Sofi kalp zikrini çekerken de nefy ü ispat zikrini çekerken de şeytanların hücumlarına uğrayabilir. Bu gayet doğal bir durumdur. Suçluluk duygusu yaşamasına gerek yoktur. Böyle bir durumda iken yani kalp zikrini çekerken zikrinin artırılması ve bir an önce letaif zikrine geçmesi gerekir. Şayet sofi nefy ü ispatta bu durumu yaşarsa zikrine ilave olarak letaif zikrine de yönelmelidir. Zira şeytanların en birinci amaçları letaif noktalarını çalışamaz duruma getirmektir. Çünkü insanın manevi yükselmesi, ilerlemesi letaiflerle mümkün olmaktadır. Ayrıca kalp ve letaiflere hâkim olan şeytanlar insanın bütün duygu ve düşüncelerini de bilmektedirler. Bu bakımdan kalp ve letaifler telefon hatları gibidirler. Şeytanlar bu sayede etkili vesveselerde (nabza göre şerbet vermede) bulunurlar.
Letaifler çalışmazsa manevi ilerleme durur. Çünkü ruh bu letaif noktalarından emir âlemine yükselmekte, insanı bu yolla olgunlaştırmaktadır.
Letaifler emir âlemine yükselmezse insan kâmil (olgun) olamaz. Sadece nefsi için yaşar. Ama letaifler makamlarına ulaştıklarında insan nefsinin esiri olmaktan kurtulup Allah’a (c.c.) gerçek anlamda kul olur. Nefsin en çok tatmin isteyen tarafı şehvettir. İnsanların çalışmaları; mesleki, sosyal faaliyetleri hep bunun ekseni etrafında döner. Yoksa nefis çok tembel yaratılmıştır. Karşı cinse ilgi ve şehvet olmasa idi insanlar mesleki ve sosyal faaliyetleri için pek hareket edemezdi. En önemlisi, bunlarda başarılar gösteremezlerdi. İnsanın en temel güdüsü karşı cinsten en iyi, en güzel kimse ile ilişkiye girmektir. Eğer güzel ve iyi bir hanım elde edilmişse nefis genellikle bununla yetinmez. İslami endişeleri olmayan kişiler uygun fırsatlarda gayri meşru bir şekilde daha güzel ve iyi bayanlarla ilişkiye girmek isterler. Nefsin bahanelerine sınır konulamaz. İslami endişesi olanlar ise ya eşlerini boşamayı ya da (elbette geçerli bir neden olmadıkça bunu onaylamıyoruz) ikinci kez evlenmeyi düşünürler. Kısacası nefis vücut ülkesinde yönetici olduğunda durum böyledir. Kimse de bundan istisna edilmemiştir. Şehvet kuvvetine göre insanlar bunun için mesleki ve sosyal yaşamlarında başarılar gösterirler. Kadınlarda da durum aynıdır. Yalnız onlar erkekler ölçüsünde değillerdir. Annelik içgüdüsü, erkeğe göre daha zayıf ve şefkatli olmaları, toplumun namusa verdiği önem vs. kadınların nefislerini bu korkunç şehvetten biraz uzaklaştırmaktadır. Daha doğrusu biraz sakinleştirmektedir. Bir kadın kocası kendisini aldatmadıkça kolay kolay başka bir partner arayışına pek girememektedir. Letaifleri emir âlemine yükselmiş insanda ise durum tamamen farklı olmaktadır. Şehvet bu insanda yok olmamaktadır. Belki daha da artmaktadır. Ruh vücuda egemen olunca ve nefsi esir edince insan artık şehvetinin kölesi olmaktan kurtulmakta, sadece Allah’ın rızasını gözetmeye başlamaktadır.
Peygamberimizin (s.a.s) çok eşliliği nefsin arzusuyla olmamıştır. Böyle olsaydı, onun geçim darlığı çekmesi söz konusu olamazdı. Oysa Kuran-ı Kerim ayetleri ile sabittir ki, eşleri geçim darlığı nedeniyle peygamberimizle (s.a.s) tartışmış, iş boşanma teklifine kadar gelip dayanmıştı: ‘Ey peygamber! Eşlerine de ki: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız gelin sizlere boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzelce boşayayım. Yok eğer Allah’ı, Resulünü ve ahret mülkünü isterseniz haberiniz olsun ki Allah sizin gibi iyi hanımlara mükafat hazırlamıştır. (Ahzab suresi, 28-29)’ Nefis şehvetiyle hareket eden bir kişinin tek gayesi elde ettiği partnerleri dünya nimetleriyle hoşnut etmek olacaktır. Peygamberimizin (s.a.s) çok evlilikleri Medine’de devlet başkanı iken gerçekleşmişti. Eğer bu evlilikleri nefis cihetiyle gerçekleşseydi her devlet başkanında veya görevlisinde olduğu gibi halktan alınan vergilerle (o zaman buna haraç derlerdi) kendisini yüksek maaşa bağlatırdı. Özel ve cinsel hayatında bu tür problemlere kesinlikle yer vermezdi. Onlarca hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır ki, peygamberimiz (s.a.s) ve temiz eşleri (Allah her birisinden razı olsun) çok mütevazı bir hayat yaşamışlar, hatta çoğu günler yiyecek bir şeyler bulamamışlardır. Bir insanın devlet başkanı olup da çok evliliğine rağmen bu çeşit bir yaşantısı ancak ruhsal olgunluğu ile mümkündür. Ayrıca bu durum peygamberimizin (s.a.s) haklılığına, gerçek bir peygamber olmasına da bir delildir.
Letaifler zikirle yükselip emir âlemine vardıktan, oradan da bunların aslı mertebesinde olan sıfatlar âlemine ulaşır. Daha sonra zat makamına doğru yolculuk yaparak uruclarını (yükselişini) tamamlarlar. Buradan geriye dönerler (nüzul). Letaifleri geriye dönen sofi artık insanları hakka çağıracak olgunluğa ermiş, insan-ı kâmil olmuş demektir. Böyle birisinin nefsi de artık eskisi gibi kötülüğü emretmez. Tamamen değişmiştir. Çıkarlarını düşünmez. Hele uçkurunun sevdasında hiç olmaz. Nefis, letaiflerin bu yükselişi ve inişi ile birlikte Allah’a (c.c.) gerçek manada kul olmuş, Allah’ın emir ve yasaklarını samimi bir arzu ile benimsemiştir. Peygamberimizin (s.a.s) sünnetlerini de baş tacı edinmiştir.
İnsan nefsine halk arasında ‘huy’ da denir. Bununla ilgili pek çok atasözü vardır: Huy canın altındadır. Can çıkar huy çıkmaz. Huylu huyundan vazgeçmez. Bir insan yedisinde neyse yetmişinde odur, derler. Bütün bunlar doğrudur. Ama terbiye görmemiş nefis için geçerlidir. Bir insan mürşid-i kâmilin elinde tövbe alıp zikre ve rabıtaya koyulduğunda letaiflerini nurlandırıp asli memleketine yükselttiğinde büyük değişikler yaşamakta, nefis güzel huyları kazanmakta, böyle bir insan insan-ı kâmil makamına ulaşmaktadır. İşte insanın kendisini gerçekleştirmesi gerçekte budur.
Batı felsefesinde ‘Varoluşçuluk’ akımının güzel ve gönülleri çelen düşünceleri sadece birer temenniden ibarettir. Gerçeklikle ilgileri yoktur. İnsan ruhsal olarak Allah’a (c.c.) doğru manevi bir seyre girmedikçe nefsinin yörüngesinden asla dışarıya çıkamaz. Buna imkân yoktur. Eşyanın tabiatına aykırıdır. Büyük suçlar işleyip de hapiste bir ömür çürütüp çıkar çıkmaz aynı suçları gene işleyen binlerce insan vardır. Nefsi bu tür cezalarla bile tam anlamıyla ıslah olamamaktadır. Böyle suçlular hapiste nefsini ıslah etmekten ziyade acemiliklerine içerlemektedirler.
İnsan ruhunu (letaiflerini) zikirle ve rabıta ile nefsin elinden kurtarmadıkça ne özgür olabilir ne de kendini gerçekleştirebilir. Şeytanların elinde oyuncak olup kalır. Bu Varoluşçu filozofların çoğunun intiharı bir kurtuluş yolu olarak görmeleri boşuna değildir. Nefsin ve şeytanların elinde esir ve perişan olduktan sonra tek çıkış yolu olarak ölümü seçmektedirler.
Ruh Allah’tan ilahi bir soluktur. Ezelde Allah’la konuşmuş, Allah’a O’na hiçbir şeyi şirk koşmayacağına dair söz vermiştir. Dünyaya indirildiğinde bu sözünü unutmuş, nefsin elinde esir duruma düşmüştür (bk. Araf suresi, 172). Nefis ise bu dünyaya aittir. Aslı anasır-ı erbadır (dört unsur: hava, su, ateş , toprak). Yani nefis vücudumuzun adeta ruhu gibidir. Nefis üç yaşındaki bir çocuk kadar düşüncesizdir. Bencildir. İçgüdülerinin elinde esirdir. Özellikle şehvet nefsin en çok önem verdiği içgüdüsüdür. Onu tatmin etmek için yapamayacağı şey yoktur. Vücudun kanser olması bile genellikle nefsin şehvet hissinin tatmin olamamasından, daha doğrusu açgözlüğünden kaynaklanır. Tıpkı üç yaşındaki bir çocuğun oyuncakları elinden alındığında veya istediği şey kendisine verilmediğinde kendine tokat atması, saçını başını yolması gibi kendisine zarar vermesinden başka bir şey değildir. Nefsin oyunlarına akıl sır erilmez. Onu mutmainne makamına ulaştırmadıkça da hep bu tür sorunlar çıkarır, etrafına da büyük zararlar verir. Onun için Allahu Zülcelâl Kuran-ı Kerim’de ‘Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (Ra’d suresi, 2
’ buyurmuştur.
Nefsin temel unsurları anasır-ı erba olduğu için dünyaya aşırı düşkündür. Çünkü dünyadaki maddeler de nihayetinde bunlardan oluşur. Nefis dünyaya annesi, babası ve vatanı gibi bakar. Allah’ı (c.c.) inkâr eder. Şeytanlar nefsi dünya nimetleri ile kandırırlar. Çünkü nefsin aklı üç yaşındaki çocuk kadardır. Ruh ise Allah’a iman eder. Çünkü ruh insan yaratılmadan önce ezel meclisinde iken Allah’ı tanımıştı. O’na söz vermişti. Bütün marifetler, faziletler ruhta vardır. Ruh şeytana asla kanmaz. Sadece nefse biraz ilgisi, bağlılığı ve sevgisi olduğu için dünyayla uğraşmaktan ve günah kirlerinden dolayı kararır, asli özelliklerini soldurur. Ateist bir insan bile % 100 olarak Allah’ı inkâr edemez. İç dünyasında ruh ile nefsin çatışmalarını hisseder. Sadece bazı günahları vicdani bir rahatsızlık duymadan, zevk alarak işlemek için nefsi Allah’ın var olmadığı savını diretip durur. Sonra ruhu cılız bir sesle de olsa buna mutlaka itiraz eder.
Nefis genellikle kişinin şahsiyetinde anasır-ı erbasından bir unsurunu belli etmesiyle kendisini gösterir. Tabii herkesin yaratılışı birbirinden farklıdır. Bunda etken olan şey, bu unsurlardan birisinin diğerine göre daha ağır basmasıdır. Tabiatında toprak öğesi ağır basan kişi tembeldir. Çalışma ve ibadet ağırına gider. Korkaktır. Asalaktır. Rahatına ve keyfine düşkündür. Muhafazakârlar genellikle toprak öğesi ağır basan cinstendir. Su öğesi ağırsa dönektir. Verdiği sözleri çabuk bozar. Her renge girer. Kolayca yalan söyler. Münafık tabiatlıdır. Dedikoduya düşkündür. Her devrin adamı genellikle bunlardan çıkar. Hava öğesi ağır basan kişi çok duygusaldır. Hemen kanar. Duygu ve coşkuları ile hareket eder. Hayatı ciddiye almaz. Değişkendir. Dünyasını şarkılar, aşklar oluşturur. Arzularına göre yaşamak ister. Sanatçılar genellikle bunlardan çıkar. Bunların siyasetle hiç alakaları yoktur. Ateş öğesi öfke, hırs, kibir, kin, şehvet gibi durumlara karşılık gelir ki bunlar sahibini cehenneme götürecek kadar tehlikelidirler. Hayatı çok ciddiye alırlar. Daha doğrusu dünya hayatı dışında başka bir yaşamın, ebedi hayatın olacağını pek düşünmezler. Dava adamları genellikle bunlardan çıkar. Yani her insanın yaratılışında bulunan nefis, evrenimizin de, dünyamızın da temelini oluşturan bu dört öğeden oluşmaktadır. Adeta bunların ruhuna nefis denir. Yani toprak, ateş, hava, su kendi doğalarını, özelliklerini insana vererek onda nefis dediğimiz varlığı meydana getirmişlerdir. Bu dört öğe bizi dünyaya, insanlara ve evrene bağlamaktadır. Kişiliğimizin çekirdeğini oluşturmaktadır. Her insanın nefsinde bu dört öğeden bir öğe diğerlerine göre biraz ağır bassa da aslında insan nefsinde bunların her biri belli oranda da bulunmaktadır. Başkalarında gördüğümüz her olumsuz ahlak, davranış bizlerde de tohum olarak mevcuttur. Uygun şartlar bulduğunda hemen nefis içerisinde kendisini göstererek yeşerir, boy atar. Onun için nefis küfür üzere yaratılmıştır. Onun İslam’a girmesi, hidayeti kabul etmesi düşünülemez. Nefis ancak bir mürşid-i kâmilin elinde tövbe alarak zikir ve rabıta ile değişebilir. Mutmainne makamına çıkarak ilahi kanunlara boyun eğebilir. Yoksa düşünce egzersizleri ile kendi ilahlığından asla vazgeçmez.