Hasan GÜNEŞ
Dost istersen Allah yeter
Günümüzde her biri neredeyse eski asırlardaki dünya nüfusu
kadar kalabalık çok sayıda şehir var. Bu kalabalıklığa rağmen bir çok
insan var ki, koca şehirlerde yapayalnızdır. En yakınlarıyla ve dost
olarak bildikleriyle bile arasında büyük mesafeler vardır.
Şehirler ne kadar büyük olursa olsun, insanların sayısı, dost ve
arkadaşları kadardır. Keşmekeş içindeki bir dünyada, zayıflığıyla
birlikte sayısız sıkıntılara maruz insanoğlu, dert ve sıkıntılarını
paylaşacağı gerçek dost ve ahbaplarının devamlılığı kadar güçlüdür.
İnsan, neden dost ve ahbab ister? Neden kendisini yalnız hisseder?
Gerçekte en önemli faktör; insanın acz ve zaafı ve bunlara paralel
olarak verilen ve hassasiyeti ve sınırları fertlere göre değişen
muazzam bir kalb taşıyor olmasıdır. Bu kadar eksik ve kusuruna rağmen
insan, kalbi ve duyguları sayesinde hayalleri kadar büyük ihtiyaçlar ve
ebede kadar uzanan istek ve arzularla dopdoludur. Bunun içindir ki,
dost ve ahbaba olan ihtiyacı ebede kadar uzanır ve Ezel ve Ebed
Sultanından başkası çare olamaz. Onun için “Dost istersen Allah yeter!”
denilmiştir.
İnsanların ekseriyeti hayatı boyunca nice dostlara sarılır, fakat
onların da kendisi gibi âciz ve çaresiz olduğunu kabre yaklaştığında
fark etmeye başlar. Nitekim âşık demiş: “Dost dost diye nicesine
sarıldım, benim sâdık yârim kara topraktır.” Evet öyle bir zaman
geliyor ki, zavallı Âdemoğlunu topraktan başka hiçbir şey kabul
etmiyor. Toprağın, insanı kabul etmesi dostluktan mıdır, yoksa
kendisinden yaratılması sebebiyle verilen vazifeden midir? Çünkü
hakikatte Allah dost ise bütün kâinat dost, değilse yer de düşman, gök
de düşman…
İnkârcıların ve gafillerin ekserisi dinin hüküm ve emirlerini aklen
anlamakta zorluk çektiklerini söyleseler de, gerçekte hak yoldan
sapmalarının en önemli sebebi, hissîdir ve duygusaldır. Yoksa akıl ve
mantık, her zaman bizi ve şu koca âlemi yoktan var edip idare eden bir
Yaratıcıya iman etmeyi ve İslâmî bir hayat yaşamayı emreder. Onlar, ne
dünyada ne de âhirette hiçbir faydası olmayan bazı akılsız dostlar
edinirler ve onların peşine düşerek, onların dostluğu sebebiyle körü
körüne bağlılık ve taklid ile hak yoldan çıkıp giderler. Halbuki
onların dostluğu hem yalancıdır, hem faydasızdır. Onlar, ne bir kimseyi
ecel cellâdının elinden alabilirler, ne kabir kapısını kapatabilirler
ve ne de âciz ve zayıf insanın derdine gerçekten çare olabilirler.
Kur’ân-ı Kerim onların bu hatalarını şöyle ifade eder: “Yoksa onlar
Allah’tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost yalnız Allah’tır. O
ölüleri diriltir, O her şeye kâdirdir.”
Yine Âlemlerin Rabbi ferman ediyor: “O gün Allah’tan korkanlar hariç
dost olanlar birbirlerine düşmandırlar.” Evet Allah için olmayan ve
birbirlerini küfür ve dalâlete sürükleyen dostlar; orada düşmandır,
birbirlerinin yakasına sarılacaklardır.
Kesret ve çokluk insanların hakikatı bulmalarına genellikle engel olur.
Dost ararken hemen en yakınında bir sürü benzerlerini ve sahtelerini
bulması susuzluğunu zahiri olarak giderir, geçici olarak unutturur. Hz.
İbrahim’in (as) mağaradaki yalnızlığı ve kalabalıklardan uzak bir
sükûneti, dost ve ahbab arayışında kesret engelini kaldırmıştır.
Kendisi gibi âciz olan insanlara takılmadan doğrudan kâinat ile baş
başa kalıp, Ay ve Güneş’i tefekkür edip “Ufûl edenler, batıp gidenler
dost ve sevgili olamazlar” demiştir.
Hz. İbrahim (as) masivayı terk ederek Ezel ve Ebed Sultanını dost
edinmiş, Âlemlerin Rabbinin “Halilim” hitabına mazhar olmuştur. Halil
en güzel dosttur. Risâle-i Nur’da, halil ve haliliye şöyle açıklanır:
“Mesleğimiz haliliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en
yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en
civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üss-ül esası, samimî
ihlâstır.”
Tarif edilen dostluk, iç içe dairelerden müteşekkil muazzam bir
hakikata sahiptir. Hepsini birleştiren ve bütün dostları sanki tek ruh
haline getiren ise Allah için dostluk ve samimî ihlâstır. Hz. İbrahim
(as) milletinden, Hz. Muhammed (asm) ümmetinden ve meslek ve meşreb
ciheti de dikkate alınırsa, ruhlar âleminden ebede kadar uzanan kadîm
ve ebedî, misli bulunmaz bir dostluk ve bu kadar uzun bir yolda
yoldaşlık… Hakikatını tam ihata ve idrak edebilen, uğruna neler fedâ
etmez!
Malûm Bediüzzaman Hazretleri dost, kardeş ve talebe şeklinde bir tasnif
yaparken dost için şöyle der: “Dostun hâssası ve şartı budur ki:
Kat’iyyen, Sözler’e ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî
tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben tarafdar
olmasın, kendine de istifadeye çalışsın…”
Tarife baktığımızda, fıtrat ve insaniyet için en kolay olan, en dış
dairedeki dostluğun bile âhir zaman insanı için ne kadar zor hale
geldiğini fark ederiz. Zamane insanı ne kadar kararsız, ne kadar
sebatsız ve ne kadar sadakatsiz!
Evet, dostlukta tarafdarlık ve sadakat çok önemli! Bizden nasıl bir
tarafdarlık ve dostluk istendiğini anlamak için de Dokuzuncu
Mektub’daki şu ifadeye bakmak gerekiyor: “‘Bu iman üzere yaşar, bu
imanla ölür, bu imanla diriliriz..’ dediğim zaman nihayetsiz bir
tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-i
imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek
bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa, birtek hakaik-i
imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat
ediyor.” Evet Allah dostu, dostuna ve dâvâsına bütün dünyayı da
değişmemeli!