Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

121

30.08.2006, 15:26

o alıntıyı anatımca anlamamışsın adem.

o alıntı demek istiyorki marifetullahın mertebeleri var.

önce Allaha iman gelir.
bundan sonra Allahı bilmek gelir.hemde isimleri ve sıfatlarıyla kainatı okumak demektir.
ondan sonrada muhabbetullah gelir.yani Allahı sevmek .

daha sonrada ruhun lezzeti gelir.

basamak basamak çıkılır.

üstad hazretleri en çok risalei nuru okuyan kişidir.diyor her okuyuşumda daha başka manalar geliyor.

üstadın imanı daha sağlam peki neden çok okumuş.

bir ağaçın tohumluktan ta büyük ağaç olmasına kadar ne kadar mertebeler varsa,imanında tahlidi imandan tahkiki imana ordan ilmelyakin,aynelyakin ve hakkalyakine kadar mertebeleri var.

bir defa okudum demekle risalei nurdaki iman hakikatları anlaşılmaz.

burdaki bütün alıntılar hep risale eksenli.

sen daha Allah imandasın.
daha Allahı bilmeğe çıkmamışsın.
yani,sen Allahı isimleri ve sıfatlarıylakainata bakarak bilirmisin.elbette hayır.

sana Allahın varlığını ispat et deseler ne anlatırsın.onun için ne kadar çok Allahı tanırsan o kadar da Allahdan korkar ve seversin.

hadi durma imanın en büyük mertebesi olan hakkalyakine arş demeli.

öyle değilmi adem.

122

30.08.2006, 15:28

Kendime sordum, bu başlıktaki mesajları veya iman hakikatlerini, Allah'ın varlığına delilleri niye okumalıyım veya okuma ihtiyacı hissetmeliyim,

Kalbime, hatırıma gelen cevap bu oldu. Kendi nefsim için dedim yani.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

123

30.08.2006, 15:39

Çok haklısın yunusum abi. Aslında alıntının benimle çok alakası yok dememin sebebi orada Allah'ı bulamamış kişilerden bahsediyor. Ben de elhamdülillah Allah'ı biliyorum her ne kadar isyan etsem de. O'ndan başka kapı bilmedik.

Belki dediğimiz gibi gözümüz yukarılarda değil de o yüzden belki okuma isteği yok. Belki de biraz erinme var. Başkasına Hakkı anlatmak için anlamak gerekir.

Kendi yazdığı bir kitabı belki 10 000 defa okuyan Üstad'ımız bize bieşeyler anlatıyor herhalde. Ona layık bir talebe olamayacağımı iyi biliyorum fakat benimki karınca Kabe meselesi.

Selametle

124

30.08.2006, 16:06

ben biliyorumki adem çok zekidir.

inşaallah bidikleriyle kalmaz daha çok öğrenir ve burda olmayan bilgileride buraya aktarır.

seni tebrik edrim kardeşim.

amma çok dikkatli olalımki adımlarımızı yanlış atmayalım.

Allah korusun.hizmete devam edelim.

tartışma konuları üzerinde fazla durmadan
ileriye gitmeliyiz.

bizim tesanüdümüzü görenler arkasına bakmadan kaçarlarki içimize fitneleri düşmesin.


bu konudaki bilgilerinizi bekliyoruz ya ayaz kardeşim.

125

30.08.2006, 17:24

Konu dağılmasın ya :(

Allahın varlığına delilleri yazmaya dewam inşallah..

Yazarken veya okurken kendi nefsimiz için okuyalım..Allah rızası için yazıyoruz imanların kurtulmasına vesile olabilmek için..devam inş..

127

01.09.2006, 16:35

Ve Allah Anneyi Yarattı
Ümit şimşek


ALLAH BUYURDU: “Rahmetim herşeyi kuşatsın.”
Ve bardaktan boşanırcasına yağdı rahmet yeryüzüne.

Ezelî ve sınırsız rahmetin bir parıltısı, dağları ve denizleri kuşattı.

Annelerin ve babaların yüreğine aktı, sinelerinden fışkırdı.

Yavru kuşlar ve yavru balinalar beraberce beslendiler o pınardan. Okyanuslar ve karalar o rahmetin neş’esiyle şenlendi. Yumurtalar o neş’eyle çatladı, memeler o neş’eyle dolup dolup boşaldı.

Anne ayı ve baba penguen, o neş’eyle yemek yemeyi unuttu. Üç ay boyunca biri yumurtayı beklerken, diğeri yavrusunu emzirdi. Baba balık, ağzındaki yumurtaların başına birşey gelmesin diye 80 gün boyunca aç dolaştı.

Hepsi de yalnız rahmetle beslendiler.

Yumurtasının kabuğunu kırıp bilmediği bir dünyaya gözünü açan kuş, rahmeti başucunda kanat çırparken buldu. Kanguru yavrusunun elinde harita vardı; o da tırmanıp anneciğinin kesesinde rahmetin sıcaklığıyla kucaklaştı. Yavru fil çayırın üzerine düştüğü zaman anne ve teyzeler şeklinde tecessüm etmiş bir rahmet halkasıyla karşılaştı. Yavru balina ağzını açtığında, mikroskopik planktonları günde 700 kilo süte çeviren rahmetin denizaltında bir şelâle gibi coştuğunu gördü.

Milyonlarca türden sayısız yavruların o rahmeti alkışlayan çığlıkları, gökyüzünden yüz milyar kere yüz milyar gözlerle dünyayı seyreden âlemlerde yankılandı.

Yıldızlar bir Cennete baktı, bir yeryüzüne. Ve bir cilvesinden bir Cennet çıkan rahmetin, bu minik gezegenin dağlarından, ormanlarından, çöllerinden, çalılıklarından, ırmaklarından ve denizlerinden rengârenk çağlayışını seyretti.

DÜNYAYI anlamak istiyorsanız eğer, hayata bakın. Hayatı anlamak istiyorsanız, annelere ve babalara bakın. Çünkü bir canlı ekseriyetle ya anne olmak için doğar, ya da baba olmak için.

Dünyanın niçin göklere denk bir kıymet aldığını ancak o zaman anlarsınız. Kendisini sayısız aynalarda birden seyretmek isteyen bir güzelliğin merhamet ve şefkat suretine büründüğünü gözünüzle görürsünüz. Bir parıltısıyla canlılar dünyasını birbirine bağlayan bir muhabbet deryasında yaşadığınızı bilirsiniz.

Ve bu minik gezegene gözlerini dikmiş milyarlarca yıldızla beraber, dünyanın simasında “Rahmetim herşeyi kuşatmıştır” âyetini okursunuz.

Fakat bir yavruda bütün yavruları, bir annede bütün anneleri görmek şartıyla. Yoksa tek bir annenin yüreği, kâinatı kuşatan bir rahmeti size nasıl anlatsın?


BıR SELıMıYE, o muhteşem zarafetinin lisanıyla, “Benim mimarım ancak Süleymaniye’nin mimarı olabilir” der. Çünkü ikisinde de aynı sanatkârın fiili görünür.

Kanatlarının altındaki yavrularıyla birlikte poz veren anne kuşun bakışında da aynı ifade vardır: “Bütün annelerin ve bütün yavruların Rabbinden başkası bize rab olamaz.”

Çünkü annelerde ve yavrularda hükmeden fiiller dünyanın her yerinde birdir. Öyleyse bütün bunların tek bir faili olabilir. ışte:


1.Bütün annelerin hizmeti, yavrunun mutlak ihtiyaç içinde bulunduğu bir sırada, tam zamanında gelir. Herşeyden âciz bir şekilde, hiç bilmediği bir dünyaya gözünü açtığı dakikada bir yavrunun başucunda bir anne görmesi ve sadece kendisi için özel olarak hazırlanmış rızkını ya onun gagasında, ya da sinesinde bulması, bütün canlılar dünyasını kuşatan tek bir fiildir. Bu fiilin faili hem vardır, hem birdir, hem de bütün yavruları kuşatan bir rahmet ve şefkatin yegâne sahibidir.

2. Denize açılan bir kanalizasyon borusunun ortasından bembeyaz bir süt fışkırdığını görsek bile inanmayız. Bir de anne vücudunda, sütün üretildiği yere bakın: kan ve fışkının tam ortası! Bu iki pisliğin içinden özel arıtma tesisleriyle süzülen, inceden inceye elenerek ölçülüp biçilen ve sadece o yavrunun ihtiyaçlarına göre terkip edilerek proteini, kreması, tuzu, şekeri en hassas terazilerle tartılan tertemiz bir gıdanın, yüz binlerce memeli türüne mensup sayısız annelerde birden aynı özenle üretilerek bulanmadan ve kirlenmeden yavrunun ağzına akıtılabileceğine kim ihtimal verebilir? Halbuki bu fiil vardır ve denizin dibinden dağın başına kadar dünyanın her yerinde birdir. Öyleyse bu fiilin faili de birdir; üstelik bütün yavruların bütün ihtiyaçlarını en ince ayrıntılarına kadar bilen bir ilmin ve bu ihtiyaçları en umulmadık bir yerden, hiç akla gelmeyen bir tarzda ve en mükemmel şekilde gönderen bir hikmet ve rahmetin sahibidir.


3. Bir annenin veya babanın bütün gayreti, yavrunun yaratılışındaki en mükemmel noktaya ulaşmasına hizmet etmekten ibarettir. Herşeyden âciz bir şekilde dünyaya gelen yavru, kendisinin her ihtiyacını karşılamak için çırpınan, kendisini besleyen ve büyüten bir anne ile baba sayesinde yetişir, olgunlaşır ve kendisinden beklenen fonksiyonları yerine getirecek mükemmel bir seviyeye ulaşır. Bütün yavruların birden bu şekilde merhametle ve ihtimamla yetiştirilmelerine baktığınız zaman, bütün canlılar dünyasına hükmeden bir “terbiye” fiili de bütün parlaklığıyla karşınızda beliriverir. Madem ki bu fiil vardır ve birdir; öyleyse herşeyi kuşatan bir rubûbiyetin eseridir.


4. Bir annenin fedâkârlığı sınır tanımaz. Yavrusunu korumak için eğer kendisini fedâ etmek gerekiyorsa eder. Bu öyle bir sırdır ki, en canavar bir hayvanı kendi yavrusu karşısında uysallaştırırken, en uysal ve çekingen bir hayvandan da yavrusunu savunma ânında bütün dünyayı karşısına alabilecek kahraman bir muharip çıkarır. Tehlikeyi sezdiği anda yavrularını çalılığın ardına saklayıp düşmanı kendi peşine takarak oradan uzaklaşan anne keklik, bu davranışıyla, “Ne pahasına olursa olsun yavrular korunacak” emrine hayatı pahasına uyan anneler ordusundan bir fert olduğunu gösterir. Aynı anda, her yerde, bütün yavrular üzerinde cereyan eden bu “koruma” fiili ise, bütün yavruları kuşatan bir rahmet ve hafîziyetin ve bütün anneleri birden emri altında tutan bir irade ve kudretin habercisidir.


5. Anne ile yavru doğum ânında tanışırlar. Daha evvel yumurtasının veya karnının içindekini hiçbir anne bilemez. Fakat tanıştıkları anda, bir dakika evvel mevcut olmayan yavru ile anne arasında âdetâ “hiçten” ortaya çıkan bağ, dünyada hiçbir şeyin koparamayacağı kuvvettedir. Her an yeryüzünde böyle nice bağlar kurulur. Yumurtalardan ve rahimlerden çıkan milyonlarca yavru ilk defa gördüğü annesine, milyonlarca anne de ilk defa gördüğü yavrusuna, sanki ezelden gelen bir beraberlikleri varmış gibi bağlanır. Hiçbir saniye yoktur ki, dünyanın karaları ve denizleri, böyle sayısız kucaklaşmalara şahit olmasın. Her yerde, her an görülen bu fiil de madem ki vardır ve tektir; öyleyse rahimlerde olanı bilen ve yeryüzünü mütemadiyen muhabbet ve şefkatle çalkalayıp yoğuran bir Fâil de vardır.


6. Annenin hizmeti karşılıksızdır. Yavrusunu besler, büyütür, yetiştirir; sonra yavrular uçar, gider. Sonra yeni yavrular gelir. Birbiri ardınca gelip giden yavrular uğruna çırpınan, zahmet çeken, tahammülü imkânsız açlıklara katlanan, gerekirse hayatını fedâ eden anne, bütün bunları hiçbir karşılık beklemeden ve görmeden yapar. Bunu yaptıran ise, aşkın da ötesinde bir iştir; çünkü âşık sevdiğinden karşılık ister. Öyleyse, bütün annelerin kalplerini birden tek bir kalp gibi kuşatan ve dolduran, saf ve katıksız bir şefkat var ki, maddî sebepler, “hiçten” ortaya çıkan bu şefkati açıklamaktan âcizdir. Her an, her yerde, bütün annelerde birden eserini gösteren bu şefkat de dünyayı kuşatan bir rahmete sahip tek bir Fâil ister.


BıR KUşUN yumurtasında proteinlerin ve tüylerin programını bulabilirsiniz—gerçi bunlar da bir fâil ister. Fakat anne kalbindeki şefkat, nükleik asitlerin işi değildir. Oysa açıkça görülüyor ki, başlangıçta mevcut olmayan şey, neticede vardır. Bir yumurta hücresi bir anne olduğu zaman tepeden tırnağa şefkatle dolar. Peki, nereden gelir, nereden akar bu şefkat annenin yüreğine?

“Hiçbir şey yoktan var olmaz” diyenler, bütün canlılar dünyasını kuşatan bir şefkati açıklamak için, hiç yoktan bir “içgüdü” icad ettiler. Fakat dünyanın her köşesinde her an hükmünü sürdüren fiillerdeki birliği göremediler, yahut görmek istemediler. Bu yüzden, ilmi, kudreti, iradesi, hikmeti, rubûbiyeti, hafîziyeti ve rahmeti herşeyi kuşatan tek bir Yaratıcının vasıflarını, anneler sayısınca içgüdülerde aramak zorunda kaldılar. Lâkin hiçbiri de bu “içgüdünün” nasıl birşey olduğunu, nasıl ortaya çıktığını, kime nasıl hüküm geçirdiğini ve nasıl işlediğini açıklayamadı. Çünkü ellerindeki malzeme, tek bir hayvana bir içgüdü yaratmaya yetmedi. Gerçekte onlar birşey icad etmediler; sadece bâtıl inançlarına bir isim takmış oldular. Kendilerini de herşeyi kuşatan bir rahmetten ebediyen mahrum ettiler.

Onlar böylece avunadursunlar. Bacalarımızın üzerinde gagalarını takırdatarak annelerinin dönüşünü kutlayan leylek yavruları, o bacanın altındaki insanın gevezeliğine aldırmadan, kendi âlemini kuşatan bir rahmeti alkışlamaya devam ediyor. Kuş yuvalarındaki çığlıkların balina şarkılarıyla, kedi mırmırlarının kuzu melemeleriyle karıştığı şu günlerde bahar, tıpkı çok sesli bir koro gibi, o rahmeti terennüm ediyor. Sayısız sinelerden oluk oluk fışkıran sütler, tükenmez gayb hazinelerinden dünyaya her an tonlarca rahmet boşaltıyor.

Çünkü Allah, “Rahmetim herşeyi kuşatsın” buyurdu.

Ve bardaktan boşanırcasına yağdı rahmet yeryüzüne.

Dağları ve denizleri kuşattı.

Annelerin kalbinde şefkat, yavruların dilinde şükür çiçekleri açtı.

Her zerresi rahmetle yoğrulan dünya, o şevkle kanat açtı ve uçtu. Işık saçan yıldızlara bedel, her zerresinden şükür çığlıkları saçtı fezaya.

Ve o çığlıkların arasında, Kâinat Yolcusunun Arşta yankılanan sesini yıldızlar ve kehkeşanlar birlikte dinledi:

“Bütün zîhayatların hayatlarıyla gösterdikleri tesbihât-ı hayatiye ve Sânilerine takdim ettikleri fıtrî hediyeler, ey Rabbim, Sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve imanımla Sana takdim ediyorum.”

128

01.09.2006, 16:41

ÖRÜMCEğıN YUVASI NE KADAR ZAYIF?
Ümit şimşek


ÖRÜMCEK AğI, yuvaların en zayıfıdır: her iki anlamıyla da.

ılk olarak akla gelen anlam, milimetrenin yüzde biri kalınlığındaki ağın sağlam bir yuva teşkil etmeyeceğidir. Bunun doğruluğunda kuşku yoktur. Termit gibi, bir santim boyundaki kör bir böcek, içinde bir milyon nüfusu barındıracak depreme dayanıklı gökdelenler inşa ederken, örümceğin ördüğü ağ, bir çalı süpürgesinin ucunda son buluverir. Hattâ çoğu zaman örümcek ağının süpürgeyi bekleyecek kadar ömrü de olmaz. Bahçe örümceği, ördüğü ağı hergün yer ve yeniden yapar! Örümcek ağı kalıcı ve sağlam bir konut olarak hizmet vermek üzere değil, böcek yakalamak için düzenlenmiştir.

Diğer yandan, âyette geçen beyt, yani, “ev” sözcüğü, aynı zamanda “yuva” anlamını da ifade ederek aile hayatını çağrıştırmaktadır ki, bu açıdan bakıldığında da, örümcek ağı, zayıflık konusunda verilebilecek en tipik örneği teşkil eder.

Eğer örümceğin aile hayatından söz edilecekse, daha ailenin kuruluşunda karşımıza ölümcül ilişkiler çıkar. Çünkü baba örümceğin ilişkiden sonra sağ kalma şansı pek zayıftır. Bazı türlerde dişinin ancak yüzde biri kadar cüssesi bulunan erkek örümcek, hele ilişkiden sonra gücünü tüketmiş halde iken, dişinin önünde hazır bir lokma teşkil eder. Gerçi kaçabilirse kaçar; fakat çoğu zaman buna dermanı yoktur. Kaçamadığı takdirde ise dişi örümcek tarafından yutulma ihtimali pek yüksektir. Hattâ bazı türlerde, ilişki sırasında veya hemen sonrasında erkek kendiğinden ölüverir.

Erkeğini her ne kadar haklamış olsa da, dişi örümceğin de istikbali çok parlak değildir. Çoğu örümcek türlerinde, o da yumurtladıktan bir süre sonra, yavrularının yumurtadan çıkışını göremeden ölür.

Örümcek ailesinin ölümcül ilişkileri bu kadarla bitmez. Yavrular yumurtadan çıkmaya başladığında, sona kalanlar yine tehlike altındadır. Eğer ilk çıkan yavrular kendi yumurta kabuklarını gövdeye indirdikten sonra etrafta yiyecek birşey bulamazlarsa, döner, henüz yumurtadan çıkmamış olan kardeşlerini yerler.

Kardeşini yiyen, hemcinsini niye yemesin ki? Örümcek yetiştirerek onların ağından yararlanmayı insanlar yüzyıllarca hayal etmiş, ancak bir türlü başaramamışlardır. Çünkü örümcekleri bir arada tutmanın yolunu kimse bulamamış; ne zaman böyle birşeye teşebbüs edilecek olsa örümceklerin birbirini yedikleri görülmüştür.

Böylece, örümceğin aile hayatı, anne-baba-yavru-kardeş-hemcins arasındakilerin tümünü kapsayan bir ölümcül ilişkiler yumağı hâlinde karşımıza çıkmakta ve, âyetin mucizeli ifadesiyle, “yuvaların en zayıfını” gözlerimizin önüne sermektedir.

Gerçi otuz bin kadar türüyle, örümcekler oldukça geniş bir âlem teşkil ederler; bu türler arasında farklı özellikler ve farklı hayat biçimleriyle karşılaşabiliriz. Ancak örümceğin aile hayatından sual edecek olursanız, genel bir ifadeyle anlatacaklarımız bundan ibarettir.

Allah’tan başkalarını dost edinerek işlerini onlara havale eden ve onlardan yardım, iyilik ve koruma umanların da bu ilişkilerden bekleyebilecekleri sonuç, ya yutmak veya yutulmaktan başka birşey değildir ki, buna dair verilebilecek en canlı ve en kapsamlı örnek, örümceğin yuvasıdır.

Fakat örümceğin de hakkını vermeden geçmeyelim.

Hiç kuşku yok ki, Allah, yarattığı her mahlûk gibi, örümceği de bir hikmetle ve belli görevlerle yaratmış, onu da ılâhî hikmetinin ve sanatının mucizevî eserleriyle süslemiştir. Fakat ona güçlü bir yuva ihsan etmemiş, aile bağlarından fazlaca bir nasip vermemiştir, o kadar.

Lâkin, Yer ve Gökler Rabbinin kudreti, bazan zayıfların da en zayıfında tecellî eder de, dünyada kendilerinden güçlü kimsenin bulunmadığını sananlara dersini öylece verir.

Örümceğin o zayıf ağına, Allah düşmanlarının en amansız saldırıları karşısında Kâinat Efendisini korumuş olmak gibi bir şeref yetmez mi?

129

02.09.2006, 16:07

Canım kardeşlerim yazmaya devam inşallah... :D

şu alttaki yazıyı bir okuyun ne güzel ifade edilmiş duygular aman Ya RAbbim!!!

"VAR"SIN YOK DESiNLER!

VAR’A ‘yok’ demekle, nesi değişir ki ‘var’ın? Varsın Allah’ım varsın! Diller yok diyorsa yalan, kalplerde senin adın yazılı... Canlar Seninle yaşıyor... Eller, sen istersen tutabilir, dizler de öyle...
Alâim-i Semâ senin.

Gökkuşağında renkler Seni gösteriyor, ‘ressam’ yok dese dert midir? şarkılarda ismin geçmese ne gam? Sesler seni söylüyor. Senin besteni şakıyor bülbüller!

Gül gülümsüyorsa senin güzelliğinden...

Rahmetinin katresidir yağmur, bahçeler hep senin.

En şefkatli sensin Allah’ım. Çünki sensin anneleri yaratan...

En kudretli sensin Allah’ım Çünki sensin dağları dik tutan...

Çocukların pamukçacık ellerinde, çimenlerin yeşermelerinde, sevdâlıların sıcacık yüreklerinde ‘apaçık’ sen ‘saklısın’...

Sana ‘yok’ diyeni ‘yok’tan ‘var’ eden de sensin.

Bolluklar mükâfatın, kıtlıklar ikazın... Ferahlıklar, sıkıntılarımıza teselli, üzüntüler seni hatırlamamız için...

O kadar varsın ki...

Varlığının heybeti karşısında başımız dönüyor, tıpkı dünya gibi...

Sensiz yaşanmıyor...

Milyonlarca yıldır, milyarlarca hayat ve her hayat sahibine her an taptaze nefesler veren nasıl ‘yok’ olur, nasıl ‘yaşamaz’?



Hayatı veren sensin. Hayat da, hayatım da senin. Kendini bilmeyen seni tanımamış; kim neylesin?

Anlamayı, bir adıma karşılık bin adımla koşuşturan sensin.

‘ınanılan’ da sensin ‘inandıran’ da...

‘Var’ daha ‘yok’ iken ‘var’ olan da sensin.

Her zaman her yerde ‘var’ olan da!

Sevgin zerre eksilse üzerimizden ve bir an çevrilse bakışların, tutuşur yanarız...

Asırlar bir ince perde, mekân bildiğimiz, ayak bastığımız, paylaşamadığımız dünya bir durak...

Bir hak verdin... Akıl, duygu, dudak verdin, söyleyeceğiz...

Kaderimizi kendimize ‘yazdıran’ da sensin.

Yarattın, yaşatıyorsun, dirilişimiz vaadin...

Sen vaadinden dönmeyensin, senindir sonsuzluk!

‘Küçükler’ Senden uzaklaştıkça küçüldüler, ‘büyükler’ sana yaklaştıkça büyüdüler.

Yûnus balığın karnında, Yûsuf zindanda senin kölendi. Hürriyet sendeydi, sen Rabbimizsin...

Serinlik Sendendi, ıbrahim’i ateşin yakışından kurtaran... Mûsa’yı Firavun’un sarayında büyüten sendin.

Sendin hem yetim, hem öksüz Muhammed’i (asm) Mirâc’a çıkaran...

Yûsuf Züleyha’yı senin için reddetti...

O, her şeyi!

Allahım:

Rüzgârdan, ışıktan, lisandan, insandan deliller gönderdin.. Her oluş, her tükeniş işâretindi!

Peygamberlerin, nizâmını anlatan yazının satırbaşlarıydı, kelimelerindi velilerin: dostların, senin imla işaretlerin...



Geylânî seni söyledi, Rabbanî seni, Mevlânâ sana çağırdı, Gazâlî sana. Bediüzzaman’ın “çağına ve sonrasına” seni anlatan sözü binlerce sayfa sürdü...

“Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur” dedi Necip Fazıl, Sen çileyi mutluluk yapansın.

Varsın Allah’ım varsın...

Hilekârsa bilim, edepsizse edebiyat, sahteyse san’at,gerçeğini; amacını kaybetmişse ‘yok’ diyorsa desin!

Küçük kitaplar ‘yok’ yazsa?

Kâinat ‘var’ yazan koca kitap!

Yazan sensin, okutan sensin.

Selâm sana sevgili.

“Bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş...”

Atomundan galaksisine, zerresinden küresine, yarattığın ne varsa, hepsi içimde dönüyor... Dalgalanıyor denizlerin damarlarımda, buğulanıyor gökyüzü gözlerimde, rüyalar içindeyim, çiçekler içinde, güneşler açıyorum... Bir küçük kâinatım!

ınsanım ve inanıyorum sana.

Kundaktan kefene, beşikten musallaya ve oradan ‘asıl hayata’ uzanan rahmetine... şelâlelerde çağıldayan, mercanlarda parıldayan güzelliğine... Toprak kokan mahsuller, kovanlar, peteklerce ikram ikram üstüne bereketine... Kan kırmızı karanfillerden, gözbebeklerine kadar, binbir çeşit ve rengârenk sanatına inanıyorum...

‘Yok’a inanmak ‘yok!’

şüphesiz inanılacak yalnız sensin.

Sebepler! Size söylüyorum, sizi sebep gösterenlerde suç, Sevgilim ‘ol’der ve ‘olur’...

Allahım...

Bir sevdâdır sana inanmak...

Gurbette âniden kavuşmaktır!

Her şeyimi sen verdin, her şeyim senin.

Seni sana lâyık anlatamadım affet! Kelimem yetmedi! ışte Allah’ım bu kulunun bütün söyleyebildiği bu kadar.

Ben bu kadarım...

şükür ki sen bu kadar değilsin!


Cihat Zafer

130

02.09.2006, 17:09

Ya harika bir yazı. Benim gibi bilgisiz olsada lafı süslemeyi seven birine bu yazı gösterilir mi?
Alacağım çok ders var.
Allah razı olsun Nuraşığı kardeşim
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

131

02.09.2006, 17:57

''RABBıN KıM?”

HER şEY bir soruyla başladı. Bir soruyla devam ediyor. ılerimizde aynı soru bizi bekliyor…

Dün ruhlar âleminde muhatap olduğumuz, ‘Rabbin kim?’ sorusuna, yarın da berzah âleminde cevap vereceğiz.


ınsana düşen ise, şu soru kirliliğinde, doğru soruyu bulup onun izini sürmek. Çünkü soru bir yol açar. Yanlış sorular ise, insanı yanlış yollara götürür.
ınsanı şu dünyada yaratan, ona sorma yeteneği veren, cevaplarını da yine dünyada yarattı. Soru sormamızı isteyen O yaratıcı, bize akıl verdi, âlemi de cevap olarak yarattı.


‘Rabbin kim?’ sorusuna sadece dün ve yarın değil, bugün de muhatabız biz.
Karşımızdaki dünya hem soru, hem de cevaptır bize.
Hikmet sahibi yaratanımız, kutsal kitaplarıyla, peygamberleriyle bize konuştuğu gibi, yarattığı kâinatla da bize hitap etmekte. ılle de bizimle, bizim gibi konuşmasına gerek yok, her mektup bir konuşmak değil mi, her mesaj bir konuşmak değil mi, her işaret bir şeyler söylemez mi bize?


şu müthiş derecede harikalarla yaratılan evrenden daha açık bir mektup mu olur?
Her mevsim elimize gelen meyvelerden daha güzel bir mesaj mı olur?
Atomundan güneşine her varlık konuşur bizimle, elimize aldığımız elma sorar: “Toprağı alıp elma yapan kim?”


Yumurta sorar: “Bende eseri bulunmayan organları, güzelliği, sesi, hayatı kuşa veren, yumurtayı böyle mükemmel terbiye eden kim?”


Tohum sorar, atom sorar, güneş sorar, her şey sorar: “Bu mükemmel eserler, cansız, şuursuz, ilimsiz, akılsız varlıkların eserleri olabilir mi?”

Bu sorular aynı zamanda insana verilen cevaplardır. Her şey, tek tek ve bütünüyle kâinat insana der: “Beni, ilmiyle ve kudretiyle Allah yarattı, terbiye edip mükemmel hâle getirdi.”


Ve ardından insana sorulur: “Senin Rabbin kim? Seni yokken yaratan, her ihtiyacını en güzel şekilde verip, seni besleyen, büyüten kim? Seni imkânlarla donatan, seni sen yapan kim?..”


Yediğinde sorulur: “Yediğini yaratan, bedeninde faydalı hâle getiren kim?”


Baktığında sorulur: “Gözünü de, görmeyi de, gördüğünü de yaratan kim?”

Duyduğunda sorulur, nefes aldığında, gezdiğinde, düşündüğünde, hayal ettiğinde, sevindiğinde.. sorulur: “Rabbin kim?

Seni sen yapan kim?”


Bizim hayatımız, bu sorulara verdiğimiz cevaplardır. Dünyada bu sorulara doğru cevapları vermeliyiz ki, berzahta da doğru cevapları verebilelim. Öyle değil mi; cevaplarını sınavdan önce hazırlayanlar başarılı olabilirler.
“Rabbin kim?” sorusu, sadece dünün ve yarının değil, bugünün de sorusu

Ali Suad

132

03.09.2006, 00:25

Beş N Bir Allah

Başımız bakışımızla derttedir. ıki göz kapağını kaldırınca başlıyor bakış ancak burada bitmiyor. Neyi gördüğümüz, nasıl baktığımız ile çok yakından ilişkilidir. Bakış biçimimiz gözümüze vuran ışık kadar aydınlatıcı ya da körelticidir. Eşyadan gözümüze yansıyan ışık, insan aklına hep aynı renklerle varmıyor. Göze vuran görüntüler, sanki bir büyük prizmadan geçer gibi, ayrı yönlerde, ayrı tonlarda ve ayrı biçimlerde düşüyor insan aklına. ınsan, baktığı ile kalmıyor.


Bakmak, her zaman kasıtlı bir akıl eylemi ile birliktedir: “Görmek”. Görmek, bakmaktan farklı olarak, göze değen ışıkla değil, akla düşen merakla gerçekleşir. Işıktan, işaretten, şekilden, renkten fazlasıdır aklın gördüğü. Akıl, gözün gördüğünden ötesini arar. Gözün gördüğünün ne gösterdiğini “görmek” ister. Göze düşen görüntünün işaret ettiğini bulmak ister. Görünür olanın derinine geçmek ister. Görüntüden asla varmak ister. Gözün gördüğüyle yetinmez. Bakışımızın ötesini dert edinir. Bakışımızı başımıza dert eder.


Öyleyse nasıl bakmalı? Bakmak için elimizdeki tek veri gördüklerimizdir. Bakmaya başladığımız yerde gördüklerimiz vardır. Eşya, yani şeyler, bakışımızın ilk durağıdır. Eşya ve olaylar ne ise, öyle görünür gözümüze. Eşyayı ve olayları olduğu gibi gördüğümüzü varsayarız. Olduğu gibi görmeye o kadar alışığızdır ki, dilimizden “Ne?” ve “Nasıl?” soruları eksik olmaz. Bu iki sade soru, sanki damağımıza ve dimağımıza yapışık gibidir. Gördüklerimizin mahiyeti, yani, ne olduğu/nasıl olduğu, bu sorularla açığa çıkar. Bu sorular olmasaydı, dış dünya ile ilgili hiçbir algıdan, farkındalıktan söz edemezdik. Bu ikisine “Nerede?” “Ne zaman?” “Niçin?” sorularını da eklersek, eşya ve olaylarla ilgili algımızı en geniş sınırlarına yakınlaştırmış oluruz. Dış dünyanın bilincimize sızdığı gözenekler gibidir bu sorular. Haberciler, N ile başlayan bu beş soruya “Kim?” sorusunu ekleyerek, her olay için “beşNbirK” formülünü uygular. Yani, bir olayla ilgili N’li beş, K’lı bir soruya doğru cevap veriliyorsa, olay aydınlanmış demektir.

Gelgelelim, kâniatla ilgili haberlerde sıklıkla N’li sorular sorulur ancak “Kim?”e gelince durulur. Kâinattaki olayların faili pek öyle aranmaz. Modern bilimciler, sadece N’li sorularla olayların aydınlatıldığını düşünürler. “Kim?” sorusuna cevap aranmaz. Dahası, “Kim?” sorusu sorulmayabilir ve hatta sorulmamalıdır. Bir şekilde, N’li soruların cevapları içinde “Kim?” sorusunun cevabı da yuvarlanır. Bir şey, bir şekilde, bir yerde, bir anda, bir nedenle oluyorsa, bu şey ya kendi kendine oluyordur ya şartlar öyle gerektirdiği için ya da hep böyle olageldiği için oluyordur. Bu türden cevaplar “Kim?” sorusunu başından gereksiz kılar.

Oysa, olaylara soracağımız her N’li soru, bizi K sorusuna götürdüğü gibi, K’nın cevabına da götürür. Yeter ki, bakışımızdan kaynaklanan N’li soruları, “görme”ye doğru yönlendirelim. Her N’li soru, aklımıza K’lı sorunun cevabını taşıyan bir ışın gibidir. Aklımızın retinası ışınlarla değil, işte bu N’li sorularla “görür”. Bakışımızın başımıza dert ettirdiği budur. N’li soruların sonunda K’nın cevabı da düşer zihnimize. N’li sorularla, önce failin Kim olmadığı anlaşılır, sonra da Kim olabileceği.

Gelin şimdi bir kâinat habercisi olalım. Çok bilinen bir örnek üzerinde, yağmur olayında, kâinattan nasıl sahih bir haber çıkarabileceğimizi görelim. Beş N’li soruyu sorarak başlıyoruz:


Ne? –Yağmur

Nasıl? –Gökten yere geliyor

Nerede? –Her yerde

Ne zaman? –Her zaman

Niçin? –Canlılar yaşasınlar diye



“ınsanlar, hayvanlar ve bitkilerin yaşaması için gökten su geliyor.”


HABERDE GÖZÜN GÖRDÜğÜNÜ ANLATIYORUZ

Su, gökten yere geliyor.

Gelen su ile tüm canlılar hayatlarını sürdürüyolar.

Gözlemimiz bunu gösteriyor. .

Yani, sadece görüntüyü naklediyoruz.

“Gelen suda, insanlara, hayvanlara ve bitkilere acıyıp şefkat etmek rızk yetiştirmek gibi bir kabiliyet görünmüyor.”


BAKIşIMIZA DÜşEN GÖRÜNTÜ

AKLIMIZA SORULAR DÜşÜRÜYOR

Bir gözlemden kaynaklanan N’li sorular, yeni sorular sordurtuyor.

Su, insana ve hayvana geliyor ama insana ve hayvana acıyıp şefkat ediyor olabilir mi?

Suyun, insana ve hayvana rızık yetiştirmek gibi bir kabiliyeti ya da niyeti olabilir mi?

Öyle görünüyor ki, su acımaktan, şefkat etmekten, rızk endişesi taşımaktan çok uzaktır.

“Demek ki, su (kendi kendine) geliyor değil gönderiliyor.”


VE AKLIMIZIN “GÖRDÜğÜ”

Yağmur olayı ile ilgili N’li beş soru, bizi K’lı bir soruya ve bu sorunun muhtemel cevaplarına doğru götürüyor.


Su “geliyor” değil, “gönderiliyor.”

O halde suyu bir “gönderen” olmalıdır.

Suyu gönderen her kim ise, acıyıp şefkat eden biri olmalıdır.

Acıyıp şefkat eden suyun kendisi olabilir mi? Suyu taşıyan bulutlar olabilir mi? Bulutları taşıyor görünen rüzgâr olabilir mi?

Görünen o ki, bu üç sorunun cevabı da hayır!

Böylece failin kim olmadığını da görmeye başladık.


OLAYIN “PERDE ARKASI”

Suyun geldiği “gözle görünür” bir gerçektir. Bu görüntü beş N’li sorumuza cevap veriyor. Ayrıca, beş N’li sorunun cevabı da bizi bir K’nın cevabına götürüyor. Bu ‘görünür’den hareketle, ‘görünmez’i yani ‘gaybî’ olanı “görür” olduk.

Böylece, yağmur için sorduğumuz beş N’li soru, aklımıza, acıyıp şefkat eden, Rahman ve Rahim olan bir Allah’ı getiriyor. ışte şimdi yağmur haberimiz eksiksizdir. Olayın karanlıkta kalan yanı yoktur. Olayın faili görünürlerde değil ama biliniyor ve tanınıyor. Beş N, bir Allah’ı akla getiriyor.


Dr. Senai Demirci

133

03.09.2006, 14:00

Allah razı olsun ya harika.
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

134

03.09.2006, 15:04

Alıntı sahibi ""bir_damla_nur""

Allah razı olsun ya harika.


Amin ecmain canım.

Gerçekten harika yazılar..

Devam inşalalh...

135

03.09.2006, 15:06

Allah çok razı olsun.

bir köy muhtarsız olmaz.
iğne ustasız olmaz.
bir harf katipsiz olmaz.biliyorsun.
nasıl oluyorda heryeri hikmetle yaratılmış,süslenilmiş ve düzene koyulmuş şu kainat
ustasız ,hakimsiz olur.

136

03.09.2006, 15:11

mısırda hoca öğrencilere herşeyin kendi kendine olduğunu ,tabiatın yarattığını anlatıyor.

teneffüs zili çalınca hoca ara veriyor.
sonra bir öğrenci tahtaya çıkıyor.yazı yazıyor.
diyorki,bu profosör eşektir.

arkadaşlarına diyorki bu yazıyı silmeyin.hoca gelse diyeceğimki ben yazdım.

sonra zil çalışıyor hoca sınıfa geliyor.tahtaya geçince o yazıyı görüyor.
diyorki kim yazdı.o yazan öğrenci ayağa kalkıyor.

diyorki hocam siz sınıftan çıkarken rüzgar geldi,tebeşiri aldı.ve bu yazıyı yazdı.

hoca diyorki böyle şey olmaz.
öğrenci diyorki ya hocam bu kendi kendine olmuyorda.
bu ağaçlar bitkiler ve hayvanlar nasıl kendi kendine olur.

artık hoca ne diyebilirki....

gerisini siz düşünün.

137

03.09.2006, 15:18

Gerçekten Çok güzeldi abim :)

Allah çok razı olsun..Elbette hoca hiç bir şey diyemez!

Madem şu kâinat ve mevcudat var ve içinde efal ve icad var. Hem madem muntazam bir fiil fâilsiz olmaz, mânidar bir kitap kâtipsiz olmaz, sanatlı bir nakış nakkaşsız olmaz. Elbette, şu kâinatı dolduran efâl-i hakîmânenin bir fâili ve yeryüzünün mevsim be mevsim tazelenen hayretfezâ nukuşlarının, mânidar mektubatının bir kâtibi, bir nakkaşı vardır. (Sözler sh: 566)

138

03.09.2006, 15:24

SULTAN KıM

Bir zamanlar, uzak diyarlardan birinde bilge bir sultan yaşardı. Her hükümdar gibi onun da etrafı onlarca yağcıyla doluydu. Sarayında hangi odaya girse iltifatların, övgülerin bini bir paraydı:


“Siz gelmiş geçmiş en kudretli sultansınız, efendim!”


“Sultanım! Kimsenin, hiçbir şeyin gücü sizinkiyle boy ölçüşemez.”


“Sizin kudretinizin yetemeyeceği hiçbir şey olamaz,efendim.”


“Siz sultanların sultanısınız ey aziz hükümdar. Kimse size itaatsizlik etmeye cesaret edemez.”


Dediğimiz gibi, sultan aklı başında biriydi ve bu tür aptalca sözleri duymaktan bıkmış usanmıştı.


Bir gün deniz kenarında yürürken, her zamanki gibi kendisine övgüler yağdıran saray ahalisine ve adamlarına bir ders vermek istedi.


“Benim bu dünyadaki en büyük insan olduğumu söylüyorsunuz, öyle mi?” diye sormuş adamlarına.


“Sultanımız!” diye atıldı hepsi bir ağızdan. “Sizin kadar kudretli, sizin kadar büyük hiç kimse gelmedi bu dünyaya.”


“Yani herşey bana itaat eder, diyorsunuz, öyle mi?” diye devam etti sorularına sultan.


“Kesinlikle efendimiz” diye karşılık verdi saraylılar.


“Dünya sizin önünüzde eğilir ve size ram olur.”


“Demek öyle,” dedi sultan. “O zaman bana tahtımı getirin ve kıyıya koyun.”


“Derhal sultanımız.”


Ve tahtını hemen getirip kumların üzerine yerleştirdiler.


“Denize yaklaştırın,” diye seslendi sultan. “Tam şuraya, kumsala koyun.”


Sonra tahtına oturdu ve önündeki denize bakmaya başladı. Biraz sonra adamlarına sordu:


“Bir dalganın gelmekte olduğunu görüyorum. Sizce ona emir versem durur mu?”


Sultanın adamları ne diyeceklerini bilemediler.


“Hayır” demeye de cesaret edemediler. Sonunda, “Siz emredin dalga size itaat edecektir Sultanım” demek zorunda kaldılar.


“Pekala” dedi Sultan da. “Ey dalga, sana emrediyorum:


Dur! Deniz, sana da emrediyorum: dalgalanmayı bırak!”


Daha sonra, sessizce bekledi sultan. O arada, küçücük bir dalga geldi, sahile vurdu. Dalga onun ayağını da ıslatmıştı.


“Bu ne cüret?” diye bağırdı ayağa kalkan sultan. “Ey deniz! Derhal geri dön! Sana önümden çekilmeni emrediyorum. Bana itaat et!”


O daha bunları söylerken, bu defa daha büyük bir dalga gelip ayaklarını ıslattı. Uzaklardan geçen bir gemiden dolayı olsa gerek, dalgalar büyüdükçe büyüdü. Öyle ki, sultanın tahtı suların içinde kaldı. Sadece ayakları değil, elbisesinin etekleri de ıslandı. Bütün bu olup bitenleri hayretle izleyen saraylılar, fısıltıyla sultanlarının aklını kaçırıp kaçırmadığını soruyorlardı birbirlerine.


“Evet, dostlarım” dedi sultan adamlarına dönüp. “Öyle görünüyor ki, sizin inandığınız kadar kudretli birisi değilim ben. Bakın şu küçücük dalgalara bile sözüm geçmiyor. Nerede kaldı, denizlere, dağlara, dünyaya hükmedebileyim...


“Bu size ders olsun. Bundan böyle tek bir Sultan olduğunu, sadece Onun kudretinin herşeye yeteceğini, denize onun hükmettiğini, bütün denizlerin onun kudret elinde bulunduğunu hatırlarsınız umarım. Sultan da olsam, ben Onun aciz bir kuluyum. Dolayısıyla, bana yönelttiğiniz övgülerin ve iltifatların gerçek adresi ancak O olabilir.”



MURAT ÇıFTKAYA

139

03.09.2006, 15:26

sabah okulda sınıfa girerken tahtada bir eşşek resmi görseniz ne dersiniz.

ya diyeceksiniz kendi kendine olmuş tesadüfen.
ya diyeceksiniz tahta yapmış.
yada diyeceksiniz bu sınıf yapmış.

yada diyeceksiniz.bunu mutlaka bir usta çizmiştir.

aynen öylede bir insanı
ya diyeceksiniz kendi kendine olmuş.
ya diyeceksiniz sebepler yapmış.
yada diyeceksiniz tabiat yapmış yada diyeceksiniz Allah yaratmıştır.

hangi şık doğru.
temsildeki şık hangisi ise hakikatteki şıkta aynısı olacaktır.
temsildeki inkar edemiyen hakikattekini inkar edemez.

eden varsa söylesin parmağımı gözüne sokayım...

140

03.09.2006, 15:42

SORDUKLARIMIZ ve SORMADIKLARIMIZ

Bir insanın dağınık bıraktığı evini, toparlasanız, duvarlarına güzel manzaralı tablolar assanız, çalışma masasını derleyip düzenleseniz; geldiğinde hayretle ve merakla soracaktır: “Bütün bunları kim yaptı?” Ama aynı insan, yaşadığı dünyanın değişen mevsimlerini kimin böyle değiştirdiğini; kuru ağaçları yeşertip, dallarından yaprakları, meyveleri kimin çıkardığını; gözüne bu kadar harika manzaraları kimin gösterdiğini; bedenini kimin çalıştırdığını… sormayı unutabiliyor.

Bir kitabı, yazarından bihaber okumuyor; bir resmi, ressamını unutup seyretmiyor. Fakat, nasıl oluyorsa, Allah’ın kudretiyle yazdığı dünya kitabının, yazanını düşünmeyi unutuyor; Allah’ın gösterdiği sahici manzaralara, sun’î nazarlarla bakabiliyor.

Ali SUAD

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir