Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

161

05.09.2006, 13:53

Enes ıbnu Mâlik (radıyallahu anh) anlatıyor:

Biz mescidde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le birlikte otururken, devesine binmiş olarak bir adam girdi ve mescidin avlusuna devesini ıhıp bağladıktan sonra: "Muhammed hanginizdir?" diye sordu. Biz: "Dayanmakta olan şu beyaz kimse" diye gösterdik. -Nesâî'deki Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'ın rivayetinde: "şu dayanmakta olan hafif kırmızıya çalan renkteki kimse" diye tasvîr mevcuttur.-

Adam: "Ey Abdulmuttalib'in oğlu! diye seslendi.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Buyur seni dinliyorum" dedi.

Adam: "Sana birşeyler soracağım. Sorularımda aşırı gidebilirim, sakın bana darılmayasın" dedi.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Haydi istediğini sor!"

Adam: "Rabbin ve senden öncekilerin Rabbi adına soruyorum: Seni bütün insanlara peygamber olarak Allah mı gönderdi?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Kasem olsun evet!"

Adam: "Allahu Teâla adına soruyorum: Gece ve gündüz beş vakit namaz kılmanı sana Allah mı emretti?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah'a kasem olsun evet!"

Adam: "Allah adına soruyorum, senenin şu ayında oruç tutmanı sana Allah mı emretti?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah'a kasem olsun evet!"

Adam: "Allahu Teâla adına soruyorum: Bu sadakayı zenginlerimizden alıp fakirlerimize dağıtmanı Allah mı sana emretti?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah'a kasem olsun evet!"

Bu soru-cevaptan sonra adam şunu söyledi: "Getirdiklerine inandım. Ben geride kalan kabîlemin elçisiyim. Adım: Dımâm ıbnu Sa'lebe'dir. Benu Sa'd ıbni Bekr'in kardeşiyim." (Bunu beş kitap rivayet etmiştir. Metin Buhârî'den alınmıştır).

Müslim'in rivayetinde şöyle denir: "Bir adam geldi ve şöyle dedi:

"Bize senin gönderdiğin elçi geldi ve iddia etti ki sen Allah tarafından gönderildiğine inanmaktasın."

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Doğru söylemiş" dedi.

Adam tekrar: "Öyleyse semayı kim yarattı?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah!" dedi.

Adam: "Peki bu dağları kim dikti ve içindekileri kim koydu?" dedi.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah!" dedi.

Adam: Peki semayı yaratan, arzı yaratan ve dağları diken Zât adına söyler misin, seni peygamber olarak gönderen Allah mıdır?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Evet!" dedi.

Adam: "Elçin iddia ediyor ki biz gece ve gündüz beş vakit namaz kılmalıyız, bu doğru mudur?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Doğru söylemiştir!"

Adam: "Seni gönderen adına doğru söyle. Bunu sana Allah mı emretti?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Evet!" dedi.

Adam sonra zekâtı, arkasından orucu, daha sonra da haccı zikretti ve bu şekilde sordu.

Râvi der ki: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de her sualde "Doğru söylemiş" diye cevap veriyordu. Adam (son olarak) sordu: "Seni gönderen adına doğru söyle. Bunu sana Allah mı emretti?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Evet!"

Adam sonra geri döndü ve ayrılırken şunu söyledi: "Seni hakla gönderen Zât'a kasem olsun, bunlar üzerine hiç bir şey ilâve etmem, bunları eksiltmem de."

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Bu kimse sözünde durursa cennetliktir!" buyurdu.


Buhârî, ılm 6; Müslim, ıman 10, (12); Tirmizî, Zekât 2, (619); Nesâî, Siyâm 1, (4, 120); Ebu Dâvud, Salât 23, (486).

Alkan

Usta

Mesajlar: 1,694

Hobiler: Risale-i Nur, Kur'an dinlemek

  • Özel mesaj gönder

162

05.09.2006, 13:57

bu hadisi biliyordum gerçekten büyük bir müjde...üstadın da dediği gibi farzları yapıp,kebairleri işlemeyen kurtulur inşAAllah...Allah razı olsun...
"ey bedbaht nefsim! acaba ömrün ebedi midir? hiç kat'i senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?

163

05.09.2006, 13:59

Alıntı sahibi ""alkan_unal""

bu hadisi biliyordum gerçekten büyük bir müjde...üstadın da dediği gibi farzları yapıp,kebairleri işlemeyen kurtulur inşAAllah...Allah razı olsun...


ınşallah,inşallah.....

Amin ecmain..

164

05.09.2006, 14:13

Bir sınıfta öğretmen olduğumuzu farz edelim. Kendi aralarında 15-20 öğrenci konuşur ve hepsinin sesleri birbirine karışmadan süratle ve atomlar vasıtasıyla bize ulaşır.


Aynı atomlar, güneşin ışığını, ısısını ve yedi rengini de sınıfa getirir. Sobamızda çıkan sıcaklık da atomlar eliyle etrafa yayılır.


Aynı anda uzaklardaki bir radyo sesi, gök gürültüsü veya bir zil sesi de duymuş olabiliriz. Bu iş de aynı atomların vazifesidir.


Sınıfımızın etrafını yüz bin insan sarsa ve hepsi de bize değişik tonlarda, değişik şivelerde ve değişik dillerde seslenseler, aynı atomlar bu sesleri birbirlerine karıştırmadan aynı süratle naklederler.


Canlı, akıllı ve şuurlu bir insanın bir anda beş altı iş yaptığını, meselâ birisiyle konuşurken başka birini dinlediğini, bu arada yazı yazıp kafasında çeşitli hesaplar çözdüğünü duysak, gazetelere manşet yapar, dünya rekortmeni ilân ederiz. Cansız, akılsız, gözsüz ve şuursuz, küçücük bir atomun bir anda binlerce işi eksiksiz, karıştırmadan ve aynı mükemmellikte yapması, akılları durduran bir hâl değil midir?


Küçük bir atomdan, muhteşem galaksilere kadar hükmeden bu kuvvetleri, ince ve hassas hesaplarla koyup işleten, kâinattaki nizamı ve dengeyi sonsuz bir ilim ve kudretle idare eden kuvvet kime aittir? Bu akıl almaz hesabı hangi tesadüf ve hangi tabiat yapabilir?


Bir yığın kum, taş, çimento ve demir bulunduğunu kabul edelim. Ortada bir usta, bir plân ve proje olmadan, bu maddelerin bir araya gelerek bir saray inşa etmesi düşünülebilir mi? Böylesine mükemmel bir sarayın kendiliğinden teşekkül etmesi mümkün müdür?

Galiba bizler, kâinatın muhteşem sistemini, nizamını ve harikulâdeliğini kanunlarla izah ettiğimizi zannedip işin içinden kolayca çıkıveriyoruz. Kanunları keşfetmekle iş bitiyor mu? O kanunu koyan kudret sahibini neden akla getirmiyoruz?


Halit Ertugrul

165

06.09.2006, 10:42

Hem nasıl ki dört yüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimal ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve talimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mucizekâr bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acip ordu ve ordugâh, şüphesiz, bedahetle o harika kumandanı gösterir, takdirkârâne sevdirir. ( Asa-yı Musa )

166

06.09.2006, 12:21

Tabiat Tesadüfü Yalanlıyor

Zübeyir Gündüzalp Ağabey anlatıyor:

''Üstad, Ispartada dere boyunda yürerken , dediki:

''Birbirinin aynı olan iki taş bulun

Bir başka zaman da

''Birbirinin aynı olan iki dağ gösterin''demiş ve ilave etmişti:

''Hiçbirşey tesadüfi değildir.''


Başkasının günahına ağlayan adam'dan

167

06.09.2006, 12:49

Üstadım imana hizmet konusundaki en başarıyı bile büyük görmüş.Bir inançsızın inançsızlığından şüpheye düşmesi ve ''Acaba Allah Var mı?'' Diye düşünmesini dahi ''Büyük bir rahmet'' olarak görmüş.

Demişki: ''Kardeşim bilseniz ki bir insanı mutlak küfürden meşkuk(şüpheli) küfre getirmek ne büyük bir rahmettir''

Kaynak=başkasının günahına ağlayan adam

Görüyorsunuz meğer nasıl hayırlı bir iş yapıyormuşuz...

Canım kardeşlerim devam inşallah hakikatleri yazmaya... :D

168

06.09.2006, 16:47

Allah her yerde hazır ve nazır olduğu halde, Ona rücu, yani Allah’a dönme ne demektir?

Rücu kelimesinin sözlük anlamı, geri dönmedir. Rücu ile ilgili âyet-i kerimeler, “Sonunda bize döndürüleceksiniz.” Yahut, “Sonra da döndürülüp, Ona götürüleceksiniz,” şeklinde biter. Her işini Allah’ın kendisine verdiği kuvvet ve kudretle ve diğer imkanlarla gören insanoğlunun, Rabbinin tasarrufu dışına çıktığı bir tek an dahi düşünülemeyeceğine göre rücuyu nasıl anlayacağız?

Üzerinde en fazla durulan mana, kendisine cüzi irade verilmekle bu dünyada bir imtihana tabi tutulan insanların, ahirette ömürlerinin hesabını vermek üzere Allah’ın huzuruna çıkmaları şeklindedir.

Ezel aleminde ruhlarımıza bir hitap gelmişti; “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye... Bu soruya; “Evet, sen bizim rabbimizsin.” şeklinde karşılık vermiştik.

Dünya imtihanına atılınca sebepler âlemiyle karşı karşıya kaldık. Hep güneş doğunca ortalık aydınlandı, hep bahar gelince çiçekler açtı. Buğdayımızı, sebzemizi hep topraktan, meyvemizi daima ağaçtan aldık. Bu hâl insanların bir kısmına gaflet verirken, diğer kısmını şükre sevk etti.

ımtihan âlemi kapandıktan, kabir safhası geçilerek, mahşere çıkıldıktan sonra, bu iki gurup insan da rablerine döndürülecekler. Yine onun huzurunda toplanacaklar. ışte bu içtima, bir rücu dur. Bu rücu, irademiz dışında olacaktır. “Döndürülmek” tabiri bize bu dersi verir. Ve bize bir başka rücuyu ders veren bir âyet-i kerime:“Allah ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki; ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek. Sonra sizleri yine diriltecek. Sonra da döndürülüp Ona götürüleceksiniz.” (Bakara Suresi, 28)

ınsan ölü iken, yâni maddesi ölü elementler âlemindeyken diriltilerek insan hâline getiriliyor. Sonra yine ölüyor ve beden tekrar aslına rücu ediyor, tümüyle element oluyor. Bu safhayı yeniden diriltilme ve mahşere çıkma takip ediyor. ışte iki ölüm, iki diriliş ve iki ayrı rücu: Biri ölümden ölüme... Diğeri, hayattan hayata rücu.

Rücu ile ilgili diğer bir âyet-i kerime: “Biz Allah içiniz ve muhakkak Ona rücu edeceğiz.”(Bakara Suresi, 156)

ıtaat edenler de, isyan edenler de, öte âlemde yine onun huzurunda toplanacak, Ona rücu edecekler. Onun kulu olarak yaşayan ve bu imtihan âlemini iman ile terk eden bir kulun, ahirette rabbine rücuu bir bayramdır.Allah’ın mülkünde Onu tanımadan ve emirlerine uymadan yaşayan insanlar da Rablerine küfür ve isyan üzere rücu edeceklerdir. O halde, rücu denilince, gözümüzde mahşer canlanmalı... Her iki tabloyu da, hayalen olsun, nefsimizin önüne koymalıyız. Tâ ki rıza çizgisinden ayrılmasın, dünyanın geçici lezzetlerine kapılmasın ve haramlardan uzak kalsın.“O gün emir yalnız Allah ındır.” (ınfitar Suresi, 19) âyetinden ders alsın, o günü beklemeden bugünden Onun emri altına girsin, hükmüne razı olsun.Peygamber Efendimiz’in (asm.) “Ölmeden evvel ölünüz.” emrine böylece uysun ve rabbinin gösterdiği istikamet yoluna dünyada rücu etsin. Ta ki, ahiretteki rücuu saadetle sonuçlansın.Zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah, biz kullarını mekâna yerleştirmiş ve zamana taksim etmiş. Öyle ise insan, hangi mekânda ölürse ölsün, mekândan münezzeh olan rabbine rücu eder. Keza, hangi zamanda can verirse versin, zamandan münezzeh olan rabbine kavuşur...

Okunma Sayısı : 587

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

169

06.09.2006, 16:48

Rüyet nedir? Rüyet hakkında ıslâm alimlerinin görüşü ne merkezdedir?

Bir ömür boyu, onun yarattığı şu kâinattan yine onun ihsan ettiği beden ile istifade eden ve her biri ayrı bir ilâhî ihsan olan akıl, kalp ve hissiyatıyla nice hakikatlere muhatap olan insanoğlu, kendisini bu kadar lütuflara gark eden rabbini görmeyi elbette aşk derecesinde arzu ediyor. ınsan kalbine yerleştirilen bu arzunun cevabı, cennette verilecek ve insan, cennet lezzetlerini çok gerilerde bırakan en ileri ihsana böylece ermiş olacaktır. Rüyet hakkında çok münakaşalar cereyan etmiştir. Onların ayrıntısına girmeyeceğiz. Ana hatlarıyla, ehl-i sünnet alimleri rüyetin haktır ve câiz olduğunda, mahiyetinin ise bilinemeyeceğinde ittifak etmişler. Dalâlet fırkalarından olan Mutezile mezhebinde ise rüyet kabul edilmez.

Her şeyi akılla halletmeye çalışan insanoğlu bu büyük tecellinin nasıl olacağına da az kafa yormuş değil. Gerçekte bu saha aklın değil kalbin, düşüncenin değil zevkin sahasıdır. Ama,akıl uzaktan uzağa da olsa bir şeyler anlamak, bazı ipuçları yakalamak ve tatmin olmak istiyor. Allah Resulünün (asm.) ifadesiyle, "Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan kalbine gelmemiş" bir âlem olan cenneti ve en büyük bir ilâhî rahmet olan rüyeti, bu dünyada nasıl anlayabilir ve nasıl kavrayabiliriz! Ama insan aklı rahat durmuyor. Öte âlemde ihsan edilecek ve ancak orada zevk edilebilecek bir hakikatin aklî izahını bu dünyada istiyor.

Nur Külliyatından Sözler’de "Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder." buyrulmakla, ruhun başka âlemleri bu göze muhtaç olmadan da seyredebileceğine işaret edilir. Bunun en güzel misâli rüya hadisesidir. Mesnevî-i Nuriye de ise "Ruhu cismaniyetine galib olan evliyanın işleri, fiilleri, sürat-ı ruh mizânıyla cereyan eder." buyrulur. Bilindiği gibi, cihet ve yön ancak beden için söz konusu. Ruh için ön, arka, sağ sol gibi kelimeler kullanılmaz. O halde, ruh bedene galip olunca yön ve cihet devreden çıkar ve ruh, her tarafı birlikte ve beraber görebilir. Nitekim, Allah Resulü (asm.), arkadan gelenleri de aynen öndekiler gibi rahatlıkla görürdü.Ehl-i cennetin ruhları bedenlerine galiptir. Bir anda birçok mekânda birlikte bulanabilirler. Ve yine cennet ehlinin görmeleri de bu dünyadakinden çok ileri bir seviyededir. Aralarında gölge ile asıl kadar fark vardır. Dünyada sadece maddi eşyayı görebilen insan gözü kabirden itibaren artık melekleri göremeye başlayacaktır.

Buna bir de, rüyetteki ilâhî yakınlığın nuru eklendiğinde, o kâmil ruh, o anda bir feyze gark olacak ve rabbini cihetten, mesafeden ve şekilden münezzeh bir keyfiyetle seyrederek kendinden geçecek ve kalbi nice mânevî zevklerin cevelan ettiği bir ummana dönecek ve o bahtiyar kul, cennetten edindiği zevkle kıyaslanmayacak kadar ileri bir hazzı, rabbinin rüyetiyle tadacak, mest olacaktır.

Üstad Bediüzzaman hazretleri, vahdetül-vücut meşrebi için, "Tevhitte istiğraktır." buyurur. Bu fâni âlemdeki görme, işitme, yeme, içme kısacası her şey, ebediyet yurdundakilere göre ancak gölge derecesinde kaldığı gibi, bu dünyadaki istiğrak hâlinin aslı da tariflere sığmaz bir ulviyet ile, rüyet hadisesinde kendini gösterecektir.Rüyeti müjdeleyen bir âyet-i kerime:"Nice yüzler o gün ışıldar, parlar; rabbine nâzır (onun cemâline bakmaktadır)." (Kıyamet Suresi, 22)

Asrımızın büyük âlimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur: "Ehl-i sünnet, bu bakışı, rüyet mânâsıyla anlayarak ahirette müminlerin Cemâlullahı rüyetini ispat etmişlerdir. ‘lenterani’ye (sen beni göremezsin ) ayetine sarılan Mutezile bu bakışı intizar (bekleme) mânâsına haml eylemişlerdir. Halbuki gayeye ermeyen intizarın neticesi neşe değil, inkısar-ı hayal ve elem(dir)" Lenterani, "sen beni göremezsin” mânâsına geliyor. Cenâb-ı hakk’tan, rüyet talebinde bulunan musa aleyhisselâma bu ilâhî kelamla karşılık verilmiş.Füsus şarihi, değerli bilim ve fikir adamı Ahmed Avni bey , Musa alehisselâmın rüyet talep etmesini rüyete delil olduğunu beyan eder ve buyurur ki: Rüyet muhâl olsaydı, Musa (a.s.) böyle bir talepte bulunmazdı."

Ahmed Avni Bey, rüyet halinde kişinin kendinden geçeceğini, kendisinde varlık namına bir şey kalmayacağını, ilâhî tecelliye ve yakınlığa gark olacağını ifade ederek cennetteki rüyet için önemli işaretler verir.

Rü’yetle ilgili bir âyet-i kerime: "ıyi davrananlar için daha güzel karşılık, bir de ziyade vardır." (yunus suresi, 26)Ayette geçen "ziyade" kelimesini, Allah resulü (a.s.m.), "rahmanın cemâline nazar" şeklinde tefsir etmişlerdir.

Okunma Sayısı : 611

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

170

07.09.2006, 09:14

çok güzel ya ARO
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

171

08.09.2006, 10:11

Cenâb-ı Hakk bu âlemi kendisini tanıtmak için yarattığına göre, bu dünya hayatında hiç hastalık ve musibet olmasaydı, Allah’ı tanımamız yine gerçekleşmez miydi? O halde, böyle bir takdirin hikmeti nedir?

Bir hadis-i kutsîde şöyle buyruluyor: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) ve kâinatı yarattım.”

Kâinatın ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü ise on binlerce seneyle. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i kutsîde verilen haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah’ı bilen, eserlerini temaşa ve tefekkür eden, Ona isyandan uzak bu mübarek varlıklar, hadis-i kutsîde verilen haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle, itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle tahakkuk ettirmiş oluyorlardı. Hayvanlar âlemi de yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürmekle, ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler âlemi ve cansız varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.

“Hiç bir şey yoktur ki Allah’ı tespih ve Ona hamd etmesin,” mealindeki âyet-i kerimede geçen “şey” tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır. Her şey Onu tespih eder ve Ona medih ve senada bulunur.

Cenab-ı Hak, bütün bu tesbih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini icra etmeye kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu: ışte bu ulvi mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı. Cenab-ı Hak, topraktan bir insan yaratacağını meleklere haber verdiğinde, yukarıdakine benzer bir soru, meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben, “Siz benim bildiklerimi bilemezsiniz.” buyrulmuştu.

ımtihana tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu yeni misafirler, âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah’a ibadet için yaratılmışlardı.


“Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat Sûresi, 56)



Âyette geçen “ibadet” kelimesine bir çok tefsir âliminin “marifet” mânâsı verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah’ı tanımak, varlığını, birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak, mahlûkat âlemini de hikmet ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle vazifeli olduğu anlaşılıyordu.

Bu mümtaz mahlûk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı Hakk’ın hem cemal, hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara tabi tutulacaktı.

Nitekim öyle oldu ve öylece devam ediyor. Nimetler, ihsanlar, ikramlar, güzellikler, sıhhat, afiyet, ferah gibi haller hep cemal tecellileridir. Ve insanoğlu bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından birini tercihle karşı karşıya bulunur. Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş olup bu imtihanı kazanamıyorlar.

ımtihanın diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileridir. Bunlarla insan, sabır, tevekkül, teslim, rıza imtihanına tabi tutulur. Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazladır.

Bundaki hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders veriyorlar. Nur Külliyatından konumuza ışık tutacak cümle:


“Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi’ geniş bir âyine olsun.”
Sözler




ıbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.

Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müspet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor. Konunun çok önemli bir yanı da şu: Marifetullah, yani Allah’ı tanıma denilince, bütün isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece cemalî isimleri değil.

Allah, Rahman olduğu gibi Kahhar’dır da. ızzeti tattıran da Odur zilleti çektiren de. Bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan sadece bunlara muhatap olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan meydanında, insanoğlu Allah’ı hem celal, hem de cemal sıfatlarıyla tanımak durumundadır. Ahirette ise, yollar ayrılacak. ınsanların bir kısmı ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlâklarına mükâfat olarak, cennete girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal tecellilerine, azamî ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu tutarak dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle karşılaşacaklar.

Böylece, ahiret yurdunda, Allah’ın hem cemalî hem de celalî isimleri en ileri mânâda tecelli etmiş olacak.

Okunma Sayısı : 518

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

172

08.09.2006, 10:14

Allah’ın kudretine göre, bir atom yaratmakla bütün bir kâinatı yaratmak arasında fark olmadığı konusunda aklı tatmin edecek bir açıklama yapar mısınız?

Allah’ın varlığı vaciptir, sıfatları sonsuzdur ve bütün eşyayı kaplamış, ihata etmiştir. Yaratıklar ise varlık mertebesi itibariyle mümkin grubuna girerler ve her şeyleriyle sınırlıdırlar. Vacibin mümkini, sonsuzun sınırlıyı yaratması son derece kolaydır. Burada az ile çoğun büyükle küçüğün farkı yoktur. Hem, Allah’ın sıfatları muhittir, yani tecelli yönüyle her şeyi ihata etmiş, kaplamıştır. Bu kaplama sahası içinde az ile çok, büyük ile küçük fark etmezler.

Allah’ın varlığı vacip, mahlûkatın ki ise mümkindir. Bu mahiyet farklılığı kolaylığın en büyük bir sebebidir. Vacibin varlığı kendi zâtındandır, ezelî ve ebedîdir. Mümkin ise Allah’ın yaratmasıyla varlık sahasına çıkar, bu yaratma olmazsa yoklukta kalır. Bunun için mümkini “varlığıyla yokluğu eşit olan” şeklinde tarif ederler. Mümkinle Vacip arasındaki bu mahiyet farklılığının kolaylığa nasıl sebep olduğunu bir örnekle açıklamaya çalışalım:

“ınsan” ile “yazı” arasında sonsuz denecek kadar büyük bir mahiyet farklılığı vardır. Bundandır ki, insan bir yazıyı rahatlıkla yazar ve siler.

Birisi size, “Dağ yazmak mı daha kolaydır, taş yazmak mı?”, yahut “Güneş yazmak mı daha rahattır, lâmba yazmak mı?” diye sorsa, bu soruyu saçma bulursunuz. Ve soru sahibine dersiniz ki: güneş lâmbadan büyüktür, ama benim ilmime göre değil; ben ikisini de aynı kolaylıkla bilirim ve yazarım.

Eşyanın büyüklükleri, küçüklükleri, az ve çok oluşları birbirlerine göredir ve kendi aralarında geçerlidir. ılâhî ilim azla çoğu, büyükle küçüğü bir bildiği gibi, ilâhî kudret de bunları aynı kolaylıkla yaratır, vücuda getirir.

Allah’ın bütün sıfatları sonsuzdur. Sonsuza göre az ile çoğun farkı olmaz. Matematikte, sonsuzdan biri de bir milyarı da çıkarsanız geriye yine sonsuz kalır. Bu kavram için bir ile milyar fark etmez.

Ve Allah’ın sıfatları muhittir, yani tecellileriyle bütün eşyayı kaplamıştır. Güneş bir şehrin tamamını aydınlattıktan sonra artık onun için gökdelenle gecekondunun, sinekle kartalın, karıncayla insanın bir farkı kalmaz. Işığıyla hepsini ihata ettiği, kapladığı için hepsini aynı kolaylıkla aydınlatır. Bütün insanları o şehirden göç ettirseniz güneşin işi kolaylaşmayacağı gibi, mevcut nüfusun yüz katı kadar insanı başka illerden misafir getirseniz onu yoramazsınız. Çünkü onun ışığı şehrin tamamını kaplamış, içine almıştır.

Problemler birbirine göre kolay ve zor olabilirler. Ama bir insan bunların tümünün çözümünü biliyorsa, onun için kolay ve zor kavramları ortadan kalkmış demektir. Çarpım tablosunun tümünü bilen bir insan, “iki kere ikinin dört olduğunu” da, “dokuz kere dokuzun seksen bir olduğunu” da aynı kolaylıkla bilir. Dokuzun ikiden büyük olması onun ilmi için bir zorluk getirmez. Kudreti için de dokuz yazmak, iki yazmaktan zor değildir. Bu rakamlar birbirlerine göre büyük veya küçüktürler. Katibin kuvvetine ve ilmine göre değil.

Cenâbı Hakk’ın da bütün sıfatları umum eşyayı ihata etmiştir. Ne kudreti, ne ilmi, ne de diğer sıfatları için eşyanın tümü ile bir ferdi, azı ile çoğu, uzağı ile yakını arasında fark düşünülemez. Hepsini aynı kolaylıkla bilir ve aynı kolaylıkla yaratır.




Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

173

08.09.2006, 15:18

Kalem-i kudrette ittihad, tevhidi ilân eder

Eser-i itkan-ı san'at, fıtratın her köşesinde, bilbedâhe reddeder esbâbının icâdını.
Nakş-ı kilkî, ayn-ı kudret; hilkatin her noktasında bizzarure reddeder vesâitin vücudunu.


sözler

174

08.09.2006, 15:20

Vicdan, cezbesi ile Allah'ı tanır

Vicdanda mündemicdir, bir incizab ve cezbe. Bir câzibin cezbiyle dâim olur incizab.
Cezbe düşer zîşuur, ger Zülcemâl görünse, etse tecellî dâim pürşâşaa bîhicab.
Bir Vâcibü'l-Vücuda, Sahib-i Celâl ve Cemâl, şu fıtrat-ı zîşuur katî şehâdetmeab.
Bir şâhidi o cezbe; hem diğeri incizab.


sözler

175

08.09.2006, 17:49

Çok güzel Allah razı olsun
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

176

08.09.2006, 18:54

Her anda Allah kelimesine ihtiyaç vardır

Cismani ihtiyaçlar vakitlerin ihtilaflarıyla tebeddül eder, noksan ve fazlalaşır. Mesela, havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan hacet, her günde olur. Ziyaya olan ihtiyaç, alelekser haftada bir defa lazımdır. Ve hakeza...

Kezalik manevi ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda Allah kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit Besmeleye, her saatte La ilahe illallah’a ihtiyaç vardır. Ve hakeza...

Binaenaleyh, ayetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor. Ve keza, o gibi hükümlere olan ihtiyacın şiddetine işarettir.

Mesnevi-i Nuriye | On Dördüncü Reşha | 195

177

08.09.2006, 18:56

ı’lem ey gafletli, sağır ve kör olarak, zulmetler içinde esbaba ibadet eden ahmaklar!

Cenab-ı Hakkın vücub-u vücud ve vahdetine, kâinatın mürekkebâtı ve zerrâtının elli beş vecihle yaptıkları şehadetlerin bir vechini yazacağım. şöyle ki:

Eşyanın icadı, ya nefislerine veya esbaba olan isnadı, hayret ve istiğrabı muciptir. Bu da red ve inkârı icap eder. Bu dahi dalâletleri intaç eder. Bu ise ıztırâbât-ı ruhiye ve teşevvüşat-ı akliyeye sebep olur. Bu da ruhları ve akılları firar ettirmekle Vâcibü’l-Vücuda iltica etmeye mecbur eder. Zira her müşkülât Onun kudretiyle hallolur. Ve açılmaz düğümler Onun iradesiyle açılır. Ve kalbler Onun zikriyle mutmain olur.

Bu hakikati şöyle bir muvazeneyle izah edeceğim. şöyle ki:

Mevcudatın fâili, yani eşyayı vücuda getiren, ya vacip ve vahiddir veyahut da mümkün ve kesirdir. Fâil vacip ve vahid olduğu takdirde, ne külfet var, ne de garabet var. Olsa bile vehmî olur. Esbaba isnad edildiği takdirde, külfet ve garabet vehmîlikten çıkar, kat’î ve hakikî bir şekilde tahakkuk eder. Çünkü, kusur ve zâfiyetten hâli olmayan esbab-ı kesireden hiçbir sebep, bir müsebbebi omuzuna kaldıramaz. Ve birşeyin icadında gayr-ı mütenahî esbabın iştiraki lâzımdır. Meselâ, balarısı herşeyle alâkadar olduğundan, eğer icadı esbaba isnad edilirse, semâvat ve arzın iştirakleri lâzımdır.

Maahaza, kesretin vahidden suduru, vâhidin kesretten sudûru kadar zahmet değildir, daha kolaydır. Meselâ, bir kumandanın efrad-ı kesireye verdiği intizam ve yaptırdığı işleri, o efrad-ı kesire, kendi başlarına büyük bir müşkilâttan sonra yapabilirler.

Maahaza, icadın esbaba isnadında lâyüad külfet, garabet olmakla beraber, pek çok muhâlâta zemin teşkil ediyor.

1. Herbir zerrede Vâcibü’l-Vücudun sıfatlarının farzı lâzımdır.

2. Ulûhiyette gayr-ı mütenahi şeriklerin iştiraki lâzım gelir.

3. Herbir zerrenin hem hâkim, hem mahkûm olması lâzım gelir; kubbeli binalarda birbirine dayanmakla düşmekten kurtulan taşlar gibi.

4. şuur, irade ve kudret gibi sıfatların her zerrede bulunması lâzım gelir. Çünkü, hüsn-ü san’at bu sıfatları iktiza eder.

Mesnevî-i Nuriye, s. 79

178

09.09.2006, 13:43

şükretmek lazım

Vücudumuzda hücrelerimiz kadar tehlike var. Bu tehlikelerden bizi koruyan Allah'tır. Kâinat kitabını okuyoruz. Yağmurun yağmaması felaket. Yağan yağmurların durmaması felaket.


Yağmurlar damla damla değil de oluktan boşanırcasına yağsa yine felaket…

Rüzgârlarda, depremlerde bir ölçü var.

Rüzgâr 40 km. esiyor; 40 bin km. hızla esmiyor.

10 şiddetinde deprem oluyor; 100 şiddetinde deprem olsa kıtalar yürür giderdi.

Bütün bu felaketlerden bizleri koruyan Allah'tır.

Kalbimiz dursa onu kim çalıştırabilir? Gözlerimiz kör olsa kim açabilir? Değil ki organlarımız kadar, hücrelerimiz kadar şükretmemiz lazım.

Verdiği maddî ve manevî nimetler için Allah'a ne kadar şükretsek azdır. Canlılar içinde Allah'a şükreden, yani nimetlerin kıymetini bilen yalnızca insandır. Gayrimüslimler Allah'a isyan ettikleri halde Allah onların bile her türlü ihtiyacını veriyor. Çünkü Allah Rahman ve Rahîm'dirAnarşizmden, kötülüklerin kötülüğünden bizleri koruyan Allah'tır..

Maddî ve manevî hastalıklar insanın dünyasını karartırken, Allah'ın verdiği sağlığa binlerce şükür. Dünya savaşlar içinde. ınsanlar her türlü haksızlığa uğrarken bizler rahatız. O insanların zulümden kurtulmaları için dua ederken, diğer taraftan da şükretmeliyiz. Hayatın iyi taraflarını görmek lazım. Yangın yerinden geçen, başını çevirip bahçelere, bağlara bakmalıdır; bilmelidir ki bu yangın yeri de yarın bağ ve bahçe olacak…

Her şey Allah'ın elindedir. Bediüzzaman diyor ki:

Dünya ve ahiret saadetini isteyen kâinatı yaratan Allah'ın kitabına yani Kur'an'a uymalıdır. Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.

Her insanın "yorum" hakkı vardır. Yorumlarımızı karamsar da yapabiliriz, iyimser de… Bu, insanın elindedir. Nefsi, insana bazen öyle şeyler söyler ki, insanın düşmanı söyleyemez. Akıl büyük bir nimettir. Fakat akıl, pişmanlıkları, evhamları bize taşırsa o zaman akıl başa bela olur! Bazen bana kötü düşünceler, kötü hayaller geliyor. Bir bakıyorum dakikalar, saatler geçmiş. "Ya Rabbi; bu düşünceler bana ait değil. Kurtar beni onlardan!" diye dua ediyorum. "Lâ ilahe illallah, Lâ ilahe illallah" demeye başlıyorum ve kurtuluyorum o halden.

Kötü bir şey olacağını düşündüğüm zaman diyorum ki: Allah'ın izni olmadan sinek kanadını kımıldatamaz. Kuş uçamaz.

Güzel gönül ağlama,
Gündür geçer ağlama
Bu kapıyı kapatan,
Bir gün açar ağlama.
"Her hale Elhamdülillah; küfür ve dalalet hariç."




HEKıMOğLU ıSMAıL

179

09.09.2006, 17:36

Bu kainatta görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyorki,bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kainat,bütün mevcudatiyle ayinedarlık dilleriyle ,o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder

şualar-4.şua

180

11.09.2006, 16:26

25.söz'den

ışte şu âyet, Cenâb-ı Hakkın nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesindeki tasarrufâtını şöyle gösteriyor ki: ızzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakkın meşîetine ve irâdesine bağlıdır; demek, "Kesret-i tabakâtın en dağınık tasarrufâtına kadar meşîet ve takdir-i ılâhiye iledir, tesadüf karışamaz." şu hükmü verdikten sonra, insaniyet hayatında en mühim iş, onun rızkıdır; şu âyet, beşerin rızkını doğrudan doğruya Rezzâk-ı Hakikinin hazîne-i rahmetinden gönderdiğini bir iki mukaddeme ile ispat eder.

şöyle ki:

Der: "Rızkınız, yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, şems ve kameri teshîr eden, gece ve gündüzü çeviren Zâtın elindedir. Öyle ise, bir elmayı bir adama hakiki rızık olarak vermek, bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran o Zât verebilir; ve O ona hakiki Rezzâk olur."

Sonra da, (Dilediğini de hesapsız şekilde rızıklandırırsın. (Âl-i ımrân Sûresi: 27.)

der. Bu cümlede, o tafsilâtlı fiilleri icmâl ve ispat eder. Yani, "Size hesabsız rızık veren Odur ki, bu fiilleri yapar."

Bu konuyu değerlendir