Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

101

23.08.2006, 11:57

ALLAH SEVGıSı

Kim çıkarır sabahleyin erkenden
Dünyamıza ışık veren güneşi,

Gece vakti denizlere serpilen
Ay doğuyor,kim yapıyor bu işi?

Kışın kuru sandığımız fidana
Baharda kim yeşillikler giydirir?
Bülbül öter, yuva yapmış ormana
Bu sedayı ona acep kim verir?

Annenize sizi sevmek hissini
Onun ruha şifa veren sesini
Kalbinize doğru olmak dersini
Kim veriyor bu şeylerin hepsini?

Vatan,millet ne demektir bilmeden
O sevgiyi kalbinize kim verdi?
Babanızdan güzel bir şey isterken
Gönlünüze kim koyuyor ümidi?

Akşam üstü karanlıklar içinden
Milyonlarca yıldızı kim parlatır?
ışte bütün bu şeyleri vareden,
Yapan,eden yaratan hep Allah'tır.

Hak sevgisi taşımalı vicdanlar;
Böylelikle mesut olur insanlar..


ıbrahim Alaaddin Gövsa

102

23.08.2006, 17:59

Koca kainatı idare eden , küçük mahlukatı başka ellere bırakmaz.Demek ister istemez Allah diyeceksiniz.

Üstadım

103

23.08.2006, 19:24

"ıNANIYORMUşUM DA HABERıM YOKMUş"

Henüz yirmi yaşında bile değildim. Haruniye`nin meşhur kaplıcasına gidiyordum. O zamanlar, her şoför, bu dağlık arazinin kıvrım kıvrım yollarına girmeye cesaret edemiyordu. Biz bir kamyonet bulduk ve birkaç aile yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip üzerlerine kurulduk. Bir süre sonra yeşilin her tonunun muhteşem bir güzellikle sergilendiği dağ yollarındaydık. Ağustos böceklerinin monoton nağmelerini dinleyerek pırıl pırıl, capcanlı çamların arasında arkamızda bir toz bulutu bırakarak ağır ağır tırmanıyorduk. Allah`tan ki karşımızdan başka araba gelmiyordu. Çünkü yolun bazı yerleri iki arabanın sığamayacağı kadar dardı. Hattâ bazı virajlarda, kamyonet tekerinden fırlayan taşlar, atlaya zıplaya derenin dibini buluyordu. Nihayet zorlana zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan arabamız, düze çıkmıştı. Biraz sonra da iniş başlayacaktı. Ben çok sevdiğim bu manzaranın ve dolayısıyla da yolculuğumuzun hiç bitmemesini istiyor, temiz dağ serinliğini doyasıya ciğerlerime çekiyordum. Bu arada gözüme enteresan bir şey ilişti. Hayret içindeydim, bir daha baktım, bir daha, bir daha ve şöyle haykırmaktan kendimi alamadım:

- Aman Allahım, çama bakınız! Sipsivri bir kayanın tepesinde kök salmış, bir avuç toprak bile yok." Ben böyle sesli düşünürken, karşımda oturan yaşlıca adam, biraz da benim hayretime kızgın olarak sordu:

- Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle ağaçlar..."

- Ne var olur mu? şu Allah`ın kudretine bakınız! Koskocaman bir kayanın zirvesinde pırıl pırıl ve bakımlı bir güzelim çam ağacını yaratmış..."

-Hadi canım sende! Bunun Allah`la ve O`nun kudretiyle ne ilişkisi var?"

- Peki ama, nasıl olur başka türlü? Kim o çamı o en olmayacak yerde bitirmiş olabilir?" - Hiç kimse evlât... Niçin illâ da biri yaratmış olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel düşüncelerdir."

- Ama Allah o çamı orada yaratıp yetiştirmediyse, kim yaptı bu işi?"

-Meselâ şöyle düşün: Bir kuş, ağzında bir çam tohumu ile uçarken, tam bu kayanın üzerine gelince, ağzından düşürmüştür. Düşen tohum da kayanın bir kırık tarafına takılıp kalır ve oradaki toprağa kök salar. Sonra da kayanın altına giren kökleriyle böyle gelişip serpilir." - Olay sizin dediğiniz gibiyse bile, bütün bunları yapıp yaratan yok mu?"

- Yok tabiî... Yaratıcı diye bir şeye inanmak, bu devirde çok ayıptır.

- Yaşınız başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal söyleyebilirim." Bu şekilde devam eden konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabiî seslerimiz de yükseldi. Adam bağırdıkça ben de sesimi yükseltiyordum. Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da zaman zaman münakaşaya katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir kimse olduğu sezilen bu yaşlıca adamdan başka hiç kimse, Allah`ı inkâr etmiyordu. Ama bir an önce de münakaşayı bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı. Bu sırada araba yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda ip gibi uzayıp giden Ceyhan nehrine kadar tekerleklerden fırlayıp giden taşlar, bizi şaşkına çevirdi. Bir an sessizlikle herkes birbirine bakışırken, şoför başını uzatıp, "

-Fren patladı!" dedi. Sağ yanımız yokuş aşağı çamlarla kaplı bir bayırdı. Bu yokuşun sonunda Ceyhan nehrinin kayalara çarptıkça köpüklenen suları görünüyordu. Sol taraf ise, yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı. Birkaç saniyelik şaşkınlık geçer geçmez, herkes çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Kimisi şehâdet getiriyor, kimisi besmele çekiyor, kimisi de "Allah" diye bağırıyor, kendince dualar edip yalvarıyordu. Allah`a inanmadığını söyleyen yaşlı zat da, adetâ kendinden geçmiş, "Allahım!..." deyip duruyordu. Ama bu durum, fazla sürmedi. Çünkü, bizim bütün şaşkınlığımız ve hayretimiz arasında araba yavaşlamaya başladı ve biraz sonra kenara yanaşıp durdu. Durur durmaz da her kafadan bir ses yükselmeye başladı:

- Yahu bu ne biçim iş?"

- Hani fren patlamıştı?"

- Ödümüz patladı!"

- şaka mıydı yoksa?.." şoför yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek dedi ki:

-ÊSen utanmıyor musun, Allah yoktur demeye? Biraz önce yoktur dedin, sonra da fren patladı sanınca, herkesten fazla Allah diye bağırdın. Yoksa, niçin O`nu yardımına çağırıyorsun?" Sonra da bize dönerek:

- Kusura bakmayın, fren miren patlamadı. Ben münakaşanızı duyunca, şu adama bir ders vermek istedim," diyerek tekrar direksiyona geçti. Araba yürüdüğünde sadece Ağustos böceklerinin sesleri vardı. Herkes susmuş; yaşlıca adam ise, yüzü kıpkırmızı, düşüncelere dalmıştı... Kaplıcaya gelip de eşyalarımızı indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak:

- Oğlum, senden özür dilerim; bunca yıldır inanmadığımı sandığım Allah`a meğer ben inanıyormuşum da haberim yokmuş... Bunu öğrenmeme sebeb oldun. şoför efendi, sana da çok teşekkür ederim, bana inancımın farkına varacak imkânı sağladın," dedi. * * *

Bir Doçent Hanımla bu konuda sohbet ediyorduk. Bir ara dedi ki: "

- Biliyor musunuz, ben de lise yıllarımda ateist idim. Paris`te okuyordum ve dinimiz hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Müthiş bir ateist olan felsefe hocamız, bütün sınıfımızı etkilemiş, hepimizi inançsızlaştırmıştı. Bilhassa son sınıftayken ben, ateizm hakkında ateşli nutuklar atardım. Fakat, çok ilginçtir, her konuşmamdan sonra, içimi müthiş bir pişmanlık kaplar ve ister istemez içimden "beni affet, beni affet" diye geçirirdim. Ama kim affedecekti, onu bir türlü söyleyemiyordum. Yani "Allah`ım, beni affet" diyemiyordum. Bunu söylesem bizim ateistlik iddiamız çürümüş olacaktı. Onun için sadece "beni affet!..." diyebiliyordum. Zor zamanlarda, bilhassa imtihanlarda arkadaşların çoğu kiliseye gidip mum yakarlardı. Zaten hemen hemen hepsi temelde hıristiyandı. Güya ben müslüman asıllı idim ama söylediğim gibi ıslâmiyet hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Onun için ben de onlar gibi zaman zaman kiliseye gidip mum yakardım. Lise bitirme imtihanlarında çok zorlanmıştım. O günlerde hıristiyan arkadaşlar gibi ben de kiliseye gidip mum yakıyordum ve başarılı olmam için dua ediyordum. Güya inançsızdım ama, kiliseye gidip mum yakmaktan da kendimi alamıyordum. Bu sebeble de diğer arkadaşlarıma karşı bir mahcubiyet duyuyordum, utanıyordum. Çünkü onlar inançsızlıklarında daha samimi görünüyorlardı. ınançsızların en samimi görünenlerinden başı çeken sınıf arkadaşım olan Macar Büyükelçisinin kızıydı. Bir gün beni kilisenin önünde görünce, çok utandım, ama dürüst davrandım. Çünkü, orada ne aradığımı sorunca, kiliseye mum yakmak için geldiğimi söyledim. O da bana şöyle dedi: "

- Rica etsem, iki mum da benim için yakar mısın?" Hayret içinde kaldım, çok şaşırdım. Ama isteği gayet ciddi idi. Arzusunu yerine getirdim. Fakat o andan itibaren de ateistlerin hiçbir zaman samimi olmadıklarını, içlerinde daima gizli ve örtülü bir inancı taşıdıklarını anladım.

- Peki, inançsızlıktan nasıl kurtuldunuz? Allah`ı nasıl buldunuz?"

- Söylediğim gibi, ne zaman Allah`ı inkâr eden konuşmalar yapsam, içimde müthiş bir korku duyuyordum. Bu o kadar ağır bir korku idi ki, sonunda dayanamayarak, "beni affet" demekten kendimi alamıyordum. Büyük bir pişmanlıkla, "beni affet, beni affet" dedikçe içimde nisbeten bir rahatlama duyuyordum. Daha sonraları ise, şöyle düşündüm: Eğer Allah yoksa içimdeki bu müthiş ve dayanılmaz korku nedir, nereden ve kimden geliyor? Ben niçin korkuyorum. Hiç olmayan bir şeyden korkulur mu? Yoktan korkulmayacağına göre, demek ki vardır, dedim. Evet, bir süre sonra vardır dedim ve kurtuldum. şimdi içim rahat, çok şükür, eksiğimi tamamladım, içim bütünlendi." Vehbi Vakkasoğlu, (Öğretmenin Not Defteri - 4`ten)


Mehmet Dikmen

104

24.08.2006, 08:59

Allah razı olsun.herkes okumalı.

105

24.08.2006, 11:13

Allah razı olsun inş.
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

106

25.08.2006, 19:54


Cisim Kafesi Denen Kulubecik!


Ey nefis! Kainatın uzak çöllerine gidip Yaradanın varlığını ve birliğini ispatlamak için deliller toplamaya ihtiyaç yoktur.

Bu kulubecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak! Senin o klubenin duvarlarına asılan icad silsilelerinden ,hilkatın mucizelerinden ve harika sanatlarından ,kulubeden dışarıya uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen ''Ah’’ , ''oh’’ seslerinin ve inleyişlerinin lisanı haliyle istenilen yardımlardan anlaşılır ki o kulubeyi müştemilatıyla beraber Yaradan Halıkın , o ''ah!’’ seslerini ve iniltilerini işitir.

Müşfik ve rahman sıfatlarının tecellisiyle ihtiyaç ve arzularını tamamen taahhüd altına alır.Zira sineğin kafasındaki o küçük hücrelerin nidalarına ‘’Buyur ne istiyorsun?’’ diyerek karşılık veren ve her şeyi işitip gören Yardan’ın ,senin dularını işitmemesi ve dualara müsbet cevaplar vermemesinin imkan ve ihtimali var mıdır?

ışte ey bu küçük hücrelerden meydana gelen ve ‘Ene’ (ben) ile tabir edilen ve ‘insan ‘ denilen büyük hücre! O kulubeciğin küçüklüğüyle beraber,dolu olduğu harika icadlarını gör, imana gel! Ve ''Ya ılahi! Ya Rabbi! Ya Halıkı! Ya Musavvir! Ya Malik! Ve ya men lehül mülkü vel hamd ! Sen’in mülkün ve Sen’in emanetin olan şu kulubecikte misafirim ,malik değilim’’ de; o batıl malikiyet davasından vazgeç.Çünkü o malikiyet davası, insanı pek elim elemlere maruz bırakır.


kardeşlerim bende olan hücre devleti adlı bir kitaptan yazdım faydalanılır inş..dua ile kardeşlerim..

107

25.08.2006, 20:08

Kerr-u Fer Harbi
(Küçük Erkanı Harp)


Hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikalarda hanesinden çıkar.Durmayarak insdanın yüzüne hucum eder.Uzun asasıya vurur,Ab-ı hayat gibi kan fışkırır içer.Hücumlardan kaçarken,Erkenı harb(kurmay) gibi maharet gösterir.

Acaba bu küçük ,tecrübesiz,yeni dünyaya gelen mahluğa bu sanatı ve bu harb fennini ve su çıkarmak sanatını kim öğretmiş? Ve nereden öğrenmiş? Ben yani bu biçare itiraf ediyorum ki; eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım Kerr-u Fer Harbini (geri çekilerek tekrar hucum etmeyi) ve su çıkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.


kardeşlerim bunuda bendeki hücre devleti adlı bir kitaptan yazdım.faydalanırız inşalalh..dua ile..

108

29.08.2006, 09:17

Simetrik Mimari

Simetriklik sanatta zirve noktadadır.Hayranı olduğumuz en büyük sanatkarlar dahi tam simetrik bir eser yapamıyorlar.Bir ayakkabıcı 2 ayakkabıyı tıpatıp benzetemiyor,bir heykeltraş sağ kolu sol kol uzunluğunda yapamıyor, bir ressam iki kulağı simetrik olarak çizemiyor.Çok az dahi olsa hata yapıyorlar.

Halbuki Cenabı Hak sonsuz ilim ve kudretiyle emsalsiz mükemmelliyette birbirinden güzel simetrik eserler yaratıyor.Kelebeğin,tavus kuşunun bir kanadındaki rengarenk nakışlar diğer kanadına aynen nakşdilmiş, akvaryum balıklarının sırtının iki tarafıda harikulade motiflerle bezenmiştir.Sanki aralarına ayna konulmuş gibi mükemmel motifler ayrı ayrı desenler iki tarafada simetrik olarak nakşedilmiştir.Gözlerimizin ayaklarımızın,ellerimizin simetrik olmadığını varsaysak,simetrikliğin ne kadar önemli bir hadise olduğunu anlarız.

Bazende idari olarak asimetrik eserler yaratılıyor.Kendi vucudumuzdada bunu görmek mümkün.Sol tarafımıza kalp takılmasına rağmen.sağımızda olmaması gibi...

Yine yengeçlerinbir türünün kıskaçlarıasimetrik yapıda olması,Allahın tabiatı monoton yaratmadığını gösterir.

Varlıkların bazen simetik bazende asimetrik yaratılması,eşya ve hadiselerehükmeden Zat'ın ilim ve hikmetle icraat yaptığını gösterir.


Kardeşlerim bu şeylerin herbiri tesadüf olablirmi!!!!!!!

şu acip âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musannâ sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Çünkü, anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. Onu tanımazsak kim bize medet verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz? (Sözler sh: 279)


Bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır. Ve o usta, herşeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihetle noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve herşeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mucize ve harikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar onun memurlarıdır.
(Sözler sh: 280)

109

29.08.2006, 10:25

ye gerçektende o tavuklar o yumurtayı nasıl şekilli çıkarıyorlar sanki içlerinde şekillendirci bir alet var Allahu Ekber..
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

110

29.08.2006, 10:29

bir_damla_nur kardeşim demişki;
"ye gerçektende o tavuklar o yumurtayı nasıl şekilli çıkarıyorlar sanki içlerinde şekillendirci bir alet var Allahu Ekber.."
Allah'ın varlığı ancak bu kadar kısa ve net anlatılabilir. Ee Meslek Risale-i Nur olunca...
Selametle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

111

29.08.2006, 13:48

ısbatın ıki Yolu
Prof. Dr. Alaaddin Başar


ıSTıDLÂL: ıspat için delil getirmek. Delillerden hüküm çıkarmak.
BÜRHAN-I LıMMÎ: Müessirden esere, sebeplerden neticelere yapılan istidlâl.”

BÜRHAN-I ıNNÎ : Eserden müessire, neticelerden sebeplere yapılan istidlâl


SıNAN VE SÜLEYMANıYE... ıkisi de birbirine delil. Önce, Sinan’ın o yüksek dehasını, mimarlıktaki fevkalâde maharetini, sanat inceliklerine harikulâde vukufiyetini inceliyor ve onu bu yönüyle tanıdıktan sonra, “Elbette böyle bir ruhtan, şöyle bir eser çıkar” diyerek Süleymaniye’yi gösteriyorsunuz. Burada müessirden esere, bir başka ifade ile sebepten neticeye bir istidlâl sözkonusudur.

Yahut, önce Süleymaniye’yi bütün yönleriyle inceliyor, ondaki sanata hayran kalıyor ve sonunda şu hükme varıyorsunuz: “Böyle muhteşem bir eserin mimarı elbette büyük bir dahi, eşsiz bir sanatkârdır.”

Bu defa eserden müessire, neticeden sebebe bir istidlâl sözkonusu olmuştur.

Merhametli bir zâtın rikkatinden, şefkatinden, cömertliğinden söz ediyorsunuz ve böyle bir zât elbette fakirlere ve düşkünlere yardım elini uzatacaktır diyorsunuz. Burada da, müessirden esere intikal etmiş oluyorsunuz.

Öte yandan, bir grup fakirin her gün beslendiklerine, barınma, giyecek ve yakacak gibi her türlü ihtiyaçlarının aksatılmadan yerine getirildiğine şahit oluyorsunuz. Ve “Bunları icra eden mutlaka çok merhametli ve şefkatli bir zâttır” diye hükmediyorsunuz. Böylece, eserden müessire intikal etmiş oluyorsunuz.

“Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlâle “bürhan-ı limmî” denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlâle de “bürhan-ı innî” denir. Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir.” (ışârâtü’l-ı’caz. 86)

Kur’ân-ı Kerîm’de her iki istidlâlin de misâlleri vardır.

Fâtiha Sûresinin hemen başında her iki delile de işaret edilmiştir.

“Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” buyurulmakla önce âlemlerin harika terbiyesi nazara verilmiş ve ‘bu terbiyeyi yapan zâtın her türlü hamde ve senaya lâyık olduğu’ hükmü getirilmiştir. Burada eserden müessire istidlâl vardır. Daha sonra Rahman ve Rahîm isimleri zikredilerek, Allah’ın ‘din gününün sahibi olduğu’ nazara verilmiştir. “Mademki Allah, Rahman ve Rahim’dir, elbette din gününü getirecek ve bu rahmet ve inayetini ahirette de devam ettirecektir” mânâsı ders verilmekle, müessirden esere, sebeplerden neticeye bir istidlâl yapılmıştır.

Nur Külliyatından Onuncu Söz’de her iki istidlâlin çok misâlleri yer almıştır. Bu harika risalede, Allah’ın isimlerinden hareketle ahiretin varlığı isbat edilmektedir. Bu, bir bürhan-ı limmîdir. Meselâ, Hakîm isminden hareketle, “Madem ki Allah Hakîm’dir, öyleyse ahiret vardır” şeklinde bir hükme varılmıştır. Ancak iş bu kadarla bırakılmamış, Allah’ın Hakîm olduğunun delilleri zikredilerek ‘herşeyi hikmetle yapan, her icraatında nice faydalar, maslahatlar bulunan Cenâb-ı Hakk’ın o sonsuz hikmetinin, ahireti getirmemek gibi bir hikmetsizliğe müsaade etmeyeceği’ değişik açılardan izah edilmiştir. Böylece, önce âlemdeki hikmet cilvelerinden hareketle Allah’ın Hakîm olduğu ispat edilmiş (bürhan-ı innî); sonra Hakîm ismi ahiretin varlığına delil getirilmiştir (bürhan-i limmî).

Öte yandan, Dokuzuncu Söz’de “şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar makul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, Berzahın baharı da o kat’iyyettedir” (Sözler, 42) buyrulmakla, bürhan-ı innî çok veciz bir şekilde aklın nazarına sunulmuştur. Geceden sonra sabahın, kıştan sonra baharın gelmesinden istidlâl edilerek dünyadan sonra ahiretin geleceği ispat edilmiştir. Burada da eserden müessire istidlâl vardır. Yani bu eserleri yapan zât, ahireti de getirebilir.

Bu kısa açıklamadan sonra Nur Müellifinin şu mükemmel tespitine bakılım:

“Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahiddir. Birincisi ikincisine bürhan-ı limmîdir; ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir.” (Mektûbat, 470)

Birinciye bir açıklama olarak yine Nur Külliyatında “Ulûhiyet risâletsiz olamaz” hükmü getirilir. Yani, madem Allah vardır, öyleyse peygamber gönderecek ve insanlara kendini tanıtacak, onlara hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, kısacası, razı olduğu ve olmadığı şeyleri bildirecektir. Burada, ulûhiyet, risâlete delil getirilmiştir.

Öte yandan, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) güzel ahlâk üzere olması, kendisine ‘el-Emîn’ denilmesi, elinde hiçbir beşerin güç yetiremeyeceği bin mucizenin zuhur etmesi de O’nun (a.s.m.) Allah Elçisi olduğuna delildir. Burada eserden müessire istidlâl sözkonusudur.

Nur Külliyatında hem bürhan-ı limmî, hem de bürhan-ı innî için de birçok misâl verilmekle birlikte, şu noktaya özellikle dikkat çekilir:

“Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir.”

Allah Kelâmında insanın yaratılışına defalarca yer verilmesi, arz ve semanın terbiyelerine ve mükemmelliklerine dikkat çekilmesi, deveden arıya kadar nice hayvanların yaratılışlarına dikkat çekilmesi hep bürhan-ı innî kısmına girer; yani, ‘eserden müessire’ gidilir. Bunlar, selim akılları doyurur, sönmemiş kalplere ve bozulmamış vicdanlara birer hidayet vesilesi olurlar.

Allah Resulünün (a.s.m.) tefekkür üzerinde önemle durması da bu sırdandır.

112

29.08.2006, 16:55

ıNSAN kelimesindeki herbir harf, tek başına bir mânâ ifade etmediği halde, bir intizam ile bir araya geldiklerinde bir kelime meydana geliyor. Bir harfin dahi kâtipsiz olamayacağı apaçık olduğundan, elbetteki bu beş harfi bu tarz ile bir araya getiren birisi olacaktır. Zira, bu harfler birbirini tanımadıkları, bilmedikleri ve bir araya gelmeyi düşünemeyecekleri gibi, her bir harf de ıNSAN kelimesinden ve onun ifade ettiği mânâdan bihâberdir.
ışte bütün bu özellikler, bu kelimenin mutlaka hem harfleri, hem de kelimeyi bilen biri tarafından yazıldığını göstermektedir.



ıNSAN kelimesi yerine şimdi de bir insanın şahsını düşünelim. ıNSAN kelimesi beş harften teşekkül ettiği gibi, bir insan da kâinattaki bütün unsurlardan yazılmıştır. Bu unsurlardan herbiri, kelimedeki harfler kadar şuursuz ve cahil olduklarına ve hiçbirisi insaniyet mânâsından haberdar olmadıklarına göre, elbette ki bu madde harflerinden bu hayat sahibi kelimeyi yazan bir Hakîm-i Zülkemâl vardır.



Tek başına kalmış bir “ı” veya “S” harfiyle ıNSAN yazmanın mümkün olmaması misâli, kâinatta da var olan ılahi hikmetin gereğince, tek bir unsurdan ıNSAN yazılmamaktadır.


ıNSAN kelimesindeki herbir harf, birçok noktalardan meydana geldiği gibi bir insanın herbir azası da milyarlarca hücreden teşekkül etmiştir. Bu mânâda, insanın kafasını bir harf, kollarını, gövdesini ve ayaklarını da birer harf olarak düşündüğümüzde, herbir insan bu büyük harflerle yazılmış bir kelime hükmünü alır.


ıNSAN kelimesinde “N” harfi başa “ı” harfi ise sona konulduğunda bu kelimeye artık ıNSAN denilemeyeceği gibi, bir insanın da başı ayaklarıyla yer değiştirirse ona ıNSAN demek mümkün değildir. Aynı şekilde, “ı” harfinin “S” harfiyle yer değiştirmesi halinde de mânâ bozulduğu gibi baş gövdenin yerini, gövde de başın yerini aldığı takdirde ıNSAN’ın mânâsı kalmayacaktır.



Büyük harfler üzerinden verdiğimiz bu misâlleri, her bir azayı meydana getiren esas rükünler, meselâ elin parmakları veya gözün beyaz ve siyah kısımları için düşünebileceğimiz gibi, bir hücrenin yapısı için de tatbik edebiliriz. Bu durumda el, göz ve hücre de ayrı birer kelime olarak düşünülecektir.



ışte, herbir harfinde binlerce kitap bulunan bu hayat sahibi ıNSAN kelimesinin de elbetteki âlim ve hakîm bir kâtibi ve nakkaşı olacaktır.


Mehmed Kırkıncı

113

30.08.2006, 02:50

Sağolasın Cevat abi sizlerden çok istifade ediyorum Rabbim bu siteyle buluşturduğundan dolayı binlerce kez hamd olsun.


Bilim adamları mekanik bir hayvana benzeyen birşey yapmışlar inek fonksiyonlarında.ona bir müddet inek gibi besleyip ot falan yedirmişler süt çıkarmak için.Lakin oda ne o mekanik şeyden yeşil bir sıvı akmaya başlamış.

Allahım sen ne büyksün ne güzelsin o inekler hergün yediği yeşil ot nasıl bembeyaz süt olup akıyo..Allahu ekber!
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

114

30.08.2006, 08:00

Kardeşlerim,Denizlerin derinliklerindeki hikmetlerden bahsadelim..Denizlerin herbiri dünyanın okyanuslarından bir parça..denizdeki hayret verici şeylere bir bakalım O halde:

denizlerde gözle görülemeyecek kadar ufak kimiside çok büyük canlılar var.denizdeki acayiplikler bitmez.Deniz hayvanının kabuklarına bakın, denizin derinliklerinde kabuğu sedef olan bir hayvan yaratılmış,Ona ilham edip yağmurlar yağınca sahile geliyor.Deniz suyu gibi tuzlu olmayan saf yağmur damlaları içeri girsin diye kabuğunu açıyor.sonra kabuğunu kapatıp denizin derinliklerine gidiyor. O yağmur damlaları nutfenin rahimde durması gibi içinde saklıyor ve onu büyütüyor,inci yapıyor kimi küçük kimi büyük bizde onları zinet diye takıyoruz….

Denizin derinliklerinde gözümüzün görmediği mucizevi varlıklar var..elbette Rabbimiz bu derinliklerdeki mücezevi sanatlarla da kendini tanıttırıor .kendi görmek ve göstermek için..Derinliklerdekini bizler görmüyoruz diyoruz nasıl Bunları kim görecekki , yaratılmasındaki hikmet nedir? Diyoruz.Eyy insan nasıl görmüyorsun hakikat boynundaki inci kolyede denizin derinliklerine inmene gerek yok hakikat boynunda!!!!!Bak ve tefekkür et!!!


şimdi bu derinliklerde yaşanan bu hikmetler bize Halıkımızı Tanıttırmazmı!!!!

Madem şu kâinat ve mevcudat var ve içinde efal ve icad var. Hem madem muntazam bir fiil fâilsiz olmaz, mânidar bir kitap kâtipsiz olmaz, sanatlı bir nakış nakkaşsız olmaz. Elbette, şu kâinatı dolduran efâl-i hakîmânenin bir fâili ve yeryüzünün mevsim be mevsim tazelenen hayretfezâ nukuşlarının, mânidar mektubatının bir kâtibi, bir nakkaşı vardır. (Sözler sh: 566)

muhabbetle kardeşlerim...

115

30.08.2006, 12:06

Allah’ın "kün" yani "ol" emrini nasıl anlamalıyız?

“Kün” emriyle ilgili âyet-i kerimelerden iki misal:


“Göklerin ve yerin mübdi’idir. (Onları önceden hiçbir örneği bulunmaksızın yaratandır.) Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ol der, o da oluverir. ”
(Bakara Sûresi, 117)



Âlimlerimiz buradaki ol emrini, kudretin hemen faaliyete geçmesi olarak açıklamışlar. Tıpkı, “Her şeyin melekûtu (iç yüzü) Onun elindedir” âyetindeki el tabirini, kudret olarak tefsir ettikleri gibi, bu ol emrini de yine kudret ve irade olarak tefsir etmişler. Ve bundan murat, “Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engel olmaksızın hemen meydana gelmesidir.” demişler.

Diğer bir âyet-i kerime:


“Doğrusu Allah indinde ısa’nın meseli, Âdem meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ol dedi, o da oluverdi.”
(Âl-i ımran Sûresi , 59)



Bu âyet-i kerimede geçen "ol" emrinin mânâsına bir derece yanaşmak için eşya hakkındaki şu sınıflandırmayı dikkate almak gerekiyor: Halk âlemi, Emir âlemi. Beden halk âleminden, ruh ise emir âleminden. Halk âlemi bu hikmet dünyasında safha safha meydana gelmekte. Tedricen, yâni kademeli olarak yaratılmakta. Emir âlemi için ise bu tarz bir yaratılış söz konusu değil. O âlemde her şey bir anda vücut buluyor. Ruh, değişik safhalardan geçip de sonunda o hâli almış değil. Doğrudan ruh olarak yaratılmış. ınsan bedeninde vazife görmeğe başlaması da yine bir anda.

Önce topraktan yaratılan Âdem babamıza daha sonra "ol" emrinin verilmesini Muhyiddin-i Arabî hazretleri bu emir kanunuyla izah eder: “Ol denince oluverir kavl-i şerifi, ruhun üflenişine işarettir. Ve bunun, emir âleminden olduğuna işarettir. Önceden bedenin yaratılışı gibi bir madde ve müddete ihtiyaç kalmadığını ifade eder.” buyurur.

Bahsimize konu olan bu âyet-i kerime akla engin bir ufuk açıyor. Önce topraktan Hz. Âdem (as.) yaratılıyor ve sonra ona "ol" emri veriliyor. Bu emirle Hz. Âdem’in (as.) topraktan inşa edilen cesedi ruha, hayata kavuşuyor. Nitekim bu "ol" emrini büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi, “Canlı bir mahlûk kesil.” şeklinde tefsir ediyor. Zira, zaten var olan bir nesneye yeniden "ol" emri verilmesi, onun yeni bir şekle girmesi demek olmalı, aksi halde bu emre bir mânâ vermek mümkün olmaz.

Buna göre, “ınsan bir anda yaratılıyor.” diyebiliriz. Ama, elbisesi dokuz ayda inşa ediliyor. Diğer varlıklar da öyle. Çekirdeklerdeki ilâhî şifrenin teşekkülü de ruh gibi bir anda, daha doğrusu zamansız yaratılır, ama çekirdeğin ağaç olması yıllar sürer.

şimdi bu âyetin penceresinden etrafımızdaki sonsuz faaliyetlere bir göz atalım ve "ol" emrini onlarda görelim, okuyalım.

Hidrojen ve oksijen bir "ol" emriyle su oluvermişlerdir. ıki zıt kutup bir emirle birleşmiş ve bambaşka bir şey olmuşlardır. Yenilen gıda bir süre sonra insan tohumu olur, yine "ol" emriyle. Bu emir olmasa, yâni ilâhî kudret yaratmasa gıdayı insan yapmak mümkün mü?

Ve rahimde nutfeye yeni bir emir gelir: alâka "ol". Bu emir ve benzerleri aralıksız tekrarlanır. ılâhî kudret ve irade o tohumu halden hâle evirip çevirir ve sonunda insan vücut bulur. Demek ki nutfeye “ınsan ol.” denmemiş, sadece “Alâka ol.” denmiştir. Eğer “ınsan ol.” emri verilseydi rahimde o an bebek teşekkül ederdi. Dünya hikmet âlemi olduğu için, yaratılış sebepler tahtında ve kademeli olarak icra edilmekte. Ve bu safha safha yaratılışla nice sanatlar sergilenmekte.

Bir anda insan yapmak Allah’a mahsus bir sanat. Aynı şekilde nutfe yaratmak, onu halden hâle çevirmek ve sonunda insan hâline sokmak da ayrı birer ilâhî sanat. Bu hikmet dünyasında bu ilâhî sanatların teşhir edilmesi için "ol" emri, “Son şeklini al.” şeklinde değil de, “Bir sonraki tavrına gir.” tarzında verilmiş oluyor.

Emdiğimiz havaya gırtlakta, ağız boşluğunda ve dudakta ayrı emirler veriliyor ve böylece değişik harfler dökülüyor ağzımızdan. Demek ki havaya emir var, “Ses ol.” diye. Hem de değişik şekillerde. Allah, ağız fabrikasında havadan ses yaratıyor; yine "ol" emriyle.

O ses, mübarek bir kelime ise, rahmanî bir hakikat terennüm ediyorsa yeni bir emir alıyor: "Melek ol". Okunan tespihlerden, tekbirlerden, hamdlerden, yâni bütün mukaddes kelimelerden melek yaratılıyor. Havaya “Ses ol.” diyen, sese de “Melek ol.” diyebilir. Bu emre, bu iradeye karşı çıkacak kimdir?

Göz fabrikasına giren ışık da benzer bir emir alıyor: “Göz nuru ol.” Güzel bir cümle işitiyoruz. O söz aklımızda bilgi oluyor, yine “kün” emriyle. Kalp o sözden hoşlandı mı yeni bir emir geliyor: “Feyiz ol!”, “Huşû ol!”, “Sevgi ol!” diye...

Kısacası kâinat “kün” emrinin tecellileriyle dolu. Toprağa “Çiçek ol.” deniliyor; buluta “yağmur”...

Çekirdeğe “Ağaç ol!” emri geliyor, yumurtaya “civciv”...

Yediğimiz gıda, bedenimizde nice emirler almakta: "Et ol", "ilik ol", "kan ol", "kemik ol", "sinir ol", "saç ol", "tırnak ol" gibi...

Bir zamanlar maddeleri bir olan güneş sistemi de benzer emirler almıştı... "Dünya ol", "Merkür ol", "Ay ol" gibi...

Kün emrine akıl erdiremeyenlerin hayatları bu emrin cilveleriyle aralıksız kaynaşıyor.


Okunma Sayısı : 489

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

Mesajlar: 1,518

Konum: istanbul

Meslek: NURolog

  • Özel mesaj gönder

116

30.08.2006, 12:50

Abi,Alaaddin Başar abiyle bütünleşeceksiniz:)

Çok sevdiğim biridir,sağolasın çok faydası oluyor...

117

30.08.2006, 14:20

Allah'ın c.c. varlığına deliller adlı yazıları pek okumak istemiyorum veya lüzum görmüyorum. Allah'ın varlığına dair en ufak bir şüphem yok. Bu yazıları okumamak istemem acaba normal mi? Pek fazla etkilenmiyorum da açıkçası. Acaba yanlış mı düşünüyorum?

Selametle

118

30.08.2006, 14:27

Alıntı sahibi ""ADEMAYAZSIN""

Allah'ın c.c. varlığına deliller adlı yazıları pek okumak istemiyorum veya lüzum görmüyorum. Allah'ın varlığına dair en ufak bir şüphem yok. Bu yazıları okumamak istemem acaba normal mi? Pek fazla etkilenmiyorum da açıkçası. Acaba yanlış mı düşünüyorum?

Selametle



Maşaalah.Ne mutlu sana..Lakin yazılar genel herkesin yakini senin gib olmayabilir.Rabbim basiretimiz açsın amin.

selametle :wink:
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

119

30.08.2006, 14:47

Arz talep meselesi.

Alıntı sahibi ""[url=http://www.risaleara.com/oku.asp?id=922&p=2"

Bediüzzaman 20.Mektub'un Mukaddime'sinde [/url]"]Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.
Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? ışte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.



Hepimizin hafızasında unutkanlık olabiliyor, üstelik bir hakikati tekrar okuyunca, farklı şeyler anlayabiliyorsun. Çünkü çok tabakaları var.

Bir gün sormuşlar, "Risaleleri okuyorum, hakikatlerin hepsini anlayamıyorum."
Bediüzzaman buyurmuş: "Bir bahçeye girdiğin zaman, kolunun yettiği kadar meyvelerden istifade edersin. Diğerleri boyları uzun olanlar içindir."

Ne zaman boyumuz uzar, o uzanamadığımız, hatta göremediğimiz hakikatlere belki erişiriz. Nasıl boyum kısa diyenlere basket oyna, boyun atar derler, bunda da ben, oku, tefekkür ve tahkik ile tekrar et demeyi boyun uzaması için faydalı görüyorum.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

120

30.08.2006, 15:15

Alıntı benim hakkımda çok alakalı olmamakla beraber istifade etttik. Fakat açıklamanız güzeldi. Değerlendireceğiz inşaallah. Sizleri seviyorum.

Selametle

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir