Ateş-toprak mukayesesinden milliyetçiliğe
Tarih ilmi, milliyetçilik akımını ve buna bağlı siyasî gelişmeleri 1789 Fransız ıhtilâli’ne dayandırır. Milletlerin başka bir milletin egemenliğinden kurtulup kendi ulus-devletini kurmasını savunan bu akım girdiği her yere kan, gözyaşı, kin, nefret ayrılık ve dağılmaktan başka bir şey getirmez. Dünyada mevcut çok uluslu devlet yapısına dayanan imparatorluklar parçalanır, yıkılır.
Osmanlı devletinde, örneği görüldüğü gibi Rum, Romen, Sırp, Bulgar, Ermeni isyanları baş gösterir (ki, bu sonuncusu Osmanlı kaynaklarında “millet-i sâdıkâ” şeklinde tanımlanır) ve her biri, kendi devletlerini kurarlar. Öte yandan aynı dinden olmakla beraber, aynı kandan olmadıkları için, Osmanlıdan ayrılmak isteğiyle çıkan Arap ve Bosna-Hersek isyanları menfî milliyetçiliğin tesirlerinin boyutunu izah etmeye yeten tarihî delillerdir. Ve nihayet insanlığın başına kâbus gibi çöküp dünyayı fesada veren I ve II. Dünya Savaşlarının önde gelen nedenlerinden biri yine milliyetçiliktir.
Yukarıda verilen bilgiler doğrudur doğru olmasına da eksiktir. Eksiktir, çünkü tarih, olayların siyasî ve sosyal sonuçlarıyla ilgilenir, nazara verir. Halbuki meselenin çok farklı boyutları vardır.
Eğer milliyetçilik menfî manada, yani unsuriyetçilik şeklinde tezahür ediyorsa; bir kavim veya soy, daha şerefli sayılarak diğerleri hor ve hakir görülüyor, kendi dilinden, ülkesinden, soyundan olmayanlara düşmanlık besleniyorsa böyle bir milliyetçilik Fransız ıhtilâli’nden çok önceleri de vardı, insanlık tarihi kadar eskiydi, hatta insanın yaratılmasıyla başladı. Ama başlatan insan değildi…
Bakın nasıl:
Hâlık-ı Zülcelâl önce kâinatı yarattı. Sekenelerini ruhaniler ve cismaniler şeklinde iki varlık olarak halk etti. Daha sonra ise hikmeti gereği şuunat-ı esma-i ılâhiyesine mazhariyet noktasında onlardan daha üstün olacak, yeryüzünde emirlerini yerine getirip varlıklar üzerinde tasarrufta bulunacak bir halife yaratmayı irade etti. Meleklerine emir verdi: “Ben çamurdan bir beşer yaratacağım. Ona suret verip yarattığım ruhtan üflediğimde, siz de onun önünde secdeye kapanın!”
Cenab-ı Hakkın secde emrine bütün melekler uyduğu halde, içlerinden sadece “Azazil” Hz. Âdem’e secde etmedi. “Ben,” dedi, “Âdem’den hayırlıyım. Çünkü Sen beni ateşten, Âdem’i ise topraktan yarattın!”
ışte bu itirazla, bu üstünlük taslamayla, bu bencillik ve enaniyetle milliyetçilik doğmuş oldu. Zira ona göre, ateşten yaratılmış olmak, topraktan yaratılmış olmaya üstün geliyordu. Üstün olan, kendisinden aşağıya secde etmez, onun halifeliğini de, sultanlığını da kabul etmezdi. Allah’ın takdir ettiği bir yaratılış özelliğiyle yaratılmış olmayı kibir ve gurur vesilesi sayması rahmetten kovulmasına, ılâhî gazaba uğramasına ve tabiî ki isminin de kıyamete kadar, “ıblis” ve “şeytan” olarak anılmasına sebep oldu.
ılâhî gazap sadece ıblis’e yönelmemişti. Elbette onun gibi düşünüp varlıklarının şundan ya da bundan olmasıyla gururlanıp kibirlenenler de alıyordu nasibini: “Onlardan kim sana uyarsa, muhakkak Cehennemi sizinle doldururum.” (ısrâ Suresi, 63.)
şeytan sırf kendi mayasından olmadığı için insana düşman kesilmişti. Rabbinden aldığı mühleti insanoğlunu ifsat etmek için kullanacaktı. Yeryüzüne indiğinde şerlerle dolu heybesinde milliyetçilik tohumlarını getirmişti. şartlara, zemine uygun biçimde, ismini, resmini, değiştirip her çağ ve her toplumda onları insanların üstüne serpiştirecekti. Kimini ırkıyla, kimini damarlarındaki kanıyla, kimini serveti, teninin rengiyle, bir diğerini ülkesiyle, öbürünü şehriyle, köyü veya kabilesiyle övündürüp, ötekine kin belletecek birbirine düşürecek, yeryüzünde bozgunculuk çıkarttıracaktı. Bilindiği gibi, Onun da vazifesi tahripti ve kolay olduğu için de insanlar arasında kendisine birçok yoldaş bulmakta gecikmedi.
Önce unutturmakla işe başladı şeytan. Yaratanının kim olduğunu ve neden yaratıldığını unutturdu. Bu unutma ile ilkçağın neredeyse bütün kavimlerinde insanlığı inleten acımasız sınıf farkları ve kölelik doğdu. Hindistan’daki kast sisteminde olduğu gibi. Papazlar, ılâh Brahman’ın soyundan geldikleri hatta, onun başından yaratıldıkları için (!), diğer gruplardan (çiftçiler, esnaflar, köylüler) üstünlerdi, birinci tabakada idiler. Kast sisteminin en alt tabakasında olan, Paryalar (köleler) ılâh Brahman’ın bir uzvundan yaratılmadıkları için, insan bile sayılamazlardı. En âdi, en hakir, en pis işler, muameleler onlar içindi.
Mabudunu tanımayan, mahlûk olma noktasında diğer insanlarla aynı olduğunu bilmeyen cahiliye insanında milliyetçiliğin sınıf farkları şeklinde tezahür etmesine şaşmamak gerekirdi.
Oysa Rabbü’l-Âleminin “Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. O erkekle kadının bel ve göğüsleri arasından atılagelmiş bir sudan yaratılmıştır.” “And olsun ki, insanı süzme çamurdan yarattık.
Yaratanların en güzeli Allah ne uludur” fermanlarına muhatap olan insanlar, bu şaşırmışlıktan kurtulup, mahlûkîyet ve mabudiyet noktasında bir oldukları gerçeğine teslim oluyorlardı.
Fakat şeytan hiç boş durmuyordu. Bütün Ceziretü’l-Arap’ta bu sefer aslen ehl-i kitap bir millete neler yaptırıyordu?
Yahudi milleti, son peygamberin vasıflarını ve gelme zamanını çok iyi bildikleri ve sabırsızlıkla bekledikleri halde, Resulullah’a (a.s.m.) ittiba etmemelerinin tek nedeni, onun kendi ırklarından olmayışı oldu. Mübarek sırtındaki nübüvvet mührünü gören Yahudinin, “Lânet olsun! Peygamberlik Yahudi ırkından kıyamete kadar alındı!” diye feveran etmesi, unsuriyetçiliğin nasıl amansız bir tahrip olduğunu bir kez daha ispat ediyordu ki, bu damar, “Lâ ilâhe illallah”ı dedirtirken, “Muhammeder-Resulullah”ı inatla söylettirmiyor ve maalesef birlik halkasına dahil ettirmiyordu.
şimdi durup düşünelim:
Bizim ırkımız Kureyş ırkından üstündür, o halde peygamberlik ancak bizim ırkımızın şânındandır ve bize lâyıktır mantığı ile, ateş-toprak mantığı arasında bir fark var mıydı?
“Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki, kolayca tanışasınız ve kaynaşasınız diye,” ılâhî hükmü, çoğu zaman perdeleniyor, gaflet ediliyor ve maalesef veriliş maksadının tam aksine kullanılıyordu.
Bir gün Selman-ı Farisî, Suheyb-i Rumî ve Bilâl-i Habeşî’nin de aralarında bulunduğu bir grup Medineli Müslüman oturup sohbet ederken Kays b. Mutatiye adında biri çıkageldi ve “Evs ve Hazreç’i anlarım (Medine yerlisi kabile mensuplarını kastediyor), bu adamın (yani Rasulullahın) yardımına kalkıştılar. Ya bunlara ne oluyor? (Yani biri ıranlı, biri Habeşli, biri Rum olanlar kendilerini ne zannediyor)” dedi.
Gerçekte söylemeye çalıştığı şey, Peygambere ashap olma liyakati, Arap ırkına mensup olanlarındı. Yabancılar ne yaparlarsa yapsınlar, başka ırktan oldukları için, asla Araplar gibi değerli olamazlardı. Cahiliye pisliklerinden olan unsuriyet-i kavmiye, şahsın diliyle uyandırılmaya çalışılıyor, fitne çıkarılıyordu ki, işte bu yüzden Hz. Peygamber bu durum karşısında öfkeleniyor ve “Ey insanlar! Rabbimiz yalnız bir Rab’dir. Babanız yalnız bir babadır. Dininiz yalnız bir dindir. Araplık sizin ne babanız, ne ananızdır” ifadeleriyle Ashabı bu fitneden koruyor ve o sözlerin sahibi içinse “Cehenneme kadar yolu var” diye buyuruyordu.
ışte yukarıdaki şahsın sözleriyle şeytanın ateş toprak pazarlığı arasında bir benzerlik yok muydu?
O sebeple Hz. Peygamber, ıslâmın, “Bütün Mü’minler kardeştirler, Mü’minler bir tarağın dişleri gibi birdirler. Arapın Aceme, Acemin Arapa beyazın siyaha, siyahın beyaza Allah korkusu dışında bir üstünlüğü yoktur” hükümleriyle tesis ettiği kardeşliği, tesanütü, birlik ve beraberliği yaralamaya ve bozmaya yönelik hareketleri ve bunların en küçüğüne bile izin vermiyor, sert dille uyarıyordu.
Bazen şeytan Sahabeleri bile bu damardan yakalıyordu.
Ebu Zer el Gıfarî Hazretleri bir defasında Bilâl-i Habeşi’ye her nasılsa, “Kara kadının oğlu” diye hakaret etmişti ki, Hz Peygamberin azarı gecikmedi: “Ey Ebu Zer! Onu sen anasından dolayı ayıplıyorsun, öyle mi! Demek ki sen, içinde hâlâ cahiliyet ahlâkı kalmış bir kimse imişsin!” Ebu Zer bin pişman; “Bilâl ayağıyla yanağıma basmadıkça, yanağımı yerden kaldırmayacağım” diye özür beyan etti.
Demek ki, asabiyet-i kavmiye, unsuriyetçilik, ırkçılık adı her ne ise, cahiliye pisliklerinden bir pislikti, tevhide zıttı, birliği tersti, enaniyeti besliyor nefsi firavunlaştırıyor ve aslında damarına girdiği insanı da milleti de yalnızlaştırıyordu.
Meselâ; ıslâm tarihinde dört halife devrinden sonra gelen Emevî Hanedanlığı döneminde, ıslâm fütuhatı son derece genişlemiş, Kuzey Afrika, ıspanya, Orta Asya, Anadolu derken, nihayet ıstanbul surları önüne gelinmiş, birçok yenilik, zenginlik ve ihtişam, devletin gücüne güç katmıştır. Ancak hanedanın ömrü kısa sürmüştür. Zira Emeviler, iç politikada kendi sayılarının üstünlüğü politikasını benimserken, dışarıda ise, Arap olmayanları, azatlı köle gören Arap ırkının üstünlüğü siyasetini gütmüşlerdir. Bu da hem içte, hem de dışta kargaşa doğurmuş ve devletin yıkılmasına neden olmuştur. Dine yaptıkları onca hizmete ve devletin olanca ihtişamına rağmen, ıslâmın bütün kavimler arasındaki müsavat ilkesini ihlâlin tokadını yemişlerdir.
Peki, bunun meşru ölçüsü nedir? ınsanın milletini, kabilesini, köyünü, cinsini sevmesi onun hayrına çalışmak istemesi yine bu sevgilerin Allah yolunda ve Allah rızası için kullanılmasıyla mümkün olur.
Bediüzzaman’ın pek ciddi bir muhabbetle Türk milletini sevmesi, Kur’ân’ın senasına mazhariyetleri ve altı yüz seneden beri bütün dünyaya karşı koymaları, (ılâ-yı Kelimetullah için) ve Kur’ân’ın bayraktarı olmaları hasebiyledir.
Yine bu yüzden kıymettar otuz-kırk Türk gencini namazsız otuz bin hemşehrisine tercih ettiğini ifade eder.
Hatta “Said Nursî” ismini aldığı halde kendine “Said-i Kürdî” diye hitap edenlerin gerçek maksadının Türk gençlerinin hamiyet-i milliyetlerini galeyana getirip tesanüt ve uhuvveti bozmak olduğuna dikkat çeker. Yine çok önemli bir tespitte bulunur Bediüzzaman, “Nasıl ki, az ihmal ile, tevaif-i müluk (mülkün parçalanıp, her aşiretin kendini devlet ilân etmesi) temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır” der. (Hutbe-i şamiye, 98.)
Nasıl ki cahiliye devrinde, kardeşlik ve uhuvvet bağları olmadığı için kabileler arasında savaşlar eksik olmaz ve bu yüzden ıslâmiyet öncesi Arap Yarımadasında siyasî birlik yoktur. Sen-ben kavgaları, övünmeleri, didişmeleri mülkün paramparça olmasını doğurmuştur.
O halde devletleri parçalayan unsuriyetçilik, nefisleri de çeşit çeşit tevaif-i müluklara bölmez mi? Evet, milliyetçilik önce nefislerde yer eden ben davasıyla başladığına göre kendi içimizdeki tesanüt noktalarını dağıtıp tevaif-i müluklara ayırmanın çok kolay olduğunu anlamak için, gündelik hayattaki davranış kalıplarımızı ufak bir testten geçirmek yetiyor.
Meselâ:
— Bir şehre taşınıldığında ille de hemşeri aranıp onlarla bir araya geliniyor; diğerleri “Onlar bizimle aynı kültürden değil; ne konuştuğumuz uyar, ne yediğimiz” denip bir kenara atılıyorsa;
— Bir evlilik ya da iş ortaklığında kendi memleketlisi ya da köylüsü tercih edilip, “Bizim olsun da çamurdan olsun” mantığı yürütülüyorsa;
— Köyümüze, kasabamıza gelen bir aile “yaban” görülüp bir türlü yerli halkla kaynaşamıyor ve buna izin verilmiyorsa;
— Hatta evlenme yoluyla ailemize giren genç kız, aradan kaç sene geçerse geçsin ismiyle değil de “gelin” diye anılıyorsa, (Yani bu evde bizim kanımızdan olmayan, bizden olmayan, dışarıdan gelen manalarında söyleniyorsa ki hâlâ bazı köylerde öyledir. Köyün yerlisi gelinler isimleriyle, dışarıdan gelenler sadece “gelin” diye çağrılır ya da geldiği köyün ismi söylenir, “Akköylü, Güllüklü…” ) bu söylemler çok eskiden beri tanıdık olunan damarlara sinmiş bir asabiyet-i cahiliyenin kırıntılarını işmam ettirmiyor mu? Ne dersiniz?
Dipnotlar:
1. Örneklerle ıslâm Ahlâkı, Doç. Dr. M. Yaşar Kandemir.
2. Kertenkele Çukuru, Metin Karabaşoğlu.
3. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş.
Zeynep Çakır
Kaynak: Bizim Aile