Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

23.09.2004, 21:16

Allahım, bizi kendimize getir!

Sen beni zayi ettin...

Görülünce ve haklarında düşünülünce Allahü teâlâyı hatırlatan, onlara saygı göstermeye ve kulluk vazifelerini onlar vesilesiyle yapmaya davet edildiğimiz şeylere “şeâir” denir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de meâlen buyurur ki: “Bu böyledir. Artık kim Allah'ın şeâirini tazim ederse, şüphe yok ki bu (hürmet), kalblerin takvâsındandır.” (Hac, 22/32) Kur'ân-ı Kerîm, Ka'be-i muazzama, Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ve namaz şeâirin en büyükleridir. şeâirullahı sevmek demek, Kur'ân-ı Kerîmi, Peygamber Efendimizi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem), Ka'be'yi ve namaz gibi ibadetleri, hattâ Allahü teâlâyı hatırlatan her şeyi sevmek demektir. Bunlara gösterilen saygı da, onlar hakkındaki kusurlar da, Allah'a karşı yapılmış sayılır.

Evet, Allah'ın vaz' ettiği esaslara, o esaslar çerçevesinde saygı duyma, ta'zimde bulunma kalbin takvasındandır. Allah, neye ne derece ehemmiyet veriyorsa, ona o kadar değer vermek kalbin Allah'la irtibatının emâresidir. Yani, Allah Teâlâ namaza çok önem vermişse, namazla bütünleşen, günde şu kadar namaz kılan bir insan hafife alınmamalıdır. Cenâb-ı Hak, Kendisine teveccühe önem veriyorsa, bir kulun sürekli ellerini açması, kollarını kaldırabildiği kadar kaldırıp yüreği çatlarcasına Allah'a yalvarması çok önemli bir meseledir. Bir insan, ibadetlerini, şuuruna misafir etmeden, hissinde ağırlamadan, latife-i Rabbâniyesiyle buluşturmadan angarya kabilinden, baştan savma veya eda edip içinden sıyrılma gibi mülahazalarla yerine getiriyorsa onun Allah'la münasebeti de o kadar demektir. Öyleyse, Cenâb-ı Hakk'ın önem verdiği şeylere fevkalade önem vermek müminler için bir esastır ve onların Hak karşısındaki derecelerini belirleyen bir ölçüdür. Allah ile münasebetlerimiz, o münasebetlerin lazımı gibi tanıyıp bildiğimiz davranışlar, araya başka bir şeyin girmesine meydan vermeme, rûhî ve kalbî hayatımız itibariyle husûf ve kusûf yaşamama.. bütün benliğimize O'nu duyurma, O'nu hissettirme.. dilimiz O'nu anarken, şuurumuza da O'nu duyurma, hissimizi de O'nunla doyurma.. dış ihsaslarımızla meseleleri iç ihtisaslarımıza ulaştırma ve aklı, fikri, kalbi, ruhu, latife-i rabbaniyeyi besleme... işte bunların hepsi mü'minin Hak karşısındaki derecesini belirleyen birer mi'yar, O'nunla münasebet adına birer ünvandır.

Eğer bir kul, bunların bazılarını eksik ve kusurlu yaparsa, mesela; irade planında Allah'la münasebet içinde olur, diler, kasteder ama latife-i Rabbaniyesini hiç hesaba katmaz, onu da mamur kılmayı düşünmezse, Allah'ın huzurunda dururken, latife-i Rabbaniye ufkundan O'nu temâşâ arzusunu aklının köşesinden bile geçirmezse, belki Allah'ın inayetiyle, o da kurtulur; fakat, latife-i Rabbaniyenin yaratılış hikmetini ve gayesini de ihmal etmiş, vazifelerini kırık, çıkık ve çatlak olarak ortaya koymuş olur. Mesela, zannediyorum, namaz ebedi yolculukta enîs olacak, gökçek yüzlü, boyu posu, edası endamıyla hiçbir tarafı tenkit edilemeyecek uhrevi bir misalî vücuda sahiptir. Eğer onu eda ederken şeytanın hırsızlığına mani olamazsanız, şeytanı rükunuzdan, secdenizden kovamazsanız, o azgın düşman, namazın bir sağına vurur, bir soluna; bir yandan kıyamını götürür, bir yandan kıraatini... namazınızı öyle yaralar ve o hale getirir ki; onun misâlî vücudu da kırık-çıkıklara maruz kalır ve ahirette size ne der bilemiyorum. Mutlaka diyeceği şeyler vardır. "Allah hayrını versin beni zayi ettin" mi der, “Sen beni zâyî ettin, Allah da seni zâyî etsin” mi der, bir şey der mutlaka. Öyle bir namaz sakat olur, kör, topal, sağır hale gelir. Üzerinizden atıyor gibi alelacele kıldığınız namaz, beraber bulunmaktan nefret duyacağınız, onunla olmayı istemeyeceğiniz, abus çehreli, çirkin mi çirkin bir varlık olarak berzah hayatında karşınıza çıkacak, ondan tiksinti duysanız da kabirde, mahşerde yanınızdan ayrılmayacak ve “Beni zayi ettin...” deyip duracaktır. Evet, orada rahatsızlık yaşamamak için sizin burada namaza rahatsızlık vermemeniz ve hırsız elinin ona uzanmasına mani olmanız gerekir. Hiçbir rüknünden bir şey çaldırmamalısınız. Bütün kalbiniz, hissiyatınız ve letâifinizle Allah'a müteveccih olmalısınız.

Burada şu hususa temas etmekte de yarar görüyorum: ıslâmiyet bir bütündür; yani, usûlünden furûuna kadar onun esasları hepsi birden edâ edildiği zaman, insana vâd ettiği şeyler -dünya ve ukbâ adına beklenen semereler– elde edilir. Zarûrîyât, hâcîyât ve daha berisindeki onların tekmîliyâtı, tahsîniyâtı diyebileceğimiz hususların bile insanın mânevî ve rûhî hayatı üzerinde çok büyük tesirleri vardır. Biliyorsunuz, ımam şâ'rânî diyor ki; “Bînamaz bir adamla yarım saat otursam kırk gün namazımın feyzini duyamıyor, ondan lezzet alamıyorum” şimdi bu teferruâta âit bir meseledir.. belki çoğunuz kendinizi mecbur hissederek, sadece bînamaz değil, iman ve itikatten nasipsiz kimselerle dahi aynı atmosferi paylaşmakta bir mahsur görmüyorsunuz. Diyorsunuz ki; “Başka türlü nasıl emr-i bil-ma'ruf nehy-i anil-münker yaparız, nasıl Allah'ı henüz ölmemiş her vicdana duyururuz!..” Böyle yüksek bir niyete makrûn olarak öyle bir ortamda bulunmanız sözkonusu değilse, dininizi, milli değerlerinizi anlatma gibi bir niyete sığınarak, bir yönüyle kendinizi o niyetinize emanet ederek öyle bir işin içine girmiyorsanız, füyûzat hisleriniz gerçekten ölür gider. Ölür gider de, artık namazları adeta geçiştirir, başınızdan atıverirsiniz, sabah namazına zor güç kalkarsınız; Allah'a karşı mükellefiyetlerinizi, yeme–içme gibi nefsinizin, arzularınızın, iştihalarınızın gerektirdiği şeyler kabilinden edâ edemezsiniz, angarya gibi yerine getirirsiniz. Hiç farkına varmadan özünüze zarar şerarelerle kavrulur gidersiniz. Düşünün, eğer füruâta ait bir mesele bile füyüzât hislerini o kadar alıp götürüyorsa, çok önemli, çok hayatî şeylerdeki ihmaller, tekâsüller, gaflet veya dalâletler insanı nasıl mahrum hale getirir acaba?!..

Evet, dinin esasları bir bütün olarak ele alınıp bütün halinde edâ edilince semere verir. Yoksa kuvve-i inbâtiyesi sağlam bir çekirdek verimli bir araziye dikilse de, eğer güneşle irtibatı kesilirse, sulanmazsa, musallat olan haşerata karşı ilaçlanmazsa.. hiç ağaç olamaz, meyveye duramaz ki. Onun boy atması ve semere vermesi için gerekli olan şartlar ne ise onların tamamını hazırlamak lazımdır. Aynen öyle de, bir müslümanın hakiki insanlık ufkuna ulaşması için de dinin belirlediği esasların bütününün birden yerine getirilmesi şarttır. Mesela, eğer çarşı–pazar insanın seccadesindeki havasına, genel durumuna, umumi tavrına omuz vermiyorsa; şâyet, o insan bir yerde düşüyor-kalkıyor, öbür yerde de onun acısıyla “uf-puf”larla oturup kalkıyorsa, bir yerde kazandığını başka bir yerde kaybedecektir. Bundan dolayı, “Fîzilalil'Kur'an” sahibinin de dediği gibi: “Müslümanlığı hakkıyla yaşamak ancak ıslamî bir toplum içinde mümkün olur.” Yoksa insan, seccadesinde, namazgâhında, mescidinde, yuvasının içinde müstakim yaşayabilir. Fakat, sokak ona yardımcı değilse, mektep onu desteklemiyorsa, ilim dünyası onun yanında yer almıyorsa, o insan istikamet üzere yaşamakta oldukça zorlanacak, belki de gel-gitlere yenik düşecektir.

Zannediyorum, günümüzde o tür boşlukları ancak niyet-i hâliseyle doldurabiliriz. Yani, niyetimiz hâlis ise, sürekli “Yâ Rabbi, dünyada Senin için duruyoruz, Seni anlatmak için yaşıyoruz; çirkefin, bataklığın içine orada boğulma durumunda bulunan insanları kurtararak Senin rızanı kazanmak için giriyoruz.” diyebilir ve bu niyetimizi hep dipdiri ve dupduru tutabilirsek -inşaAllah– kurtulabiliriz.

Diğer taraftan, inanç sistemimiz, ibadet ü tâatlerimiz, ahlak anlayışımız ve sosyal münasebetlerimiz bir yönüyle bizim kimliğimizin tezâhürleridir. Biz bunları edâ ettiğimiz zaman kim olduğumuzu ortaya koymuş oluruz. Onları ihmal ettiğimiz, görmezden geldiğimiz takdirde, biz de bütün bütün özümüzden uzaklaşır ve kimliksiz hâle geliriz. Yani biz, kendimizi bir yerde zannetsek, bir düşüncenin temsilcileri gibi görsek de, eğer o yerin ve o düşüncenin gereğiyle amel etmiyorsak, hiç farkına varmadan bizim boş bıraktığımız şeylerin yerlerine başka düşünceler, başka anlayışlar, başka kültürler gelip oturuverir.. Allah muhafaza, hiç farkına varmadan bir kaç yüzlü insanlar oluveririz. Günümüzde bu akıbete uğramış nice insan vardır ki, onlar bir yönleriyle Hristiyan, bir yönleriyle Yahudi ve diğer bir yönleriyle de adeta Budist gibidirler. Evet, dini bir bütün olarak görmeme ve onun vaz' ettiği esasları kimliğin bir buudu olarak kabul etmeme yozlaşmayı, özden uzaklaşmayı ve kimliksiz yaşamayı da beraberinde getirir.

Devam edecek...

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir