Sofi her zaman halinin kıymetini bilmeli, muhafaza etmelidir. Çünkü manevi seyrinde bu ilahi sarhoşluk ve muhabbet bir sermayedir, ama buna şeriat karşısında zerre kadar kıymet vermemeli, bunun düşüncesinin de küfür olduğunu, insanı ebedi olarak cehenneme götüreceğini bilmelidir. Elinden geldiğice de bu hali söze dökmemeli, bundan sakınmalıdır. Allah (c.c.) indinde önemli olan şeriattır. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) göre, tarikatın da, hakikatin de, marifetin de amacı şeriattır. Bahaeddin Nakşibendiyye Hazretlerine (k.s.) göre, tarikat ve tasavvuf yolunun amacı şeriatın özet ve öz olarak söylediği şeyleri ayrıntılı bir şekilde açıklamak, hükümlerini de keşfi bilgi ile doğrulamaktır. Başka bir şey değildir. Allah (c.c.) bu tür tasavvufi hallerden asla razı olmaz. Allah sadece ilahi emirlerinin yerine getirilmesinden razıdır. Kullarının onları yerine getirmesini ister. Temeli tevhide dayanan tasavvuf ve tarikatın da böyle düşüncelerle, yani küfrün ve imanın bir ve eşit olduğu türünden düşüncelerle, uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat, kısacası vahdet-i vücut hallerinin amacının da sofiyi fenafillâha, bekabillaha götürmek olduğunu, amaç değil araç olduklarını ilk yazımızda belirtmiştik.
Rüyada bir kişinin oğlu ile cima etmesi iyi bir anlama gelir. Ona ilmini, gücünü, ahlakını vermesine, ayrıca evlatları içerisinde kendisine en çok benzeyecek olanına işaret eder. Her baba da zaten bunu ister. Çünkü evlat sahibi olmakta en birinci etken olan düşünce, insanın kendisini her yönü ile temsil eden varislere ve temsilcilere sahip olmak ve onları çoğaltmaktır. Ama gerçek hayatta bir babanın oğlu ile cima etmesi en çirkin ahlaktır ve en korkunç suçtur. Böyle bir babanın yeryüzünde varlığı bile insanı dehşete düşürür, iğrendirir. Ayrıca böyle bir baba, bu sapıklığı ile oğlunu da manevi olarak öldürmüş demektir. Yani rüyada babanın yaptığı cima oğluna ruh ve can verirken gerçek hayatta yaptığı cima oğlunun maneviyatını katletmektedir. Bunun gibi, haller de rüyalara benzer. Haller, rüyalar gibi birtakım anlamlara sahiptirler. Ama gerçek hayatla hiç bir ilgileri yoktur, olmamalıdır. Gerçek hayatta geçerliği olan şeyler, ilahi kanunlardır. Bunlar da Allah’ın kelamı olan Kuran-ı Kerim ile peygamberimizin (s.a.s) sünnetidir. Hallere ilahi kanunlar karşısında değer veren birisi, Allah göstermesin, rüyada örneğini verdiğimiz durumu gerçek hayatta gerçekleştirmek gibi çok korkunç ve iğrenç bir duruma düşebilir. İşte tevhid-i sıfat hali gereği mümin ile kâfiri bir, aynı görüp de bunu dile getiren sofi de rüyadaki durumu gerçek hayatta işleyen kişi gibidir. Çok korkunç ve vahim durumlara yol açabilir. Hele onu bu hal nedeniyle taklit edenleri ise doğruca sapıklığa ve azgınlığa sevk eder. Dünya ve ahretlerini karartır. Onun için arifler, bu yolun büyükleri, tasavvuf ve tarikat yoluna girip de mürşidi olmayanın mürşidinin şeytan olacağını söylemişlerdir. Şayet esaslı bir yol gösterici, yani bir mürşid-i kamil olmazsa yaşanan haller insanları nefsin ve şeytanların kışkırtmaları ile mutlaka yoldan çıkaracaktır. Onların vahdet-i vücut gibi temeli tevhide dayanan bir kavrama yanlış ve sapkın çeşitli anlamlar yüklemelerine, İslam’ın özü olan tasavvufu şirkle, küfürle bağdaştırmalarına neden olabilecektir. Maalesef tasavvuf ve tarikat kavramlarının kötü anlamlara çekilmesinde en çok bu durum etmen olarak rol oynamaktadır.
Vahdet-i vücut halini sadece sofiler mi duyar? Vahdet-i vücut halini tasavvuf ve tarikat yoluna girmeden de yaşamak mümkün değil midir? Bazı tasavvuf ve tarikatla uzaktan yakından ilgisi olmayan sanatçıların roman, hikâye, şiir gibi eserlerinde tevhid-i sıfat (örneğin imanla küfrü bir görme) ve vahdet-i vücut (örneğin kişiye veya bütün varlığa ilahi bir anlam yükleme) hallerine ilişkin ifadelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tevhid-i sıfat, vahdet-i vücut gibi üst düzey manevi halleri sıradan insanların, sanatçıların yaşamaları imkânsızdır. Onlar sadece düşünsel ve felsefi temelden bu halleri yalan yanlış algılarlar. Nefs-i emmare düzeyinde de yaşarlar. Kaldı ki tasavvuf ve tarikat yoluna giren sofilerin de belki on binde birisine ancak bu halleri yaşamak nasip olur. Gerçi tevhid-i ef’al hali öyle değildir. Kadere imanın da bir rüknünü kapsadığı için -hayır ve şer Allah’tandır- tasavvuf ve tarikat yoluna girer girmez tevhid-i ef’al hali sofiyi etkisi altına alır. Ama tevhid-i sıfat ve vahdet-i vücut halleri enfüsi ve afaki âlemleri geçtikten, letaifler açılıp değişik renkteki nurları görüp nurlar âlemine vasıl olduktan epey sonra gerçekleşir. Yani Nakşibendiyye tarikatında durum böyledir. Bunlar da mutmaine nefse ulaşmadan önce meydana gelir. O zaman sofi şeytanların hücumlarından ve zulümlerinden de kurtulduğu için Allah’a karşı olan şevki ve aşkı artar. Murakabe-yi akrabiyyet ve murakabe-yi muhabbetlerin tesirleri ile ilahi bir aşk ve sarhoşluk hali yaşamak söz konusu olur. İşte hakkında gürültüler koparılan, tartışılan, eleştirilen, pek çok insan tarafından nefs-i emmare boyutuyla benimsenen bir konu olan tevhid-i sıfat ve vahdet-i vücut halleri o zaman yaşanılmaya başlanır. O da, bu haller, üst düzeydeki bazı sofileri etkisi altına bile alamaz. Yani bu tür bir hal ancak evliyalık yolunda olanların pek azına nasip olur. Sofi şeriatı ölçü olarak elinde bulundurduğu sürece olumsuz bir etkiye de yol açmaz. Onlar da bunları gizlemek zorundadırlar. Bu tür halleri söylerlerse vebal altına girerler. Bunu da genellikle bilirler. Ayrıca şeriat karşısında bu tür hallerine de zerre kadar değer vermezler. Verirlerse o halden bir üst hale yükselemezler, gayelerine de varamazlar. Mürşid-i kâmiller her zaman bu konuda sofilere uyarı yaparlar.
Vahdet-i vücut ve onun ara basamakları sadece birer haldir. Bunların söze dökülmesi, hele hele bir düşünce olarak ele alınması son derce yanlıştır. İnsanı dinden çıkarır. Sofileri bu yönüyle taklit etmek, onların bu tür sözlerine benzer sözleri eserlerinde bir düşünce ve felsefi görüş olarak yer vermek doğru değildir. Bunlar, Allah göstermesin, insanı küfre götürür. İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s) bu tür sözlerle sofileri taklit edenlerin küfre düşeceklerini Mektubat’ında mükerreren belirtmiştir. Sofiler yaşadıkları bu hali, yani tevhid-i sıfat, vahdet-i vücut gibi halleri şeriat karşısında değer verip dillendirirlerse, etrafa yayarlarsa şeriatla çatıştıkları için zarar görürler. Halleri nedeniyle Allah indinde mazurdurlar ama böyle yaparlarsa daha yukarı makamlara çıkamazlar, ileri halleri yaşayamazlar. Maksada ulaşamazlar, maksattan mahrum kalırlar. Tasavvuf ve tarikat yolunun amacı Allah rızasıdır. Onlar için tek ölçü ilahi kanunlar olmalıdır. Çünkü Allah (c.c.) ancak ilahi kanunlardan razıdır. Yoksa istidraca da düşebilirler. Yani o haller şeriata dikkat edilmediğinde bir takım şeytani halleri de davet edebilir. Allah (c.c.) o kişiye ilahi bir mekir (hile, oyun) kapısı açabilir.
İnsan daima içerisinde bulunduğu hali savunur. Tasavvuf ve tarikat yoluna intisap etmemiş insanlar genellikle nefs-i emmare seviyesindedir. Nefs-i emmare kötülükleri ve haramları işlemeğe can atan ve onları işlemek için her şeyi yapabilen nefis makamıdır. Bundan dolayı nefs-i emmare sahipleri vahdet-i vücut kuramına dört elle sarılır. Zira nefs-i emmare sahipleri tasavvufun İslam’ın özü olduğunu bilir. Haramları vicdani bir rahatsızlık duymadan işlemek için tasavvufi kavramları kendi hayat ve mantık sistemlerine göre düzenlerler, onlara yeni anlamlar yüklerler. Tasavvufi kavramlar da buna çok müsaittirler. Çünkü çoğu akılla ve mantıkla kavranamaz. Yaşantıyla ve halle anlaşılabilir. Panteizm bu şekilde doğmuştur. Bunlara göre, varlık âlemi ile Allah birdir. Dolayısıyla her şey Allah’tan bir parçadır. Dinler arasında da ayrım söz konusu olmamalıdır. Hele şeriatın haram helal daireleri son derece saçmadır. Kalpler kırılmadıktan sonra her şey mubahtır. İçki içmek, zina etmek başkalarını rahatsız etmedikten sonra günah değildirler. Kâfir ve mümin ayrımı da abestir. Dünyada sadece farklı kültürler vardır. Bunlar da Allah’tan birer parçadırlar. İşte nefs-i emmarenin günahları ve haramları rahatlıkla ve kolayca işlemek için tevhid-i sıfata ve vahdet-i vücuda verdiği anlamlar budur. Bu nefis türü de başkasında değil her birimizde vardır. Çünkü nefis emmare düzeyinde iken ilahi kanunlarla bağlanmak istemez. Özgürlüğe ve bağımsızlığa tutkundur. Onun için de her şeyi arzu ve isteklerine göre yorumlar ve anlamlandırır.
Maalesef pek çok sanatçı da roman, hikâye, şiir vb. eserlerinde tasavvuf ve tarikat kültürü, hususiyle vahdet-i vücut diye nefs-i emmarenin istek ve arzularını konuşturur. Varlık âlemine panteist bir yaklaşımı, nefs-i emmarenin arzu ve isteklerini güya tasavvuf ve tarikat kültürü ile en çok da bu vahdet-i vücut anlayışı içerisinde ortaya sererler, savunurlar. Örneğin söz konusu eserlerde evlilik dışı bir ilişki, yani şeriatın zina olarak adlandırdığı büyük günah olan bir ilişki, içki içme tasavvufi kavramlarla, hususiyle vahdet-i vücut düşüncesi ile ilahi aşka bir köprü (Klasik esrelerimizi, hususiyle Leyla ve Mecnun’u kast etmiyorum, o eserler şeriata saygı sınırı içerisinde yazılmışlardır.) ve kıvılcım gibi gösterilir, yüceltilir. Ne yazık ki ülkemizde, hem de en çok okunan eserler, tasavvufu, hususiyle vahdet-i vücudu böyle yozlaştırmışlar, insanların kafasında yanlış bir inanç ve bozulmuş bir tasavvuf ve tarikat kültürü meydana getirmişlerdir. İlahi dinlerin bozulması gibi tasavvuf ve tarikat kavramları da maalesef nefsin ve şeytanların oyuncağı haline getirilmiştir.
Elbette tasavvuf ve tarikat yolu herkese hitap etmez. İslam dini tasavvuf ve tarikat yolundan ibaret değildir. Ama tasavvuf ve tarikat yolunun da doğru bir şekilde anlatılması ve anlaşılması gerekir. Liselerde edebiyat derslerinde tasavvuf ve tarikat konusunda verilen yalan yanlış ve eksik bilgiler, bu tür roman, hikâye ve şiirlerin de katkılarıyla insanların zihinlerinde tasavvuf ve tarikat kavramlarını tamamen yozlaştırmakta, tanınmaz bir hale getirmektedirler.
Allah (c.c.), hak dinini dosdoğru anlamayı, yaşamayı ve rızasını kazanacak yolları nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi