Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

18.04.2011, 12:48

Gölgem secdede kalsin

Gölgemle yürümeyi severim. Bazen arkadan gelir, bazen önden gider, bazen her iki yanımdan.
Konuşurum, söyleşirim. Herkes bırakıp gitse de, gölgem bırakmaz beni.
Gölgem, ikinci adresim. Gölgem diğer adım.
Yere hep siyah düşer gölgeler. Başka bir renge sahip değildir, ama mânâsı beyazdır, bembeyazdır.
Hep secdededir. Yaratana en yakın yerdedir.
Gölgem, konuşur bazen: “Sen gaflettesin. Sen başka diyarlardasın. Ama ben hep secdedeyim. Yaratan’la beraberim.” der. Rahman’ın âyetlerinde belirttiğini aynen uygular. Mutidir, itaatkârdır gölgeler.
Avare değildir. Başı hiç dik değildir. Hep secdelerdedir gölgeler.
Gölgemle çok eski arkadaşız. Uyumludur. Bakmayın sesinin çıkmadığına. Tın tın eder. Yanı başımda yürür gider.
Çocukların, gençlerin, hepimizin dostudur.
İhtiyarların dostu da gölgeleriyle beraber asalarıdır. İnsan gölgesiyle olunca, serinlik de onunla beraber yürür gider.
Kim bilir, güneşte kavrulan kaç yere serinlik bırakır da geçer gölgelerimiz… Yerlerdeki tozu toprağı siler süpürür, belki de öper de geçer gölgelerimiz.
Gidemediğim yerlere o ulaşır. Eşya ne kadar büyükse, gölgesi o nisbette uzuyor, büyüyor. Anlatmaya doyamam. Ağacın gölgesi bir, insanın gölgesi iki. Bir de yere düşen bulutun gölgesi var ki sormayın… Medine’deki o Mescid-i Gamame’yi ve o bulutu da unutmayın.
Maksadım gölgeleri anlatmak değil. Kendi gölgemle hasbıhalimdir, konuşmamdır, gölgem ne der, onu dinleyip dertleşmektir. Derdi, derdimdir. Uyarır bazen. Gölgenin de sesi olur mu demeyin. Gölgem tın tın eder. Peşim sıra yürür gider.
Çocukluğumda bildiğim bir bilmece işte… Baston sesi gibi olmasa da, gölgenin de bir sesi vardır her halde.
“Ben giderim, o gider
Ardımdan tın tın eder”
Gölgem, bazen arkamdan gider, bazen önümden, bazen sağımdan, bazen solumdan. Ben dururum, o durur. Ben otururum, o oturur. Ben kalkarım, o kalkar. Ben yürürüm, o yürür… Hey dostum, heeeey… Var mı böyle sadık arkadaş, var mı böyle candan yoldaş?
Gölgesiyle dost olunca, kardeş olunca insan, yediği aş da güzel olur, taşıdığı taş da. Gölgesiyle arkadaş olunca insan, yük olmaz, yük taşır. Her derde alışır. Rabbiyle barışık olunca, gölgesiyle de barışık olur. Alınlar secdeye varınca, gölgenin secdesi de bir başka olur.
***
Eski fotoğraflarda gölgeler ararım. İkindi vaktidir diye anlarım. İnsanların üstündeki elbiselerden ayları tanırım. Uzayan gölgelerden ikindiyi anlarım. Yılları anlamasam da, hiç olmazsa, bir günün hangi vaktinde yaşandığını bildirir gölgeler. Gölgeler zamanı bildirir eski fotoğraflarda. Yaşayana yalnız olmadığını gösterir. Rabbinin yüce kitabında haber verdiği ibadetin şeklini gösterir. Doğru çıkarır sözünü. Hiç aksatmaz görevini.
Gölgeler secdelerdedir. Gölgeler, secdelerden başka hiçbir yerde durmaz, hiçbir yerde olmaz. Olmazsa olmaz. Allah’ın seçtiği yerdedir sadece gölgeler. Secdelerdedir gölgeler. Gövdeler eğilmese de, yüz sürmese de, secdelerdedir gölgeler. Gölgelerin en önce ve en yüce görevi, budur işte.
“Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allah’a secde ederler.” (Rad, 15)
İnsan gafil. İbadetten, Rabbiyle buluşmaktan, konuşmaktan, görevini yerine getirmekten kaçsa da, uzaklaşsa da, gölgeler en güzel yerdeler. Hep secdedeler. Görevinin başındalar. Niçin yaratıldığını, neden yaratıldığını gölgelere sor.
Nasıl yaratıldığını çok dinledin, çok okudun. Gerçi o da ayrı bir mu'cize ya… Niçinsiz olmuyor, nedensiz olmuyor. Niçinini, nedenini bir de gölgelere sor. Sor ki konuşsun, sor ki anlatsın sana.
Gölgesiz bir ağacın çevresi, bomboş kalır. Kuşlardan, gölgesinde barınacak mahlûkattan, dostlardan ayrı düşer. Gölgesiz ağacın bahtına, yalnızlık düşer. Gölgesiz bir insan da, gölgesiz ağaç gibidir. Ağaç, gölgesiyle güzel; insan da öyle, her şey de öyle.
Gölgem ve ben, ne güzel bir uyum içindeyiz.
Gölgem, sana ne diyeyim? Gölgem, hakkını helâl et. Her daim secdelerdesin. Şu garip hale bakın. Ben diz boyu gafletteyim. Yine de gölgemle secdelerdeyim.
Biz unutsak da gölgemiz unutmuyor görevini. Gölgemiz hep secdelerde. Gölgeler, görevlendirildiği yerde. Başıboş değiller. Gölgeme bakıp imrenmekteyim. Gölgem, hakkını helâl et. Gölgem, seninle hep secdelerdeyim.
“Allah’ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allah’a secde ederek sağa sola döner.” (Nahl,kırksekiz)
Gölgem olmasa ne yaparım? Her dem hareketteyim, binbir haldeyim. Her daim sadık dostum, koruyucu meleğim, arkadaşımdır gölgem. Uzayıp giden gölgelerim… Gölgemden kim bilir, nice sayısız mahlûkat istifade eder. Sıcak bir mevsimde kim bilir kimler sığınır gölgemin içine… Allah’tan başka kim bilir?
“Gölge ile sıcak da bir olmaz.” (Fâtır, 21)
Gölgesi bu kadar sadık mı olurmuş insana? Ve insan gölgesinin bunca yıl sonra mı farkına varırmış? Gölgem, hakkını helâl et. Yanlış yerlerde durduysam ve seni de peşimden sürüklediysem, sen de hakkını helâl et.
Gün, ömür, hayat, vücut, beden, organlarım, ne varsa emanet. Hepsi, Allah’ın emaneti. Hakkınızı helâl edin. Sen de hakkını helâl et gölgem.
Gölgem ve ben, hiç olmazsa bundan sonra bir uyum içinde yaşayabilir miyiz? Azmindeyiz, niyetindeyiz ya, inşallah öyle oluruz. Gölgem ve ben el ele veririz, ışık taşırız hayatımıza, karanlıkları kovarız. Secdelerde, huzur dolu yerlerde buluşuruz.
Gölgem, beni terk etmeyen gölgem, hakkını helâl et. Ey güzel gölgem… Ben unutsam da, sen ibadetine devam et. Rabbime duâlarımı, niyazlarımı sen ilet, sen takdim et. Secdelerden ayrılma. O güzelim secdelerin kıymetini sen bil ey gölgem…
Kim demiş gölgeler koyu diye? Gölgelerin koyuluğu, senin rengini bilememektendir, içinin niyetini sezememektendir. Secdeler başka bir isimle yâd edilmeli. Gökyüzünün başka rengi de olmalı. Gölgenin başka adı, başka rengi de olmalı. Kolaycılığı bırakıp, gölgelere “nur gölgeler” denmeli.
Gölgenin nuru, hayatın ışığı, pırıltısıdır. Bir bedenin söyleyeceği söz, gölgesinin dilindedir, o şeklin içindedir. Hayat nasılsa, gölge de öyledir. Gölgeler en güzel yerdedir, secdededir.
Hayatı yeni baştan yaşamak gerekirse eğer, kaldır gölgeni yerden, gir koluna, kucakla bakalım, ne diyecek bunca yıllık dostun, senden hiç ayrılmayan gölgen… Çocukluğundan bugüne kadar senden hiç ayrı düşmeyen gölgen… Konuş bakalım, ne diyecek?
Gir yorganın altına, çekil bir köşeye. Konuş bakalım şu gölgenle. Samimî bir ahbab edasıyla, yıllar yılı dost bildiğin gölgenle bir konuş bakalım, ne diyecek, bir dinle de hasretini dindir bakalım.
Gölgem, gövdemdir. Gölgem ve ben, iki dostuz, iki kardeş, iki arkadaş. Hayatımın şahitliğini güzel yap ey gölgem… Yanlışlarımı görme, hatalarımı ört. Bari sen de vefalı ol, dostluğunu göster. Hayatıma bir çizik de sen atma gölgem… Dostluğunu göster. Yâr-ı vefakârım ol. Yapamadığım, elimden gelmeyen, bin bir halimin perde olduğu halleri sen ört ey gölgem, sen ört…
Gölgem ve ben… Daha yeni tanışıyoruz. Konuşacak çok şeyimiz var. Gölgem, Allah’a emanet ol. Hep böyle ol. Orda kal. Secdelerde ol. Allah ne diyorsa, bari sen öyle ol. Olamadığımı ol, yapamadığımı yap. Secdelerde kal. Hep öyle kal.
Gölgem, gitmeye az kaldı, hazır ol. Gölgem, sen hep öyle kal, hep öyle ol. Secdelerde ol. Huzurda ol. Hazır ol…
Gölgem, sevgili gölgem…
Lehimde şahit ol. Gördüğün güzelliği unutma. Ben gibi bakıp kalma. Şahit ol, gölgem.
Toprağı çok sevdin. Allah’ın (cc) arşının tecellisine hep yakın durdun. Gene öyle kal, gene öyle ol. Senin hakkında ne denirse densin, sana asla vefasız denmesin. Sen en vefalı dost, ey candan arkadaş oldun.
Gölgem ve ben… Bir cümle ile halini sorsam, “Mutlu musun beraberliğimizden?” desem, inşallah öyledir…
Gölgem ve ben… Ben memnunum gölgemden. Gölgem memnun mudur benden? Onu bilemem.
Gölgem görevli. Terk etmez beni. Terk etse de herkes, çekip gitse de; gölgem ve ben yürür gideriz. Nur yolu, bir izde gideriz. Ey gölgem… Bir gün olur, biz de gideriz.
Ey Hakk’a uyanlar… Gölgenin hakkını veriniz deriz.
Gölgem ve ben, izin verin de, belki bir kenara çekilip iki lâf ederiz. Size de “Allahaısmarladık” deriz. Baş başa kalırız. Belki söyleyecekleri vardır. Dinler, konuşuruz, söyleşiriz.
Bunca yıl ben konuştum, o dinledi. Şimdi sıra onda. Gölgem uzun yıllar sustu. Sözü, kendini anlatan ayetlere bıraktı:
“Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı. Dağlarda da sizin için barınaklar yarattı. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar yarattı. İşte böylece Allah, Müslüman olmanız için üzerinize nimetini tamamlıyor.” (Nahl, 81)
“Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılardı. Sonra biz güneşi, ona delil kıldık.” (Furkan, 45)
***
Gölgeler de konuşur. Gölgeler secdelerde söyler sözlerin en güzelini. Gölgem için dileğim, gölgem, sen hep secdede kal, ne diyeyim. Benim eğilemediğim, yüz süremediğim anlarım için gölgem, sen hep secdede kal.
Gölgemle secdelerde buluştuk gönlüm doyunca gölgem de kayboldu.

“Donandı dağlar bahar olunca
Gölgem kayboldu gönlüm dolunca”

Gölgenin hakikatine dikkatimizi çeken bir cümle de Risâle-i Nur’dan:
“Evet, kâinat o Hâlıkın nurunun gölgesi, esmâsının tecelliyatı, ef’alinin âsârıdır.” (Mesnevî-i Nuriye, 54)
***
“Çağırmasıyla, ağaçların, yanına geldiği, duâsıyla yağmurun sür'atle yağdığı, bulutun sıcaktan korumak için başında gölge yaptığı Efendimiz ve şefaatçimiz Muhammed’e (asm) salât ve selâm olsun. Bu salâvâtların her birisi hürmetine bizi bağışla, bize merhamet et, ey İlâhımız! Âmin.” (Sözler, 219)
***
Arif Nihat Asya, o meşhur deyimi yeniden bir beyit halinde yazar ve ezber bozar:

“Çölde, Diyojen’e rastladım.
Gölge et, başka ihsan istemem.” diyordu.
***
Bir kıssa
Adam bir gün gölgesine:
“Neden hep arkamdan geliyorsun?” diye sormuş. Gölgesi:
“Senin ardından güzel izler bırakmak için” demiş.

Kaynak Selim Gündüzalp - EuroNur
http://www.saidnursi.de/tr2/index.php/ED…ede-kalsin.html
Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

2

18.04.2011, 12:50

Duâdaki kuvvet ve bereket

Bismillah” her hayrın başıdır.”
Bediüzzaman Hazretleri, Birinci Söz’e bu ifadelerle başlıyor.
Cümlenin tamamı ise şöyle:
“(…) Bismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübârek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisân-ı haliyle vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle.” (Sözler, 11)
Şimdi bu cümledeki iki kelimenin üzerinde bilhassa durmak isteriz.
Bunlardan biri; ‘Bismillâh ne büyük tükenmez bir kuvvet’ diğeri de ‘Ne çok bitmez bir bereket olduğu’dur.
Bunlar gerçekten önemli ifadeler. Belli bir maksat, belli bir gaye için özellikle kullanılmış.
Sonra, her zaman olduğu gibi meseleyi akla yaklaştırmak ve bu cümlelerin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için, insanın merakını da celbeden harika bir temsil sunuluyor. Peşi sıra, Bediüzzaman Hazretleri bu temsili de açıp şöyle bağlıyor:
“İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Mâdem öyledir, şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın.” (Sözler, 12)
Bu paragrafın hemen ardından gelen cümleler de ilginç. Bu defa Bismillah’a ayrı bir mânâ daha yükleniyor:
“Evet, bu kelime öyle mübârek bir defînedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar.” (Sözler, 12)
Kanun namına, devlet namına hareket eden adamın kendi kuvvetinden çok daha fazla işleri o nam ile kolaylıkla görmesinin ve başarmasının sırrını da yine bir başka misal ile anlatıyor.
Gelelim bu bahisten hissemize düşene:
Şimdi biz Bismillah’ı, yani bu mübarek kelimeyi günlük işlerimizde zikredilen çerçevede kullandığımızda kim bilir neler değişecek hayatımızda, kim bilir neler?
‘Bismillah’ demek, daha önceki yazılarımızda da zikretmiştik, “Bu nimet benim değil, Allah’ın” demektir aynı zamanda. Öyle değil mi?
Bu dünyada ne bizim ki zaten, kendi adımıza onu alıp da kullanabilelim?
En yakın arkadaşımızın kalemini bile onun iznini almadan kullanamıyoruz. Nerede kaldı hayatî ihtiyaçlarımız! Görmemiz, yürümemiz, nefes almamız, tutmamız, koklamamız, sevmemiz, yüzlerce, binlerce fiil… Her gün, her dakika, bu fiillerin her birine muhtacız.
Her birini işlerken Allah’ın mülkü olan bu dünyada, O’nun ismini kullanmadan, O’nun izin ve rızasını almadan ve O’nun adını zikretmeden yaşamak yoruyor insanı, bitab bırakıyor… Bu, yaşamak değil; belki de kaçak yaşamak. Allah’ın adını anmadan yaşamak ve en küçük bir nimeti dahi O’nun adını zikretmeden kullanmak, vicdanlarımızda onulmaz yaralar açıyor.
Sadece dara düştüğümüz, zorda kaldığımız anlarda değil, en rahat vakitlerimizde dahi bu kelimeyi bilerek, severek, zikredilen manaları düşünerek bir kullanabilsek, onun açacağı nice hazine ve definelere de belki şahit olacağız.
Bedeli ödenmeden, hak edilmeden alınan her mal, hırsızlık kapsamına giriyor. Öyle de mânen bedelini ödemediğimiz her şey, yani Allah’ın adını zikretmeden aldığımız ve kullandığımız, ‘Bismillah’ demediğimiz her nimet için de acaba bu böyle değil mi? Bu soruyu da gündemimize taşıyor Bediüzzaman:
“Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba, asıl mal sahibi olan Allah ne fiat istiyor?” (Sözler, 13) diyor.
Bu bahsi dikkatlice okuduğunda, büyük bir sırdan gaflet ettiğinin farkına varıyor insan.
Bismillah aynı zamanda büyük bir duâ cümlesi. Kur’ân’da 114 yerde geçiyor. Bu kadar önemli olmasa her sûrenin başında tekrar edilir miydi?
Bu ne büyük tükenmez kuvveti ve bu ne çok bitmez bereketi ve bu defineler kuvvetindeki mübarek kelimeyi nasıl bir hâlet-i ruhiye ile ve hangi iman mertebesiyle söylediğimizi durup düşünmeliyiz şimdi.
Yeniden bir ayar yapmalıyız dilimize, kalbimize. Hazine önümüzde. Anahtarı da elimizde. Neler anlatılmaz ki Bismillah’la alâkalı. Birçoğumuzun malûmudur bunlar…
Kelimelerin, cümlelerin ve hayatın sırrı; imanda ve inanmakta gizli.
Bir filmde seyretmiştim. Filmin kahramanı, duvarın önünde duruyor. Yanındaki adam: “Aslında” diyor “Bu duvarı geçebilirsin. Ancak oradan geçebileceğine inanabilirsen…”
Birinci hamlede başaramıyor genç. Yanındaki: “Demek ki, bu duvarı geçebileceğine inanmıyorsun.” diyor. İki, üç derken, sonunda başarıyor.
Buradan bir hisse: Biz de ‘Bismillah’ı en az bu filmin kahramanı kadar inanarak ve kalbimizin en derin yerlerinden kopan bir duâ cümlesi olarak söyleyebilsek, kim bilir hayatımızda neler değişecektir, kim bilir…
***
Şimdi bu meseleyi biraz daha iyi anlamak için Asr-ı Saadete doğru bir yolculuğa çıkalım, ne dersiniz?
Sahih Müslim’de Hz. Ali’nin (kv) rivayetine göre:
Hz. Ali (kv) buyuruyor ki:
Hz Peygamber (asm) evimize geldiler. Biz de o zaman çoluk çocuk yataklarımıza yatmış, fakat henüz uyumamıştık. Hz. Peygamber’in (asm) geldiğini görünce, yerimizden kalkmak istedik. Fakat: “Olduğunuz yerde yatınız. Kalkmayınız.” buyurarak geldiler, Fatıma-i Zehra ile benim aramıza oturdular. Mübarek ayaklarının birini benim, diğerini de Fatıma’nın göğsüne koydular. Ben mübarek ayaklarından yayılan serin serin, ilâhî rahmeti derhal kalbimde hissettim. Sonra, Fatıma-i Zehra’nın hizmetçiye olan ihtiyacına geçerek: “Gerçekten, elimizde bir miktar esir vardı. Fakat onları muhtaç olanlara dağıttım. Hele Ashab-ı Suffa’yı hepimize tercih ettim. Çünkü Ashab-ı Suffa açlıktan son derece sarsılmıştır. Esirleri satarak geçimlerini sağlamalarını daha hayırlı gördüm. Şimdi ben size bir şey öğreteyim ki, o sizin istediğiniz hizmetçiden sizin için daha hayırlı olsun.” buyurdular.
Biz de “Buyurun ya Resulallah” dedik.
Peygamber Efendimiz (asm):
“Bana Cebrail (as) öğretmişti. Gece yatağınıza gireceğiniz vakit 33 defa ‘Sübhanallah’ diyerek Cenâb-ı Hakk’ı tesbih, 33 defa ‘Elhamdülillah’ diyerek hamd, 33 defa da ‘Allahuekber’ diyerek tekbir, yüzüncüsünde de, ‘Lâ ilahe illallahu vahdehu la şerike leh lehü’l’mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir.’ okuyup yatınız buyurdular.
Hz. Ali (kv), “Peygamberimizin (asm) bu tavsiyesini, işittiğim o günden bu ana kadar hiçbir gece terk etmedim.” diyor.
Bu hadiseyi Hz. Ali’den (kv) rivayet eden Abdurrahman b. Ebî Leylâ (ra), Hz. Ali’ye (kv):
“Yâ Ali! Sıffin Savaşı gecesi de mi terk etmediniz?” diye sormuş. Hz. Ali (kv): “Evet, o gece de unutmadım ve okudum.” buyurmuştur. (Sahih-i Müslim, c. 8 s. 84. Hilyet-ül Evliyâ, Ebû Nuaym, c. 2, s. 41. Mevahibü’l Ledünniyye, İmam Kastalani, c. 8 s. 163.)
Şüphesiz tesbih ve benzerleri zikirde, büyük bir ecir ve çok sevap vardır. Fakat tesbih, hizmetçiden acaba nasıl hayırlı olabilir? Hiç bunu düşündünüz mü?
Evet, bunun cevabı, çok açık ve nettir. Cenâb-ı Hak, bu tesbih, hamd ve tekbirin samimi okuyucularına güç ve kuvvet vererek, onları kendi işlerini kendileri görmeye muktedir kılar. Yahut zor işleri onları okuyanlara kolaylaştırır. Bunun içindir ki, insanın hayatta kendi işini kendi görmesi kadar bir zevk ve şeref olamaz. Yemek, içmek giymek, hastalık sırasında doktor ve ilâç bulmak gibi bütün ihtiyaçlarını mecburî olarak omzuna alması gereken zahmetli hizmetçiden, sıhhatli, afiyetli, güçlü, kuvvetli bir vücut, elbette çok çok daha hayırlı değil midir?
Hatta bir hizmetçinin geçici dünyaya faydası varsa da, tesbih ve benzerlerinin hem geçici dünyaya, hem de sonsuz âleme faydası muhakkaktır. (Aynî, c. 9 s. 645)
***
Yine bir diğer hadise de şu:
Hz Fatıma’nın (ra) Fidda diye anılan bir hizmetçisi vardı. Bu hizmetçiyi Hz. Fatıma’ya (ra) Peygamber Efendimiz (asm) vermişti. Hizmet etmekte pek hevesli olduğu halde beceremiyordu. Bir gün Peygamber Efendimiz (asm) Fidda’nın bu halini görünce ona şu duâyı öğretmişti:
“Yâ Vâhidu leyse kemislihi Ehadün tumîtu külle Ehadin ve tuğnî külle Ehadin ve ente alâ arşike Vahidün ve lâ te’huzühü sinetün ve lâ nevm.”
(Ey bir olan Allah! Senin eşin ve benzerin yoktur, herkesi öldüren sensin, herkesi zengin eden Sensin ve Sen Arşta Teksin. İşte o Allah’ı uyuklamak ve uyku yenemez.)
Bir gün Fidda, kırda biraz odun toplamıştı. Fakat demet yapıp sırtına alamıyordu. Sonra bu duayı hatırladı ve okudu. Derken orda bir yolcu köylü göründü ki, Ezd-i Şenûe kabilesi halkına benziyordu. Fidda’nın durumuna acıdı. Odunları demet edip yüklendi ve Fatıma Zehra’nın kapısına kadar getirdi. (Üsdü’l-Gâbe, c. 5, s. 330)
İşte duadaki kuvvet ve bereket...
Sözümüzü Sözler’den bir cümle ile bağlayalım:
“Hazîne-i rahmetin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi “Bismillahirrahmanirrahim”dir. Ve en kolay bir anahtarı da salâvâttır.” (Sözler, 21)
“Essaleâtü vesselâmü aleyke yâ Rasulallah!…”
(Kaynak: Fatımatü’z-Zehra (ra), Hacı M. Cemal Öğüt, Bahar Yay, 1970, İstanbul. s.91, 92, 93, 222, 223.)
***
Geçen haftaki yazımızda geçen bir Asr-ı Saadet hatırasının kaynağını Fahrettin Razi’nin tefsirinden bulup gönderen Vehbi Karakaş Hocamıza duâ ve teşekkür ediyoruz. Bu hatırayı kitaptan aynen aktarıyoruz:
Hz. Peygamber (asm) Efendimizin bir ara lâmbası söndü. Efendimiz; “İnna lillah ve inna ileyhi raciûn” dedi. Kendisine:
“Bu da bir musîbet midir ki sen, musîbete düşmüşlerin söylemesi gereken sözü söyledin?” diye sormuşlar. Efendimiz:
“Evet, mü’mine eziyet veren her şey musîbettir.” (Sabrettiği ve kaderin hükmüne teslim olduğu takdirde Allah, böyle sabır kahramanını mükâfatsız bırakmayacaktır.) (Fah-ri Razî, et-Tefsirü’l-kebir, ıv, 155)
Selâm ve duâ ile. Duâlarınızı bekleyerek…

Kaynak Selim Gündüzalp - EuroNur
http://www.saidnursi.de/tr2/index.php/BA…ve-bereket.html
Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

Bu konuyu değerlendir