, tam ben yatağıma yığılmışken, kapım hafiften vurulurdu: “Gel çay var.” Bir kabalık yapmamaya kararlı ve hiçbir şey yapmadan durma ihtiyacımı dile getirecek dil yeteneğinden yoksun olduğumdan, Gülsüm Teyze’nin “beş çayına” eşlik ederdim. Beş çayı Türkler için çok önemliydi.

Başlangıçta sohbetimiz “Bugün ne yaptın?”, “Nereye gittin?”, “Kimi gördün?” gibi onun basit, sıcak sorularına benim verdiğim ağır aksak cevaplardan ibaretti. Hayat hikayemi, ailemi, hemşirelik geçmişimi, günlük işlerimi, arkadaşlarımın isimlerini ve de zaaflarını, çok daha önceden sora sora keşfetmişti. Köylü kökenini gizleyen dirayetli bir kişiliği, sakin bir otoritesi ve sessiz bir bilgeliği vardı. Sıcak Türk çayına olduğu gibi, onun iğneleyici mizah anlayışına, basiretli yorumlarına da bağımlı hale geliyordum. Bir süre sonra onunla tanıştırmak için eve, benim gibi uzun kot elbiseli, benim gibi “tesadüfen” Türkçe öğrenmeye gelmiş arkadaşlar getirmeye başladım.

Bizi hep içtenlikle, birer birey olarak mükemmel Türk misafirperverliğiyle karşıladı. Hiç ummadığım halde, harika bir şekilde beslendiğimi ve sevildiğimi hissediyordum.

Ailenin geri kalanı da aynı derecede misafirperverdi. Büyük oğulları Haluk, karısı Nazmiye ve dört yaşındaki kızları Sinem’le birlikte üst katta, küçük oğulları Mesut ve yeni evlendiği eşi Didem alt katta oturuyordu.

Bana Türkçe bir isim vermişlerdi: Rezzan. Aile içindeki konumum da “hala” olarak belirlenmişti. Burayı gittikçe daha fazla evim gibi hissetmeye başlıyordum. Ama bir dakika, ben orada onları Hıristiyan yapmak için bulunuyordum. Bütün gün çay içip, televizyon izleyerek oturamazdım ki! Gerçek evimdeki hevesli destekçilerimin yüzünü kara çıkartmamalıydım. Hepimiz karar vermiştik ki, bunlar yollarını kaybetmiş insanlardı; kurtuluş mesajını iletmek de bana düşmüştü. Oysaki asıl mesele, benim daha fazla kurtarılmaya ihtiyacım olmasıydı. “Kilise”ye dair genel bilgiler dışında, gerçek işimize dair herhangi bir ipucu vermemeye dikkat ediyorduk; zaten Gülsüm Teyze de hiç sormadı.

Aman Tanrım! Bir mevlide gidiyorum

Bunaltıcı bir ağustos günü, yeni doğmuş bir bebeğin kırkı için yapılan mevlit yüzünden bir akrabalarının evine gitmiştik. Bebeğin varlığını bile gölgeleyen ilgi odağı olarak, herkes kırık dökük Türkçemle eğlenebilsin diye, istisnasız ondan ona, ondan ona sürükleniyordum. Oda tıka basa doluydu; duvarı çevreleyen sandalyelerin çoğunda ipek başörtülü, muhafazakar Müslüman kadınların popüler giysilerinden uzun pardesüler giymiş güçlü kuvvetli orta yaşlı kadınlar oturuyordu.

“Otur!” dedi pardesülülerden bir tanesi. Beni yaylı kanepeye, iri kıyım annesiyle kendi arasına çekip, bir başörtüsü tutuşturdu elime. ışte o sırada bir Müslüman duasının ortasında olduğunu fark ettim. Panikle etrafıma bakınıp, gözlerimle dostlarımı aradım. Tam o sırada Arapça dua nağmeleri başladı.

Yanımdaki kadınlar ellerini yüzlerine kapatıp sonra Allah’a doğru kaldırırken, benim de aynısını yapmam gerektiğini işaret ettiler. Elim ayağıma dolaşmıştı. Ben bir Hıristiyan’dım. Müslümanların Allah’ına dua edemezdim. Edebilir miydim yoksa? Onlara karşı kaba davranmak istemiyordum, ama ısa’ya ihanet etmek gibi bir niyetim de yoktu. Ortaya çıkıp ısa’yı savunmalı mıydım acaba? Ne yapmalıydım? Karmakarışık bir halde, acemice başımı örtüp, Kur’an’ın ezberden, monoton bir şekilde okunuşunu duymamaya çalıştım. ıçimden sessizce ıncil’den bölümler okuyor işlediğim ve işleyeceğim günahlarımı affetmesi için deliler gibi Tanrı’ya dua ediyordum!

Bana sonsuz gibi gelen bir sürenin sonunda, cam misafir tabaklarında dolmalar ve grissiniler gelmeye başladı. Sıcaktan ve kendimi aşağılanmış hissettiğim o çıkmazdan kurtulabilmek ümidiyle kanepeden fırladım. ıte kaka insanların arasından geçerken, tanıdık bir yüz arıyordum. Ama neredeydiler? Ailem neredeydi? Göz göze geldiğim yüzlere öfkemi anlatmaktan aczim yüzünden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamışken kurtarıcım Nazmiye göründü. Tek laf etmeden, dinlenip, kendime geleyim diye beni evin loş, serin bir köşesine tuttuğu gibi çekiverdi. Geçmiş olsuna gelen meraklıları uzak tutarak biraz dolmayla kola getirdi. Bana merhamet üzerine ölene kadar unutmayacağım bir ders vermişti. Diğer dersler de yoldaydı. ınanmam öğretilen, ısa’nın dönüştürücü gücünün neticesi, bütün Hıristiyan değerleri, sıradan bir Müslüman ailesinin hayatlarında gayet diri ve sağlıklı olarak yaşamaktaydı. Hiç de “kaybolmuş” gibi davranmıyorlardı.

Beni etkileyen neydi?

Hizmet duygu ve şuuru

Misyonerlik organizasyonumun şiar edindiği “Biz başkalarına hizmet etmeyi ciddiye alırız.” pekâla Mustafa Amca’nın da düsturu olabilirdi. Her sabah odun sobasını yakmak için erkenden kalkar, ondan daha genç ve sağlıklı olanlar yorgunsa, yolun başındakı fırına kadar kendi gider ekmek alırdı. Elektrik ve telefon faturalarını ödemek için kuyruğa gireceğim diye tutturur, tüm ısrarlarıma rağmen gittiğim gezilerden dönüşte tıka basa dolu bavullarımı üç kat kendisi taşımak için direnirdi. Erkeklerinin maçoluğuyla bilinen bir toplumda, mütemadiyen çaydanlığı kapıp bize çay doldurmaktan yüksünmezdi.

Nimetlere karşı saygılı olmak

Evde hiçbir şey sokağa atılmıyor, eskilerimiz evin “bitpazarı” sayılan üst kattaki yatak odasında, bir ihtiyacı olana verilmek üzere düzgün düzgün istifleniyordu. Gülsüm Teyze, kim iş görüşmesine giderken takım elbiseye ihtiyacı olacak, hangi inşaat işçisinin karısı üçüz doğurdu, küçük çocuk oyuncak araba mı istiyor, bir çift çorap mı, hepsini bilirdi.

Tanrı’nın bahşediciliği

Gülsüm Teyze “Ben istemeden Allah ihtiyacım olanı verir.” demişti birden beni hayretler içinde bırakarak. Hıristiyanlığa özgü olduğunu sandığım bu inancı, bilmeden ıncil’den bir satır okur gibi söylemişti. “Daha geçen hafta şu çamaşır makinesinin önüne bir kilim olsa ne iyi olur diye içimden geçirmiştim, bak bu hafta arkadaşın Ruth tam da doğru ölçüde bir tane getirdi.” Müslümanların günlük dualarını duyduğumda da çok şaşırdığımı hatırlıyorum; çünkü biz Hıristiyanlarınkinden hiçbir farkı yoktu.

ılahi adalete olan güven

Gülsüm Teyze yıllarca yanlarında namusuyla çalıştıktan sonra, bir iş makinesiyle birlikte kayıplara karışan bir çalışanlarının hikayesini anlatmıştı. Sırf o adam yüzünden otuz yıl çalıştıkları yoğurt işini kapatmak zorunda kalmışlardı. Bunu duyan oğulları Hasan delirmiş, intikam planları kurmaya başlamıştı. Gülsüm ile Mustafa ise meseleyi Allah’a havale etmeye karar vermişlerdi. Ancak yıllar sonra adam kapılarına dayanıp, harap halde yığılarak aflarını dilemiş. Onlar da “Sen Allah’a karşı bir günah işledin,” demişler: “Git ondan af dile.”

Sabır ve nezaket duygusu

Dil öğrenmek insanı küçük düşüren bir tecrübedir. Sizi dinlemek mecburiyetinde kalanlar için sıkıcıdır. Bir yandan da öğrenciyle dalga geçme eğilimine karşı koymak neredeyse imkansızdır. Benim ailem ise akrabalarla konuşurken yarım cümlelerimi ve yanlış telaffuzlarımı muhtemel demek istediğime göre tamamlamak için ellerinden geleni, hem de hiç bunu gözüme sokmayarak yaptılar. Çoğunlukla kendimi sadece yakın aile fertlerinin anlayabildiği “özel bir dili” olan bir otistik çocuk gibi hissediyordum. Ama bana hiç gülmediler.

Tanrı’nın, annesi bakire olan bir oğlu mu var yani?

Zaman içinde Türkçem gelişti, daha derin, önemli mevzular üzerine konuşabilir hale geldik. Bir gece geç saatte yine çaylarımızı yudumlarken Nazmiye pat diye soruverdi:

“ısa Tanrı’nın oğlu derken ne demek istiyorsun?”

ışte aradığım fırsat! Misyonerlerin can attığı sorulardır bunlar.

Hemen misyonerlerin, kurtuluş için rehberi olan güvenilir Dört Manevi Kanun (Four Spiritual Laws) kitapçığının önemli yerlerini zihnimden geçirdim:

“Tanrı seni sever ve senin hayatın için çizdiği bir yol vardır. Hepimiz günahkârız...”

Ama hayır, üzerine konuştuğumuz sorulara dair hiçbir cevap yoktu o kitapçıkta. Sanki hepimiz evrenin gizemlerini çözmeye çalışan “arayış içindekiler”dik. Kutsal Üçleme doktrinini açıklayabilmek için, Türkçe ya da herhangi başka bir dilde doğru sözcükleri bulabilmek için çırpınıyordum. Nazmiye yardımcı olmaya gönüllüydü.

“Tanrı’nın, annesi bakire olan bir oğlu mu var yani?” diye hemen sordu: “O zaman oğlu yarı tanrı, yarı insan mı?”

Benim verdiğim cevapla bir kaşını şüpheyle kaldırarak gözlerini kocaman açtı.

“Hem Tanrı, hem insan? Bu nasıl olabilir ki?” Hafif alaycı bir bakışla beni süzdü; ben umutsuzca omuzlarımı silktim. Görünüşe göre bu gibi doktrinler ıstanbul’un oturma odalarından ziyade, gençliğimden bildiğim orta sınıf kilise sıraları için anlamlıydı.

Nazmiye ile başka sohbetlerimiz de oldu. Mesela dua üzerine, mesela dindarlık ve kendi inanç geleneklerimiz içindeki köktenci tarikatlarda yükselen ikiyüzlülük üzerine. Kendimi hiç de “tehlikeli” ya da “şeytani” olmayan bir Müslüman’la yüz yüze bulmak, hava sızdırmaz inanç sistemimde çatlaklar açmaya başlamıştı. Anlayışımızın sınırlarını araştıran, gerçekten inandıklarımız üzerine dürüstçe konuşan, emin olmadığımız yerleri gizemli birer boşluk olarak bırakan, kutsal bir maceranın yol arkadaşları gibiydik.

Misyoner kılığına girmiş bir sade vatandaştım artık

Dünyaya bakışım ve dindarlığın tanımı üzerine düşüncelerim genişledikçe bir misyoner olarak hayatım gittikçe sıkışıyor, bir şekilde yorucu hale geliyordu. Pazar benim için tatil değil, kilise ve kilise sonrası çay-bisküvi görevimle, sonrası için planlanmış komite toplantıları ve sosyal zorunluluklarımla ağzına kadar dolu olan bir gündü. Bu arada Amerikan Konsolosluğu’nda hemşirelik yapıyordum, ancak boş günlerim yine bana değil misyonerliğe adanmıştı; “kendinden başka herkesle ilgilen”in daha yumuşak söylenmiş hali işte... Üstelik Türk dili ve kültürü üzerine tecrübem arttıkça, sorumluluklarım da artıyordu. Ailem “Çok çalışıyorsun” dedi bir gün: “Evde dur da dinlen biraz.” Kilise ise “Bir şey daha yapabilir misin?” diye soruyordu: “Bahar Festivali için yemek organizasyonunu üstlenecek birini bulamıyoruz.”

ıkili bir hayat sürmekten ben de yorulmuştum. Önceleri sıradan bir vatandaş kılığına girmiş bir misyonerdim. şimdi ise kendimi misyoner kılığına girmiş sıradan bir vatandaş gibi hissediyordum. Birçok misyoner arkadaşım için sevgi ve saygı besliyor olsam da, sözde dinsizlerin yollarını değiştirmek heveslerini artık paylaşmıyordum. Ailemin yakın çevresiyle tanıştığım bütün Türklerin, günlük hayatlarının tamamına yayılmış capcanlı bir dindarlık anlayışı vardı ki, bu bana yeni bir örnek oluyordu. Yavaş yavaş anlamaya başladığım Tanrı, köktenci Hıristiyanların koymak istedikleri yerlere sığmayan, kocaman bir Tanrı’ydı. Gerçekten neye inandığımdan artık emin değildim ve kendimi ikiyüzlü hissetmekten de bıkmıştım.

Artık ailemin yanına dönmek istiyorum!

Gittikçe artan dürüstlük krizi, verilen inanılmaz bir iş sorumluluğuyla iyice şiddetlendi ve duygusal bir çöküşle de nihayete erdi. Her şey bir sabah kilisede oldu. Gece geç saatlere kadar kanserden ölmek üzere olan bir kadının bakımını yaptıktan sonra bitap düşmüş, sabah servisinin üzerine yeni gelen misyoner bir çifte hepatit B aşısı yaptıktan sonra kilisede bir sıraya yığılıp kalmıştım. Bir kilise üyesi, elinde bir broşürle telaşla koşarak yanıma geldi: “Rhonda, Bahar Festivali zamanı geldi.” Ondan sonra tek hatırladığım, gözyaşları içinde orada duramadığım ve derhal dinlenebileceğim, huzur ve karşılıksız sevgi bulabileceğim o tek yere doğru koştuğumdu. Beni onlar için yapabileceğim işler yüzünden değil, ben olduğum için sevecek insanların arasında olmaya ihtiyacım vardı: Ailemi istiyordum. O hafta içinde Türk ailem, ihtiyacım olan daha fazla istirahat için beni kendi dağ köylerine sürüklediler. Bütün gün odun sobasının sıcağından mahmurlaşmış bir halde, kanepede tembel tembel oturdum, Gülsüm Teyze’nin meşhur patlıcan kebabından tıka basa yedim. Mustafa Amca itinayla etrafımda dolanıyor, çay fincanımı doldurup, bisküviler ulaşabileceğim yerde mi diye kontrol ediyordu. Pencereden döne döne yağan karı izlerken geleceğimi düşündüm. Türkiye’den gitmek istemiyordum. Bu aileyi bırakmak istemiyordum. Ama ıstanbul’daki hayatımın boğucu taleplerinin ve misyonerliğe gittikçe yabancılaşmamın duygusal ve fiziksel bir bedeli vardı. Alışkanlıklarımı değiştirmeye yemin etmiştim. Sorumluluklarımın bir kısmını başkalarına havale edecektim. Burada kalmam için ne yapmam gerekiyorsa yapacaktım.

Türkiye’de misyonerlik hizmetim bitmişti

ıstanbul’a döndükten sonra, hastaneye yatmamı gerektirecek ciddiyette bronşite yakalanmıştım. Annemin de kanser olduğu haberini aldıktan sonra artık mücadele etmenin boşuna olduğunu anlamıştım. Tanrı bana bir mesaj gönderiyordu; Türkiye’deki hiçbir işe yaramayan Hıristiyanlık hizmetim artık bitmişti. Öfke, kafa karışıklığı, üzüntü ve rahatlama ıstanbul’daki son günlerime ait anılarımı bir duygu bulutu ile kapladı ve sonrada tecrübelerimin muhasabesini yapmaya her kalkışmamda karşımda oldu.

Protestan Hıristiyanlık Hareketi’ne, genel olarak aitlik ve anlamı sorgulayışımın bir parçası olarak üniversiteye yeni girdiğim sıralarda katılmıştım. Duygusal olarak olgunlaşmamış ve otoriteye boyun eğmeye alışık bir çağda, inancın doktrin ve öğretilerini sorgusuz özümsemiştim. Zaman içinde Hıristiyanlığa hizmetin doruk noktası saydığım “yurtdışında misyonerlik”e kadar geliştirdim kendimi, yükseldim. ıdealist bir iyiliksever olarak Türkiye’ye en iyi niyetlerimle gelmek zorundaydım. ınsanlara dinî inançlarını değiştirmek için baskı yapmak hiçbir zaman benim stratejilerimden biri değildi; şahsi örneklerin gücüne ve Tanrı’nın insanları daha iyiye yönlendirme yeteneğine inanıyordum ben. Ama en güçlü insani örneklerin Müslüman dostlarımın gözlerimin önünde yaşadıkları olacağını hiç beklemiyordum. Daha iyiye doğru değişecek olanın ben olacağını aklımdan bile geçiremezdim.

Bir misyoner olarak ben başarısız oldum. Ama hiçbir zaman Tanrı’nın gözünde kendimi başarısız hissetmedim. Türk ailemle aramda, kültürel, dinsel ve de ürkütücü dil farklılığını aşan karşılıklı bir sevgi ve saygı bağı geliştirmiştim. Benim şahsî dindarlık anlayışım çok radikal bir şekilde değişmişti. Türkiye’ye ve bu özel Türk ailesine teşekkürler. Sayelerinde bir Hıristiyan tek bir yolda ısrar etmekten vazgeçip daha ılımlı bir insan oldu.

* Rhonda Vander Sluis’in bu yazısı ilk baskısı “Tales From the Expat Harem” adıyla ıngilizce çıkacak kitabın ilginç öykülerinden birisi. Kitabın Türkçe adı ise “Yabancıların Hareminden Öyküler: Modern Türkiye’deki Yabancı Kadınlar”(Çitlenbik Yayınları)



27.11.2004
RHONDA VANDER SLUıS*/TERCÜME: PINAR ÖğÜNÇ
"ey bedbaht nefsim! acaba ömrün ebedi midir? hiç kat'i senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir