Kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanma kişiyi öfke ve kızgınlıkla büyük günahlar işlemekten alıkoyduğu gibi onun büyük bela ve musibetlerde de depresyona, birtakım ruhsal hastalıklara girmesini önler, ruhsal terapisini sağlar. İnsana güçlü bir kişilik kazandırır. Hapisteki bir insana en büyük manevi güç ve destek, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmadan gelir. Hele bu durumdaki kişiler, haksız yere bir suçtan hüküm giymişseler ondan başka bir limana da sığınamazlar. Şayet böyle bir insanın kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imanı yoksa ruh sağlığı derhal bozulmaya başlar, herkese şüphe ile bakarak paranoyaya, hatta ruhsal bütünlüğünü kaybedip büyük ruhsal hastalıklara, şizofreniyeye kadar düşebilir. İnsanların psikoz türü ağır hastalıklara düşmeleri genellikle kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmamalarından, büyük bela ve musibetlerde kişilere ve olaylara fazla takıntı yapmalarından kaynaklanır. Hâlbuki Allah’ın izni olmadan bir yaprak bile dalından düşmez (bk. En’am suresi, 59). Nerede kaldı ki kulun başına gelen bela ve musibetlerin Allah’ın izni ve iradesiyle gerçekleşmemesi?.. İnsanoğlu Allah’ın güç ve kudreti hakkında ne kadar az bilgi sahibi!.. İnsanları ve olayları da gözünde devleştirmeye ve abartmaya pek eğilimli!.. Her iş Allah’ın dilemesi ve takdiri ile gerçekleşmektedir. İnsanlar iyi kötü bir şeyler yapmaya niyetlenseler de Allah dilemedikçe bu niyetleri gerçekleşmeyeceği gibi niyetlerini eylemlere de koyamazlar. Yüce Allah Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. (Tekvir suresi, 29).’ İşlediği bir ceza ile hüküm giyen kişiyi de kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imanı bir üniversitede öğrenci imiş gibi eğitir, nefsini terbiye eder, ceza günlerini rahmete, günahları için istiğfar etmeye, dolayısıyla günahlarının Allah (c.c.) tarafından affına çevirir. Zira kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanma kişiyi kısa zamanda geçmişini değerlendirmeye, bir iç muhasebe yapmaya götürür. Bu da onun tövbe yolunu tutmasını sağlar. İçten yapılan tövbeler, hangi günah olursa olsun, Allah tarafından affedilir. Bu konuda pek çok ayeti kerime vardır. En müjdelisi de şudur: ‘De ki ‘Ey kendileri hakkında aşırı giden (büyük günah işleyen) kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O çok bağışlayandır, merhamet edendir (Zümer suresi, 53).’ Allah’ın günahları affetmeyeceği şeklinde bir ümitsizliğe düşmek, doğru olmadığı gibi Allah hakkında da büyük bir suizandır. Allah’ın rahmetinden ümidini kesenler ancak kâfirler topluluğudur (bk. Yusuf suresi, 87) .
Hadis-i şeriflerde kul haklarının affında Allah’ın karışmayacağı, kişinin hakkı geçen kişi ile barışması, helalleşmesi gerektiği ifade edilse de yüce Allah (c.c.) her şeye kadirdir. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) göre böyle durumlardaki kişiler üzerlerindeki kul haklarını barışma ve helalleşme yolunu çeşitli nedenlerle (hak sahibini bulamama, karşı tarafın hoşgörüsüzlüğü, utanma, fitne ve dedikodu çıkma ihtimali vb.) kullanamayarak üzerlerinden atamıyorlarsa bu kul haklarının aşağı yukarı tutan bedellerini ihtiyaç sahibi kişilere verme yoluna gitmelidirler. Elbette bazı kul haklarının bedeli çok ağırdır. Parayla ölçülemez. Ödenmesi de çok zordur. Cana kastetme, namus, şeref ve haysiyetle oynama gibi. Ama Allah (c.c.) dilerse, bu dünyada affetmeyeceği, affettiremeyeceği hiçbir günah yoktur. İnsan günahlardan gerçekten pişman olup hatalarını tamir yoluna girdiği zaman yüce Allah (c.c.) kişiye fazl u ikramı ile öyle büyük fırsatlar ve sevap kapıları açar ki, bunlar ahrette üzerindeki bütün kul haklarını ödemeye yetebilir. Ama kul haklarını ödemede hadis-i şeriflerin ısrarla tavsiye ettiği karşı tarafla barışma ve helalleşme yolunu tutmak daha doğru ve garantilidir. Dinin ruhuna daha uygundur. Tabii kul hakları insanın üzerinde dünyada iken büyük bir yüktür. İnsanın başına bela ve musibet açabilecek bir nedendir. Kaderini çok olumsuz bir yoldan etkileyebilir. Çoluk çocuğuna kadar tesir edebilir. Ayrıca kul hakları tasavvuf ve tarikat yolundaki manevi ilerlemede, yüksek makam ve hallere ulaşmada engel teşkil edebilirler. Bu kul haklarının üzerimizden kalkmasında çeşitli nedenlerle doğal yolu, yani karşı tarafla barışma ve helalleşme yolunu kullanamıyorsak bu niyetle sadaka vermek en azından bu yolla gelebilecek bela ve musibetlerin definde büyük yararlar sağlar. Onların yükünü azaltabileceği gibi tamamen de kaldırabilir. Zira hadis-i şerifte ifade edildiği üzere az sadaka çok belayı def eder.
Hastaneler de hapishaneler gibi üzerimizdeki günahların dökülebileceği yerlerdir. Dünya imtihanı gereği Allah (c.c.) bazı kullarını maddi ve manevi çeşitli sıkıntılara uğratır. O’ndan gelen her bela ve musibet aslında büyük bir ikramdır. Güzel sabır gösterirsek günahlarımıza kefarettir. Güzel sabır (sabr-ı cemil), ilgili sıkıntıdan dolayı kimseye dert yanmamakla, sıkıntıyı Allah’tan (c.c.) bilip haline şükretmekle gerçekleşir.
Bela ve musibetlere sabretme yanında üzerimizdeki sonsuz nimetlerin sahibini de En-Nâfi’ (hayır, iyilik hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) güzel ismi ile anmak gerekir. Her iyilik Allah’tandır. Kullar sadece birer vesiledir.
İnsanın yaptığı iyilikleri nefsinden bilmesi büyük bir aldanıştır. İyilikler Allah’ın (c.c.) dilemesi ve nasip etmesiyle gerçekleşir. İyilikler gerçekleşince Allah’a (c.c.) nasip ettiği için şükretmek gerekir.
Her insanın nefsi kaderine isyan halindedir. Hiç kimse bu konuda nefsini temize çıkarmamalıdır. Çünkü bu konuda insanların bazı sıkıntıları olmasaydı nefsi marziyye (Allah’ın razı olduğu nefis) ve kâmile gibi üst makamlara çıkmış olurdu. Yani imtihan sırrı olarak nefis emmare (kötülüğü emreden nefis; Allah’a isyan eden nefis) düzeyinde yaratılmış olup mutlaka içerisinde bulunduğu koşulları kabullenmemekte, nimetlere gereken şükrü kılmadığı gibi haline de sızlanmaktadır.
Kadere rızada ilk adım Allah’a her ne halde bulunursak bulunalım O’nun üzerimizdeki sonsuz nimetlerini dilimiz döndüğünce ve aklımıza gelenlerini de sayarak şükürde bulunmaktır. Her ‘Elhamdülillah, çok şükür…’ tespihleri bu yolda verilen nimetleri de hayal ederek atılan birer adım olarak Allah’ın kaza ve kaderine rıza yolunda ilerlememizi sağlarlar. Büyük kısım ibadetlerin özü, özellikle zikrin ruhu şükürdür.
Bir insan içindeki bütün olumsuzluklarına rağmen dili şükretmeye başladığı anda kaza ve kaderine rıza gösterme yolunda adım atmaya başlar. Bu noktada nefsi yavaş yavaş kırılıp değişir. Üzerindeki sıkıntılar hem maddi hem de manevi olarak azalarak ruhu büyük bir huzur duyar. Nefis üst makamlara, ileri hallere doğru terakki eder.
Şükür, insanın bütün melekeleriyle olursa daha makbuldür. Yani dil, duygu, hayal, samimiyet şükürde birbiriyle kaynaşmalı, bu biçimde Allah’a ulaşmalıdır.
Zikir ruhun gıdası ise şükür de suyu gibidir. Ruh şükürle canlanır. Hayat bulur. Gelişir, canlanır.
Şükrün bazı incelikleri vardır. Allah (c.c.) şükre muhtaç değildir. Kul muhtaçtır. Bunu özellikle bilmek gerekir. Yaptığı şükürle kimse Allah’ı (c.c.) minnet altına koymamalıdır. Şükre de şükürle karşılık vermeye çalışmalıdır. Bu konudaki acziyetini de ifade etmelidir. Bir de Allah kendisine yapılan şükürden önce kulun diğer insanlarla ilişkilerine büyük önem vermekte, kul haklarıyla kendi haklarını ayırmaktadır. Bu meyanda insanlara teşekkür etmek de çok önemli bir konudur. Öyle ki bu konuda nezaketten uzak ve nankör insanlara Allah (c.c.) kaza ve kaderine rızasında önemli bir adım olan şükrü nasip etmemektedir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.” Bu doğa kanunu gibi bir şeydir. Anlayana büyük uyarıdır. Teşekkür etmek, başkasına duyulan içten bir minnettarlık duygusudur. Nimete vesile olanı unutmamak, onun gönlünü çeşitli yollarla almaktır. Bunu dil ile söylemekte bir sakınca yoktur. Ama fazla bir abartıya kaçmak ve gerçek nimet sahibi olan Allah’ı (c.c.) akıldan ve hatırdan çıkarmak da doğru değildir. Bununla birlikte her şeyi Allah’a (c.c.) bağlayarak insanlara teşekkürden kaçınmak da, demin zikredilen hadis-i şerif uyarınca, sakıncalı bir durumdur. Demek ki teşekkür ederken bir edep sınırımız bulunmakta, belli bir ölçüye ve kurala uygun bir yol takip etmemiz gerekmektedir. Bu da çok doğal bir ses tonuyla, ifadede aşırıya ve abartmaya kaçmadan gerçek nimet verenin Allah (c.c.) olduğunun bilincinde olarak insanlara teşekkür etmektir. Ayrıca teşekkürün sadece dille olmayacağını, hediye ile de takviye edilmesi gerektiğini belirtelim. Çünkü peygamberimiz (s.a.s) hediyeleşmenin kardeşlik duygusunu ziyadeleştireceğini vurgulamıştır.
Bazı insanlara teşekkür etmek adeta üzerimizde bulunan bir borçtur, kul hakkıdır: Anne-babalar, öğretmenler, akrabalar, bizlerin büyümesinde ve yetişmesinde emeği geçen nice kişiler… Kuşkusuz çoğu kez bunlara emeklerine karşılık dil ile bir kere bile teşekkür etme olanağına sahip bulunamamış olabiliriz. Belki bir kısmını yitirdik veya onlarla aramıza ulaşılamaz mesafeler girdi. Teşekkür etmek dilden ziyade yürekle olur. Bu insanların arkalarından yapılacak güzel dualar, okunan sureleri ruhlarına hediye etmeler, onlar adına verilecek sadakalar onlara edilebilecek en güzel teşekkürlerin yerine geçecektir.
Teşekkür asıl Allah’a (c.c.) yapılmalıdır. O’na şükürde bir an bile gaflette bulunmamak gerekir. O’nu anmadan geçen her an boşa geçmiştir. O’na şükür etmek bile büyük bir nimettir. Bu nimetin de şükrü gerekir. Yani şükre de şükretmeliyiz. Nitekim Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın…(Sebe suresi, 13)” buyurunca, Hz. Davud:
“Ey Rabb’im Sana nasıl şükredeyim ki? Benim şükrüm bile Senin bir nimetindir.” demiştir. Yüce Allah (c.c.) ona şöyle karşılık vermiştir:
“İşte şimdi Beni tanıdın ve Bana şükrettin ey Davud! Çünkü şükretmenin de Benim bir nimetim olduğunu bildin.”
İnsan Allah’a (c.c.) gereği şekilde şükrün imkânsız olduğunu bildiğinde, şükür haline de şükürle karşılık verdiğinde daimi bir şükür haline girebilir.
Ed-Dârr (Şer, zarar hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) ve En-Nâfi’ (hayır, iyilik hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) güzel isimleri ile kula düşen görev, hayır ve şerrin Allah’tan (c.c.) geldiği bilincine sahip olmaktır. Başına gelen hayrı Allah’ın (c.c.) bir lütfu ve ihsanı olarak görüp şükretmek, şerri ise günahlarının bir meyvesi olarak düşünüp tövbe etmektir.
Allah lütf u ihsanı ile bizlere muamele etsin. Günahlarımız yüzünden başlarımızdaki bela ve musibetleri fazl u ikramı ile kaldırsın. Bizleri nimetlerine şükreden kullarından eylesin. Bizlere rızasını nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi