şaban DÖğEN
Kızartılmış tavuk
ızmir Uluborlulu Kayhan Kütahya’da havacı başçavuştu. Sosyete hayatı yaşar; dine, diyanete iltifat etmezdi. Babası tâ ızmir’den ziyaretine gidip kapısının zilini çaldığı, oğluna selâm verip hal hatır sorduğu halde evine girmez, ekmeğini yemez, “Baba gel, ekmeğimizi, yemeğimizi ye, çayımızı iç” dese de yukarı çıkmaz, “Gâvurun ekmeği yenmez” deyip çekip giderdi.
Birgün bir başçavuş arkadaşı evine davet etmiş Kayhan’ı. Bir güzel tavuk kızarttırmış, ikram etmiş ona. Yemişler, içmişler. Sonra da kırmızı kaplı bir kitap getirmiş arkadaşı ve okumaya başlamış. Tam gece 12.00’lere kadar. Böyle tam altı gece devam etmiş. Yine tavuk yemiş, çay içmiş, kitap okumuşlar. Fakat her seferinde uyuyup kalırmış Kayhan. Arkadaşı da bıkmadan, usanmadan, sabırla okurmuş. Yedinci gün davet ettiğinde de, Kayhan, “Abi ben gelmeyeceğim. Utanıyorum artık” demiş. “Niçin?” “Uyuyorum hep.”
Sabırlı arkadaşı, “Kayhan, farzet ki senin her tarafın yara bere içinde. Ağrıdan, sızıdan uyuyamıyorsun. Doktora gitsen, o da sana faydalı bir ilâç, bir merhem verse, ilâcı içsen, merhemi sürsen, rahatlar, uyuyup kalır, acıları duymazsın değil mi?”
“Abi, ben şimdi yaralı mıyım?”
“Evet, sen mânen yaralısın. ışte bu kitaplar senin manevî yaralarına bir merhem, ilâç oluyor, onun için uyuyorsun. Yoksa uyuyamazsın.”
“Ver öyleyse şu kitabı” diyor Kayhan. Alıyor ve eve gidip gece geç vakitlere kadar okuyor. Sabah ezanı okunurken kitap bitiyor. Ertesi gün tekrar bitirince, “Başka kitap var mı abi?” diye soruyor Kayhan.
“Var” diyor arkadaşı ve Külliyatı alıp getiriyor. “Heyecan ve merakla beş defa mı, altı defa mı baştan sona okudum, bilemiyorum” diyor Kayhan ve devam ediyor: “Kendi kendime şu kanaate vardım. Demek ben boş yaşıyormuşum bu dünyada. Hanımı çağırdım. ‘Hanım,’ dedim. ‘Bu zamana kadar ne yaptıysak yaptık. Artık bundan sonra 180 derece dönüş yapıyorum ıslâma. Varsan benimle, başım gözüm üstünde yerin var. Yok ben bunu yapamam dersen güzellikle ayrılalım’ dedim. Hanım, ‘Efendi, bu zamana kadar ne dedin de yapmadım’ dedi. Birlikte çarşıya gittik. Başörtüsüne varıncaya kadar ıslâma uygun tesettür kıyafetleri aldık. Kendime de cübbe, takke, tesbih… Artık yarışa girmiştik. ıbadette ve kitap okumakta yarışıyorduk birbirimizle. Kılmadığımız namazları kaza ediyorduk. Bu sıralarda babama bir mektup yazdım. ‘Baba acele gel.’ Mektubu alır almaz babam telâşlanmış. ‘Mutlaka bu çocuğun başına birşey geldi. Yoksa mektubu niye yazsın?’ diyerek acele olarak gelmiş. Zili çalmış, kapıdan başı kapalı biri çıkınca şaşıran babam, ‘Burası Kayhan’ın evi değil mi?’ diye sormuş.
Bakalım sonra neler olmuş, bir sonraki yazımızda da onun üzernde duralım.
26.02.2005
E-Posta: sdogen@ttnet.net.tr
Kaynak
Devamı yarınmış, merakla bekliyoruz,
Belki risaleleri idrakımızın artması için şöyle dua edebiliriz:
20 - Taha Suresi
"Rabbişrahlii sadrii, ve yessirlii emrii"
"Rabbim! yüreğime genişlik ver. ışimi bana kolaylaştır." 25,26
65 - Talâk
"Seyecalullahü ba'de usriyyüsraa"
"Allah bir zorluğun arkasından bir kolaylık yapar." 7
94 - ınşirah
"Fe inne meal usri yüsraa , inne meal usri yüsraa"
" Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır." 5,6
Bir rivayete göre Abdulkadiri Geylani hazretleri şöyle demiştir "Irak'ın sahra ve harabelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bazan uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin feryadını duyardım. Bazan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; "Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır." mealindeki ınşirah suresinin beşinci ve altıncı ayet-i kerimelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."
Gayret bizden, tevfık Allah'tan