ATEİZM VE ATEİST
Allah’ın (c.c.) varlığı
ve yokluğu konusu, içerisinde bulunduğumuz çağda ortaya çıkmış yeni bir
tartışmadır. İnsanlık daha önceki çağlarda Allah’ın (c.c.) varlığı
konusunda hiç bir kuşkuya kapılmamıştır.
İnsan
Allah’ın (c.c.) varlığı konusunda nasıl herhangi bir kuşkuya düşebilir
ki?.. Bunu aklı başında olan bir insanın anlaması gerçekten çok
zordur. Nedense bu konuda başkalarının da benden farklı düşüneceklerini
sanmıyorum. Çünkü öncelikle insanın kendi varlığı; vücudu, her bir
organı mükemmel bir yaratıcıyı gerekli kılmaktadır.
Farz
edelim ki, bir gün insanlar çeşitli gezegenlere de yolculuk yapmaya
başladılar. Tıpkı bir şehre gider gibi uzayın çeşitli gezegenlerine
toplu geziler düzenlemektedirler. İşte böyle bir gezinti sırasında yeni
keşfedilen bir gezegende bir insan heykeline rastlanır. Bu heykelin
bütün dış organları tıpkı canlı bir insanınki gibidir. Ama tüm
aramalara ve araştırmalara rağmen bu gezegende o heykeli yapacak canlı
bir varlığa tesadüf edilmez. Bu durumda buna tanık olan insanlar,
heykelin varlığı ve yaratıcısı konusunda ne düşüneceklerdir? İçlerinden
bir filozof kalkıp da ilgili heykelin oluşumunu gezegendeki ısı
değişimi, rüzgar, akar su gibi doğa güçlerinin bir kaya bloğunu
biçimlendirmesiyle izah etmeye kalkarsa yada tek bir atomun diğer atom
ve elementlerle türlü koşullarda ve çeşitli uygun tesadüflerin
birleşmesiyle ve kaynaşmasıyla meydana geldiğini iddia ederse buna
elbette herkes gülecektir. Bir doğa gücü olan ısı değişimi, rüzgar ve
akar su gibi öğeler gerçi kaya bloğunu parçalayabilirler. Çeşitli
biçimlere sokabilirler. Kum ve toprağa da dönüştürebilirler. Ama bu
doğa güçleri, ona bir insan heykeli görünümü veremez. Bunun gibi tek
bir atomun diğer atom ve elementlerle tesadüfen birleşmesi ve
kaynaşması ile böyle güzel bir sanat eserinin meydana gelebileceğine de
kimse ihtimal vermez. Herkes bilir ki, bunu ancak hayal kuran,
tasarlayan, ölçüp biçebilen, bu konuda eğitim almış, eli maharetli bir
heykeltıraş yapabilir. Gerçek budur. İlgili heykelin kendiliğinden
meydana geldiğini düşünmek büyük bir saflıktır, aldanıştır. Basit bir
heykel için durum böyle iken içerisinde yaşadığımız dünyada en mükemmel
tarzda yaratılmış, vücudu, organları yaşam için en ideal tarzda
biçimlendirilmiş bir insanın varlığını ve yaratılışını nasıl tek
hücreli bir canlıyla ve onun doğa güçleri ve tesadüfler ile
evrimleşmesiyle izah edebiliriz? Kaya bloğundan yapılmış basit bir
heykel parçasına bile bir heykeltıraş aranırken capcanlı; ruh, nefis ve
irade sahibi bir insan için bir yaratıcı düşünülmemesi ondan daha
büyük bir saflık, aldanışlık olmaz mı?
Bu
gerçekliğe karşın bir kısım insanlar, düşünürler çağımızda Ateizm’i bir
inanç biçimi olarak görmekteler. Ben nedense hiçbir Ateist’in mutlak
anlamda yaşamının tüm anlarında Ateizm’i savunmasını olanaksız
görmekteyim. Bir Ateist arkadaşlarına Allah’ın (c.c.) olmadığını iddia
edebilir, bu konuda onlarla tartışabilir de. Yalnız başı derde
girdiğinde veya kötü anlarında ilk anımsayacağı Allah (Celle Celâluhu)
olur; kalbinde O’ndan yardım umar. İnternette rastladığım şu kısa öykü
bu durumu çok güzel bir şekilde örneklemesi bakımdan ilginçtir:
“Henüz
yirmi yaşında bile değildim. Haruniye'nin meşhur kaplıcasına
gidiyordum. O zamanlar, her şoför, bu dağlık arazinin kıvrım kıvrım
yollarına girmeye cesaret edemiyordu. Biz bir kamyonet bulduk ve birkaç
aile yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip üzerlerine
kurulduk. Bir süre sonra yeşilin her tonunun muhteşem bir güzellikle
sergilendiği dağ yollarındaydık. Ağustos böceklerinin monoton
nağmelerini dinleyerek pırıl pırıl, capcanlı çamların arasında
arkamızda bir toz bulutu bırakarak ağır ağır tırmanıyorduk. Allah'tan
ki karşımızdan başka araba gelmiyordu. Çünkü yolun bazı yerleri iki
arabanın sığamayacağı kadar dardı. Hatta bazı virajlarda, kamyonet
tekerinden fırlayan taşlar, atlaya zıplaya derenin dibini buluyordu.
Nihayet zorlana zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan arabamız, düze
çıkmıştı. Biraz sonra da iniş başlayacaktı. Ben çok sevdiğim bu
manzaranın ve dolayısıyla da yolculuğumuzun hiç bitmemesini istiyor,
temiz dağ serinliğini doyasıya ciğerlerime çekiyordum. Bu arada gözüme
enteresan bir şey ilişti. Hayret içindeydim, bir daha baktım, bir daha,
bir daha ve şöyle haykırmaktan kendimi alamadım:
- Aman Allah’ım, çama bakınız! Sipsivri bir kayanın tepesinde kök salmış, bir avuç toprak bile yok!
Ben böyle sesli düşünürken, karşımda oturan yaşlıca adam, biraz da benim hayretime kızgın olarak sordu:
- Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle ağaçlar...
-
Ne var olur mu? Şu Allah'ın kudretine bakınız! Koskocaman bir kayanın
zirvesinde pırıl pırıl ve bakımlı bir güzelim çam ağacını yaratmış...
-Hadi canım sende! Bunun Allah'la ve O'nun kudretiyle ne ilişkisi var?
- Peki ama, nasıl olur başka türlü? Kim o çamı o en olmayacak yerde bitirmiş olabilir?
- Hiç kimse evlat... Niçin illa da biri yaratmış olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel düşüncelerdir.
- Ama Allah, o çamı orada yaratıp yetiştirmediyse, kim yaptı bu işi?
-Mesela
şöyle düşün: Bir kuş, ağzında bir çam tohumu ile uçarken, tam bu
kayanın üzerine gelince, ağzından düşürmüştür. Düşen tohum da kayanın
bir kırık tarafına takılıp kalır ve oradaki toprağa kök salar. Sonra da
kayanın altına giren kökleriyle böyle gelişip serpilir.
- Olay sizin dediğiniz gibiyse bile, bütün bunları yapıp yaratan yok mu?
- Yok tabii... Yaratıcı diye bir şeye inanmak, bu devirde çok ayıptır.
- Yaşınız başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal söyleyebilirim.
Bu
şekilde devam eden konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabii
seslerimiz de yükseldi. Adam bağırdıkça ben de sesimi yükseltiyordum.
Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da zaman zaman münakaşaya
katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir kimse olduğu sezilen bu
yaşlıca adamdan başka hiç kimse, Allah'ı inkar etmiyordu. Ama bir an
önce de münakaşayı bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı. Bu sırada
araba yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda
ip gibi uzayıp giden Ceyhan nehrine kadar tekerleklerden fırlayıp
giden taşlar, bizi şaşkına çevirdi. Bir an sessizlikle herkes birbirine
bakışırken, şoför başını uzatıp:
-Fren patladı! dedi.
Sağ
yanımız yokuş aşağı çamlarla kaplı bir bayırdı. Bu yokuşun sonunda
Ceyhan nehrinin kayalara çarptıkça köpüklenen suları görünüyordu. Sol
taraf ise, yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı. Birkaç saniyelik
şaşkınlık geçer geçmez, herkes çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Kimisi
şehadet getiriyor, kimisi besmele çekiyor, kimisi de "Allah" diye
bağırıyor, kendince dualar edip yalvarıyordu. Allah'a inanmadığını
söyleyen yaşlı zat da, adeta kendinden geçmiş:
-Allah’ım!.. deyip duruyordu.
Ama
bu durum, fazla sürmedi. Çünkü, bizim bütün şaşkınlığımız ve
hayretimiz arasında araba yavaşlamaya başladı ve biraz sonra kenara
yanaşıp durdu. Durur durmaz da her kafadan bir ses yükselmeye başladı:
- Yahu bu ne biçim iş?
- Hani fren patlamıştı?
- Ödümüz patladı!
- Şaka mıydı yoksa?..
Şoför yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek dedi ki:
-E,
sen utanmıyor musun, Allah yoktur demeye? Biraz önce yoktur dedin,
sonra da fren patladı sanınca, herkesten fazla “Allah!..” diye
bağırdın. Yoksa, niçin O'nu yardımına çağırıyorsun?
Sonra da bize dönerek:
-Kusura
bakmayın, fren miren patlamadı. Ben münakaşanızı duyunca, şu adama bir
ders vermek istedim, diyerek tekrar direksiyona geçti.
Araba
yürüdüğünde sadece Ağustos böceklerinin sesleri vardı. Herkes susmuş;
yaşlıca adam ise, yüzü kıpkırmızı, düşüncelere dalmıştı... Kaplıcaya
gelip de eşyalarımızı indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak:
-Oğlum,
senden özür dilerim; bunca yıldır inanmadığımı sandığım Allah'a meğer
ben inanıyormuşum da haberim yokmuş... Bunu öğrenmeme sebep oldun.
Şoför efendi, sana da çok teşekkür ederim, bana inancımın farkına
varacak imkanı sağladın, dedi.”
İnsanın Allah’ın (c.c.)
varlığını inkar edememesinin nedeni manevi yapısından kaynaklanır.
Nefis yaratılışında toprakla ilişkili olduğu ve toprak da yoktan
yaratıldığı için Allah’ın (c.c.) varlığını inkar edebilir. Çünkü nefis
küfür üzere bulunur. Nefsin hidayete ulaşması, kolay kolay
gerçekleşmez. Allah’ı (c.c.) el-Hakîm güzel ismi ile tanıyıp kabul
etmesi ile gerçekleşir. Bu durum da nefsi uzman bir insanın (insan-ı
kamil) kontrolünde uzun bir eğitim ve ıslah sürecinden geçirmekle
mümkün olur. Nefis genellikle kendi dışında başka bir ilaha boyun eğmek
istemez. Allah’a (c.c.) kul olmaktansa pek çok ilaha kul olmayı
yeğler. Ama insan sadece nefisten meydana gelmemektedir. İnsanın
Allah’tan (c.c.) bir ilahi soluk olan ruh yönü de bulunmaktadır. Ruhun
Allah’ı (c.c.) inkar etmesine olanak yoktur. Onun için bir Ateist her
ne kadar diliyle, Allah (c.c.) yoktur, diye iddiada bulunsa da içinden
bir şeyler de bu sözüne karşı çıkacak ve ona katılmayacaktır. İşte cılız
da olsa böyle bir itiraz sesi ruha aittir. Her insanın ruhunda
Allah’ın (c.c.) varlığı ve birliğine dair bir hatıranın saklandığı
Kuran-ı Kerim’de işlenmektedir. Gerçi hiç kimse geçmişinde, yani Allah
(c.c.) katında yaratılmadan önce bir ruh iken böyle bir sahne
yaşadığını anımsamamaktadır. Ama demek ki bu anlatılan şey bizim
ruhumuzda bilinçdışı olarak veya kromozomlardaki bilgiler cinsinden
kaydedilmiştir. Belki de Ateist’in Allah’ı (c.c.) inkar ettiğinde
içinde ona itiraz eden cılız ses de bundan kaynaklanmaktadır:
“Rabb’inin Adem oğullarından söz aldığını da düşünün: Rabb’in onların
bellerinden zürriyetlerini almış ve onların Kendi hakkındaki
şahitliklerini isteyerek ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ buyurunca
onlar da ‘Elbette!’ diye kabul etmişlerdi. Kıyamet günü ‘Bizim bundan
haberimiz yoktu.’ veya ‘Ne yapalım, daha önce babalarımız Allah’a şirk
koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o batılı
başlatanlar nedeniyle bizi imha mı edeceksin?’ gibi bahaneler ileri
sürmeyesiniz diye Allah bu sözü sizden aldı (A’raf suresi, ayet
172-173).”
Çağımızda Ateizm’in ilahi dinler
açısından büyük bir tehlike oluşturduğunu sanmıyorum. Çünkü böyle bilim
ve mantık dışı bir düşünceye çok az kişi inanıyor, üstelik onların da
bu inançlarında içten olmadıklarını düşünüyorum. Benim önemli gördüğüm
sorun, Müslümanların büyük bir kısmının Allah’a (c.c.) iman etmekle,
özellikle O’nu yaratıcı olarak kabul etmekle dinsel sorumluluklardan
kurtulduklarını düşünmeleridir. Allah’ın (c.c.) yasaklarına ve
ibadetlere gereken önemi vermemeleridir. Yani Allah’a (c.c.) Teist veya
Deist türü bir inançla iman etmeyi yeterli görmeleridir.
Kuşkusuz
farz ibadetler dışındakiler (yani nafileler) gizli yapılır. Bunlar
adeta kişi ile Allah (c.c.) arasında bir sırdır. Ama farz ibadetleri
yapmamak Allah’ın (c.c.) emrine karşı gelmek olduğundan büyük
günahlardandır. Bunlar da genellikle toplu halde ve topluluk içinde
icra edilirler. Bu son derece açık ve tartışmasız dini bir bilgidir ve
bunu herkes de bilmektedir. Hadis-i şeriflerde cemaatle kılınan namazın
bireysel olarak kılınanına göre 25 (bir diğer rivayette 27) derece daha
faziletli olduğu belirtilir. Ayrıca pek çok hadisi-i şerif cemaate
devam etmeyi ısrarla emreder. Durum bu olmasına rağmen çoğu camilere
vakit namazı için devam edenler, mahallelerindeki yetişkin erkek
nüfusuna göre yüzde bir bile değildir. Müslümanların önemli bir
kısmının nefislerine ve şeytana uyarak, ayrıca Allah’ın (c.c.) bütün
günahları affetmesi ihtimaline güvenerek bile bile ibadetleri
yapmamakla ve yasakları çiğnemekle O’nun emirlerine karşı gelmesi, pek
doğru bir şey ve onaylanacak bir davranış olarak görünmemektedir. Böyle
bir tavır ve yaşam biçimi insanda dolaylı bir biçimde de olsa Allah’ın
(c.c.) pek çok sıfatını ve güzel ismini yadsımak anlamına geldiği
izlenimi uyandırmaktadır. Ama ben iyi niyetimle yine de bunu bir gaflet
durumu ile açıklıyorum. Ateistlerin “Allah (c.c.) yoktur.” biçimindeki
sözlerinden ziyade Müslümanların ibadetlere gereken önemi vermemeleri
ve açıkça haramları işlemeleri daha düşündürücü ve kaygı vericidir.
Zihinde oluşan salt yaratıcı Allah (c.c.) kavramı ile kimse Allah’ın
(c.c.) kutsal kitaplarında önemle belirttiği (kabir azabı, cehennem
gibi) kötü akıbetlerden kurtulamaz. Allah’a (c.c.) inanmak öncelikle
bütün günahlara tövbe etmekle ve ibadet hayatıyla kendisini belli eder.
Kimin ibadet hayatı zenginse o diğer Müslümanlara göre Allah’a (c.c.)
daha çok yakındır. Onun Allah (c.c.) inancı daha güçlüdür. Özellikle
namaz kılmak bunun en açık belirtisidir. Çünkü peygamberimiz (s.a.s) bir
hadis-i şerifinde buyurduğu üzere “Namaz dinin direğidir.”
Eskiden çadırlar ve evler direklerle kurulurdu. Direk olmadan bir
yapının ayakta duramayacağı düşünülürdü. Buna göre peygamberimiz
(s.a.s) din binasının da ancak namazla kurulmakta ve ayakta durmakta
oluşuna dikkatlerimizi çekmiştir.