Yirmidördüncü Lem'a (Tesettür Hakkında)
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَن¡ 6; الرَّحِيمِ
يَآاَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ لِاَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَآءِ الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلاَبِيهِنَّ Ahzâb 59
ilâ âhir.. âyeti tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefihe ise (sefih medeniyet/dünyevî zevk düşkünü Batı anlayışı ise), Kur'ânın bu hükmüne karşı muhâlif gidiyor. Tesettürü fıtrî görmüyor (yaradılışa uygun görmüyor). "Bir esârettir." diyor (Mahkemeye karşı ve mahkemeyi susturan Lâyiha-i Temyizin müdafaâtından bir parça) :
Elcevap: Kur'ân-ı Hakiymin bu hükmü, tam fıtrî olduğuna ve muhâlifi, gayr-i fıtrî olduğuna delâlet eden çok hikmetlerinden yalnız "Dört Hikmeti"ini beyân ederiz.
BıRıNCı HıKMET: Tesettür, kadınlar için fıtriydir ve fıtratları iktizâ ediyor (yaradılış icâbı örtünmek lâzımdır). Çünkü: Kadınlar hilkaten zâife ve nâzik olduklarından, kendilerini ve hayâtından ziyâde sevdiği yavrularını himâye edecek bir erkeğin himâye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale mâruz kalmamak (soğuk muâmeleye uğramamak) için fıtrî bir meyli var. Hem kadınların on adetten altı-yedisi; ya ihtiyardır, ya çirkindir ki, ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır; kendinden daha güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecâvüzden ve ittihamdan korkar; taarruza mâruz kalmamak ve kocası nazarında hıyânetle müttehem olmamak (ihânetle suçlanmamak) için, fıtraten tesettür isterler.
"Ben de Adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üçyüz elli senede ve her asırda üçyüz elli milyon insanların hayât-ı içtimâiyesinde (social hayatlarında) en kudsî ve hakiykatli bir Düstûr-u ılâhiyi (ılâhî prensibi), üçyüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinâden (dayanarak) ve bin üçyüz elli sene zarfında geçmiş ecdâdımızın i’tikadlarına iktidâen (inançlarına uygun olarak) tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir karârı, elbette rûy-i zemiynde (şu yeryüzünde), âdalet varsa, o karârı red ve bu hükmü nakz edecektir (bu hükümden kurtaracaktır)!"
Hattâ dikkat edilse, en ziyâde kendini saklıyan ihtiyarlardır. Ve on adetten, ancak iki-üç tanesi bulunabilir ki; hem genç olsun hem güzel olsun, hem de kendini göstermekten sıkılmasın. Malûmdur ki insan sevmediği ve istiskal ettiği (hoş bakmadığı) adamların nazarlarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık-saçıklık kıyâfetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı nâmahrem erkeklerden onda iki-üçü varsa, (buna karşılık) yedi-sekizinden istiskal eder (rahatsız olur). Hem tefahhuş ve tefessüh etmiyen (çirkin ve nâmûssuz işlere bulaşmıyan) bir güzel kadın, nâzik ve seriütteessür (tez kırılgan rûhlu) olduğundan maddeten te’siri tecrübe edilen, belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır.
Hattâ işitiyoruz: Açık-saçıklık yeri olan Avrupa'da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak. "Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar." diye polislere şekvâ ediyorlar (şikâyette bulunuyorlar). Demek, medeniyetin ref-i tesettürü (örtüleri açması), hilâf-ı fıtrattır (yaradılışa ters düşmektedir). Kur'ânın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o (âilesine ve yavrularına karşı merhamet ve şefkât hazinesi olan) mâden-i şefkât ve kıymetdar birer refiyka-i ebediyye (paha biçilmez birer hayat arkadaşı) olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan (ma’nevî ve bedenî iflâstan), zilletten (rezil rüsvaylıktan) ve mânevî esâretten ve sefâetten kurtarıyor.
Hem kadınlarda, ecnebî (yabancı) erkeklere karşı fıtraten korkaklık, tahavvüf var. Tahavvüf (çekingenlik) ise, fıtraten tesettürü iktiza (örtünmeyi icâb) ediyor. Çünkü, sekiz-dokuz dakiyka (sürecek) bir zevki, cidden acılaştıracak (tadını kaçırtacak), sekiz-dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmet ile çekmekle berâber, hâmîsiz (himâyesiz) bir veledin terbiyesiyle (bakma, büyütme, yedirme, içirme, yetiştirme vs..), sekiz-dokuz sene, o sekiz-dokuz dakiyka gayr-ı meşrû (şeraîte aykırı) zevkin belâsını çekmek ihtimâli var. Ve kesretle vâki olduğundan (ekseriyetle vukûa geldiğinden), cidden şiddetle nâmahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister. Ve tesettür ile nâmahremin iştihâsını açmamak ve tecâvüzüne meydan vermemek, zaif hilkatı emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve (her türlü rahatsızlık verici unsura karşı sığınacak) bir siperi ve kal'ası, çarşafı olduğunu gösteriyor.
<< Ey (sevgili) peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına hep söyle de çarşaflarını üzerlerine giysinler, cilbâblarından (ferâcelerinden, asıl elbisenin üzerine giydikleri islâmî dış elbiselerinden) üzerlerini sımsıkı örtsünler. Bu, onların (temiz/sâlihâ Müslüman kadınlar olarak) tanınmalarını/bilinmelerini ve rahatsız edilmemelerini te’min eder.>> Ahzâb 59
Mesmuatıma göre: Merkez ve payitaht-ı hükûmette (meselâ çankaya’da), çarşı içinde (tenhâda bile değil, kalabalık halk arasında), gündüzde (karanlıkta ve gecede bile değil), ahâlinin gözleri önünde (herkes göre-bile), gâyet âdi bir kundura boyacısı (en basit bir sefil adam), (âhiret nazarında değil ama) dünyâca rütbeten büyük bir adamın (meselâ milletvekilinin) “açık bacaklı karısı”na bilfiil sarkıntılık etmesi (gibi bir davranış); tesettür aleyhinde olanların (örtüyü istemiyenlerin) hayâsız (arsız, nâmûssuz, utanmaz) yüzlerine bir şamar vuruyor (ibret tokadı nakşediyor)!
ıKıNCı HıKMET: Kadın ve erkek ortasında gâyet esaslı ve şiddetli münâse-bet (ilişkiler), muhabbet (sevişmeler) ve (ilgi) alâka; yalnız dünyevî hayatın ihtiyâcından ileri gelmiyor. Evet bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyye’ye mahsus (sâdece bu dünya hayatına tahsis edilmiş) bir refika-ı hayat (hayat arkadaşı) değildir. Belki hayat-ı ebediyye’de dahî bir refiyka-i hayattır. Mâdem hayat-ı ebediyye’de dahî kocasına refiyka-i hayattır; elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayri ( âhiret hayatında ebediyen berâber olacağı kocasının bakışlarından başka), başkasının nazarını kendi mehâsinine celbetmemek (yabancı erkeklerin iştihâlı bakışlarını kendi güzelliklerine baktırtmamak) ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Mâdem mü’min olan kocası, sırr-ı îmana binâen (iman sırrına göre), onun ile alâkayı (karısıyla ilişkiyi), hayat-ı dünyeviyye’ye münhasır (bu dünyâ ile sınırlı) ve yalnız hayvanî ve güzellik vaktine mahsus ( körpe ve tâze olduğu yıllara âit) muvakkat (geçici) bir muhabbet değil, belki hayat-ı ebediyye’de dahî bir refiyka-i hayat noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddi hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil (bu anlayışa bir karşılık olarak), o da kendi mehâsinini (öz güzelliğini) onun nazarına tahsis (erkeğinin gözlerine sunması) ve muhabbetini ona hasretmesi (sevgisini tamâmen kocasına ayırması) muktezâ-yı insâniyettir (insanlığının bir şartıdır). Yoksa pek az kazanır. Fakat pek çok kaybeder.
şer'an (şeraîte göre) koca, karıya küfüv olmalı, Yâni; birbirine münasip olmalı (dengi dengine olmalı). Bu küfüv ve denk olmak, en mühimi (din) diyânet noktasındadır. Ne mutlu o kocaya ki, kadının diyânetine bakıp taklid eder (kendisi de karısına uyar, dindâr olur), refiykasını hayat-ı ebediyye’de kaybetmemek (cennette de berâber olabilmek) için mütedeyyin olur (din ehli olur, dindâr olur).
Bahtiyârdır o kadın ki, kocasının diyânetine bakıp "Ebedî arkadaşımı kaybetmiyeceyim" diye takvâya girer (kadın, erkeği için Allah’ın emir ve yasaklarında hassâsiyet gösterir).
Veyl o erkeğe ki (yazıklar olsun o adama ki), sâliha kadınını (tertemiz mü’min karısını) ebedî kaybettirecek olan sefâhete girer (zevk ü sefâya, eğlenceye dalar). Ne bedbahttır o kadın ki, müttakî kocasını taklid etmez (takvâ ile yaşıyan kocasına riâyet etmez), o mübârek ebedî arkadaşını (cennette) kaybeder.
Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye (karı-kocaya) ki, birbirinin fıskını ve sefâhetini taklid ediyorlar (birbirlerini doğru yola sevk ediceklerine, aynı günâhları berâberce işliyorlar). Birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar!..
ÜÇÜNCÜ HıKMET: Bir âilenin saadet-i hayâtiyye’si, koca ve karı mâbeyninde (aralarında) bir emniyet-i mütekaabile (karşılıklı emniyet vermek) ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devâm eder. Tesettürsüzlük (örtüsüzlük) ve açık-saçıklık o emniyeti bozar. O mütekaabil hürmet ve muhabbeti (karşılıklı sergilenen sevgi ve saygıyı) da kırar. Çünkü, açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tânesi bulunur ki, kocasından daha güzel (bir erkek) görmediğinden, kendini ecnebiye (yabancı erkeklere) sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından (dinç, genç, yakışıklı, zengin) daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tânesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samiymi muhabbet ve hürmet-i mütekaabile (yok olup) gitmekle berâber, gâyet çirkin ve gâyet alçakça bir hiss uyandırmaya sebebiyet verebilir. şöyle ki:
ınsan, hemşîre misillü (nikâhlanması haram olan kızkardeş, abla, teyze, hala, ana, kayınana gibi) mahremlerine karşı fıtraten şehevâni his taşıyamıyor. Çünkü; mahremlerin sîmâları (yüz hatları), karâbet ve mahremiyet cihetindeki (akrabâ oluş ve haram kılınmışlık yönünden) şefkat ve muhabbet-i meşrûayı ihsas ettiği cihetle (meşrû olan sevgiyi ortaya çıkarttığı için); nefsî ve şehevânî temâyülâtı (azgın bakışları) kırar. Fakat “bacaklar” gibi şer'an mahremlere de göstermesi câiz olmayan yerlerini açık-saçık bırakmak, süflî nefislere (belden aşağıyla ilgilenenlere) göre, gâyet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü, mahremin sîmâsı (akrabânın yüzü) mahremiyetten haber verir (insan, halasını, teyzesini tanır, kendisine haram olduğunu, o masûm ve âşinâ yüze bakınca anlar) ve nâmahreme benzemez. Fakat, meselâ açık bacak, mahremin gayriyle müsâvidir (her kadının bacağı gibidir). Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i fârikası (fark ettirecek bir iz) olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak (bâzı şehvet düşkünü akrabâlarda da hevesli bakışlara sebep vermek, yâni “yan gözle bakmak”) mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir (insanlıktan çıkmaktır)!..
DÖRDÜNCÜ HıKMET: Malûmdur ki: Kesret-i nesil (neslin çoğalması), herkesce matlûbdur (arzû edilen şeydir). Hiçbir millet ve hükümet yoktur ki, kesret-i tenâsüle (nesillerin artmasına) tarafdar olmasın. Hattâ Rasûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm fermân etmiş:
تَنَاكَحُو 5; تَكَاثَرُو 5; فَاِنِّى اُبَاهِى بِكُمْ اْلاُمَمَ
-Ev kemâ kal- Yâni: “ızdivâc ediniz (nikâhlanınız), çoğalınız. Ben kıyâmette, sizin kesretinizle (çokluğunuzla) iftihâr edeceğim.” Hâlbuki tesettürün ref'i (örtülerin açılması), izdivâcı teksîr etmeyip (nikâhlanma sayısını arttırmayıp), (bilakis) çok azaltıyor. Çünkü, en serserî ve asrî (başına buyruk ve çağa göre yaşıyan) bir genç dahî, refiyka-i hayâtını (hayat arkadaşı olacak kızı), nâmuslu (bir âilenin temiz kızı olarak nikâhlamak) ister. Kendi gibi asrî, yâni açık-saçık olmasını istemediğinden, bekâr kalır. Belki de fuhşa sülûk eder (zinâyı alışganlık edinir).
Kadın öyle değil; o derece kocasını inhisar altına alamaz (kocasını çok fazla zapt edemez). Çünkü kadının- âile hayatında müdîr-i dahilî olmak (dâhilî işleri idâre eden taraf olmak) haysiyetiyle, kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhâfaza me'muru olduğundan- en esaslı hasleti (sâhip olduğu en büyük fazileti); sadâkattir, emniyettir. Açık-saçıklık ise, bu sadâkati kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azâbı çektirir. Hattâ erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet (erkek için üstünlük vasfı olan cesur ve yiğit olmak hâlleri), kadınlarda bulunsa; bu (hâller) emniyete ve sadâkate zarar olduğu için (yâni cesur bir kadına, pek fazla güvenilmiyeceği için, işbu hâllerin kadında bulunması) ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar (Kadın dediğin arsız, korkusuz, yırtık, sulu, utanmaz, her lâfa karışır, her işi görüşür vs.. cinsten olmamalıdır. Böyle olanları makbûl değildir. Bu hâller bâzen erkekler için lâzımdır). Fakat kocasının vaziyfesi, karısına (karşı) hazînedarlık ve sadâkat değil, belki himâyet ve merhamet ve hürmettir. Onun için, o erkek inhisar altına (tekel idâresine) alınmaz. Başka kadınları da nikâh edebilir.
<< Eğer yetimlere karşı âdil davranamamaktan korkuyorsanız, o zaman, size helâl olup arzû ettiğiniz diğer kadınlarla iki, üç veya dört hanım olmak üzere evlenin. Ama onlara âdil bir tarafsızlıkla muâmele edemiyeceğinizden korkarsanız, o zaman (sâdece) bir tâne ile– yâhut meşrû şekilde mâlik olduklarınız ile (evlenin). Bu, doğru yoldan sapmamanız için daha uygundur.>> Nîsâ Sûresi 3
Memleketimiz Avrupaya kıyas edilmez. Çünkü orada “düello” gibi çok şiddetli vâsıtalarla, açık-saçıklık içinde (de olsa) nâmus bir derece muhâfaza edilir. ızzet-i nefs sâhibi birisinin karısına (kötü emelleri için) pis nazarla bakan ; boynuna kefenini takar (öldürülmeyi göze alır), sonra bakar. Hem memâlik-i bâride olan (nisbeten soğuk iklimli) Avrupadaki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve câmidirler (soğuk ve serttirler). Bu Asya, yâni Âlem-i ıslâm kıt'ası, ona nisbeten memâlik-i hâredir (sıcak memleketlerdir). Malûmdur ki, muhitin, insanın ahlâkı üzerinde te'siri vardır. O bârid memlekette soğuk insanlarda hevâsât-ı hayvâniyye’yi tahrik etmek (hayvânî hevesleri uyandırmak) ve iştihâyı açmak (şehvetleri canlandırmak) için açık-saçıklık, belki çok sû-i istimalâta (kötüye kullanmaya) ve isrâfâta (lüzûmsuz vakit ve nakit isrâfına) medâr (vesiyle) olmaz. Fakat serîütteessür (tez tepkili) ve hassas olan memâlik-i hârredeki (sıcak memleketlerdeki) insanların hevâsât-ı nefsâniyyesini (nefsî heveslerini) mütemâdiyen tehyic edecek (devâmlı bir sûrette heyecâna getirecek) açık-saçıklık, elbette çok sû-i istimâlâta (kötüye kullanmalara, kötü emellere âlet olmağa) ve isrâfâta (maddî, ma’nevî isrâfa) ve neslin zâ'fiyetine (gençliğin zayıf düşmesine) ve sukut-u kuvvete (kuvvetsiz kalmağa) sebeptir. Bir ayda veya yirmi günde ihtiyâc-ı fıtrî’ye mukaabil (yaradılış itibâriyle 15-20 günde bir canının arzûlıyacağı şehevî zevkler yerine), her birkaç günde kendini bir (maddî ma’nevî) isrâfa mecbûr zanneder (devâmlı açık-saçıklık gördüğünden, aklı fikri hergün şehvâniyetle meşgûl olur, saçıyla, başıyla, ayağıyla, kıçıyla uğraşıp durur).
Olvakit, her ayda onbeş gün kadar hayız gibi ârızalar münâsebetiyle (nikâhlı hanımının aylık takrîben 15 günlük bedenî engel –âdet kanaması, soğukluk, yorgunluk, hastalık- içinde bulunması sebebiyle) kadından tecennüb etmeye (uzak durmağa) mecbûr olduğundan, nefsine mağlûb (olmuş) ise fuhşiyata da meyleder (başka kadınlarla, türlü vesiylelerle – konuşarak, bakışarak, şakalaşarak, buluşarak, arkadaşlık ederek, dansla, eğlenceyle vs..- zevklenmeğe yönelir).
şehirli (kimse)ler; köylülere ve bedevîlere bakıp (“-oralarda örtünmeye daha az dikkat ediliyor, o hâlde biz de bu kadar hassas olmayalım” diyerek) tesettürü kaldıramaz. Çünkü; köylerde ve bedevîlerde, derd-i maişet (rızık tedârik etmek) meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münâsebetiyle, hem, şehirlilere nisbeten nazar-ı dikkati az celbeden mâsûme işçileri (şehirli kadınlara kıyasla, bakışları çok daha az üzerine çeken, ismetli köylü kadınları) ve (yine şehirli kadınlara kıyasla, bir derece kaba (etli, butlu, kollu, kuvvetli) kadınların (belki kollarının, boyunlarının, ayaklarının vs..) kısmen açık olmaları, hevesât-ı nefsaniyye’yi tehyice medâr olamadığı (nefsânî hevesleri heyecânlandırmağa yetmediği) gibi; (oralarda) serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mehâsinin (güzelliklerin) onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kıyas edilmez (şehirlerde daha ziyâde örtünmek icâb eder).
* *
Elmalılı Muhammed Hamdî Hazretleri, Ahzâb Sûresi 59uncu Âyet-i Keriyme’de lafzı geçen “CıLBAB”ı şöyle ta’rif etmiştir: "Baştan aşağı örten çarşaf, ferâce, çâr gibi dış elbisenin adıdır." "Tepeden tırnağa örten giysidir." "Çarşaf ve peçedir."
"Bu beyânda da iki sûret vardır. Birisi kaşlarına kadar başını örttükten sonra büküp, yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir gözünü açık bırakmak." Elmalılı bunu söyledikten sonra, "Bizler yetiştiğimiz zaman memleketimizde vâlidelerimizin tesettür tarzı bu idi." der. ıkincisi de alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra, burnunun üzerinden dolayıp gözlerin ikisi de açık kalsa bile, yüzün büyük bir kısmını ve göğsü tamâmen örtmüş bulunmaktır. Bu açıklamadan sonra da, "Hicrî 1310'da (milâdî 1894 târihinde) ıstanbul'a geldiğim zaman, ıstanbul hanımlarının bir peçe ilâve edilmek ve elde açık bir şemsiye bulundurmak şartıyla tesettür tarzları bu idi." demektedir.
Konyalı Mehmed Vehbî Efendi, "Hulâsatü'l-Beyân" isimli tefsirinde: "Kadınların ziynetlerini örtmeleri için çarşafa bürünmelerinin lâzım ve vâcib (farza yakın) olduğunu zikretmektedir."
Ömer Nasûhî Bilmen Efendi de kendi tefsirinde "Cilbâb"ı çarşaf olarak tefsîr etmişlerdir.
Tâberî ve Ebû Hayan, ıbn Abbas'tan şöyle rivâyet etmişlerdir: "Kadın cilbâbını alnının üzerine indirir ve oradan sıkar. Alttan da burnunun üzerine kadar kapatır. Yalnız gözleri dışarıda kalmalıdır. Yüzünün kalan kısmı ile göğsünü tamâmen kapamalıdır."
Ebu's-Suûd Efendi: "Cilbab"tan maksat, çok geniş ve uzun bir örtüdür. Kadın bununla başını örttüğü gibi yüzünü ve göğsünü de örterek ayaklarına kadar salar. Buna göre âyetin mânası, 'Kadınlar dışarıya veya yabancı bir erkeğin karşısına çıkacakları zaman, bu örtüyle yüzlerini ve bütün vücûdlarını örtsünler.' olur." demiştir.
Ümmü Seleme annemiz şöyle demiştir: "Cilbablarından üzerlerini sıkı örtsünler' âyetinin nüzûlünden (inmesinden) sonra ensâr (Medîneli müslümân) kadınları siyah çarşaflara büründüler. Öyle bir vakar/ağırbaşlılık ile çıkmışlardı ki, sanki hepsinin başına birer karga konmuştu."
Kadınların örtünmesinden maksat, bütün şüpheli yolları kesmek, erkek ve kadınların kalplerinde dolaşan vesveseyi (kuruntuları) bertaraf etmektir. Dikkat edilecek husûs, kadının boynu, omuzu, göğüs, kol, koltuk altı, bel gibi, kısaca vücûd hatlarının belli olmaması ve içini gösterecek kadar şeffaf, vücûd hatlarını belli edecek kadar da ince ve dar olmamasıdır. Ve en başta Allah’ın rızâsıdır.. Çünkü esas itibariyle örtünmek, Allah'ın emri ve dînin gereğidir. Evli kadınların örtünmesinden kocaları mesûl olduğu gibi, kız çocuklarının evleninceye kadar örtünme ile alâkalı meselelerden, birinci derecede babası mesûldür. Çocukla uzun süre birlikte olan, onun eğitim ve terbiyesi ile yakından ilgisi bulunan anne de ikinci derecede mesûl olur.
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz , bileklerinin dört parmak yukarısını işâret ederek, “Allah’a ve âhiret gününe iymân eden bir kadına, buluğ çağına gelince, yüzü ve şuraya kadar elleri hâriç, herhangi bir yerini açması câiz değildir.” buyurmuştur; fitne bahis konusu olduğunda, yüzüne de peçe takarsa iyi olur, diye de bir hüküm vardır. Orası mecbûr değil ama, fitne olacaksa, bakılacak, sataşılacak vs. gibi durumlar olursa örtmesi iyi olur denmiş.
Tesettür ille de çarşafla değil, hasırla bile olur. Dışardaki namaz kılınan hasırı bürünse, hasırla bile olur. Mühim olan, insan günâh yerlerini, ayıp yerlerini örtmesidir. Bu örtmeyi nasıl sağlarsa, olur. Bizim Hanefî fıkhında, ille belli bir kıyafet olacak, ille belli bir renk olacak diye şart yoktur. Muhtelif şekillerde olabilir. Çarşaf olur, harmânî olur, bol manto olur... Daha başka şekiller olur, bol şalvar olur... şalvarı medhetmiş Peygamber Efendimiz; "Allah, rahmetine erdirsin şalvar giyenleri!.." Erkek için de öyle, kadın için de öyle... hem vücûdu örtüyor, hem de bol oluyor diye... Mühim olan vücudun hatlarının belli olmaması ve kumaştan öbür tarafının görünmemesi... Öbür tarafı göründü mü, içi belli oldu mu, kalın kumaş olsa bile olmaz! Asıl ince tesettür ise, hassas, tam böyle takvâya uygun tesettür, erkeklerin gözüne hiç görünmemek... En güzeli o... Yâni, giyimli de olsa ortada görünmemek...
<< Hem vakarla (edeb ve sükûnetle) evlerinizde oturun da, daha evvelki Câhiliye devrinde olduğu gibi süslenip püslenip dışarı çıkmayın. Namazı hakkıyla edâ edin, zekâtınızı verin, hülâsa Allah ve Rasûlüne itâat edin. Ey Peygamberin şerefli hâne halkı, ey Ehl-i Beyt! Allah sizden her türlü kiri giderip, sizi tertemiz kılmak istiyor.>> Ahzâb 33
<< Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler.>> Nûr 31
TESETTÜRLE ıLGıLı HADıS-ı şERıYFLER :
1- “şüphe yok ki Allah, Âdemoğluna zînâdan payını yazdı (yâni onun kendi irâdesini kullanarak işleyeceği zînânın türünü, levh-i mahfuz’da belirtti, diğer bir tefsire göre şehvet sevgisini onun fıtratına yerleştirdi) Artık Âdemoğlu yazılan payına muhakkak ulaşır. Gözlerin zînâsı (şehvetle) bakmak, dilin zînâsı (haramı) konuşmaktır. Nefis de (zînâyı) temennî edip, şehvetlenir ve nihâyet ilgili âzâ (organ) bunların müşterek arzûlarını yerine getirmek sûretiyle onları tasdik eder ve arzûlarını gerçekleştirmekten imtinâ etmekle onları tekzib eder.” buyurur.
2- Ashabdan Cerir bin Abdullah el-Becelî (radiyallâhü anh)’den: şöyle demiştir: “Ben Rasûlullah (sallallâhu aleyhi vessellem)’e (harama) ânî bakışın hükmünü sordum. O, bana, gözümü başka yöne çevirmemi emretti”.
3- “Ey Ali! Harama (tesâdüfen) bakışın ardından (kasıtlı) olarak tekrar bakma; çünkü, şüphesiz (tesâdüfen olan) birincisi sana (muaf)tır ve (kasıtlı olan) sonuncusu sana muaf değildir”.
4- Hazret-i Âişe (radiyallâhü anha) “Allah ilk muhâcir kadınlara rahmet eyleye! Allah “Mü’min kadınlar başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar!” âyetini indirince onlar eteklerinden (bir rivâyette en kalın olanı) kesip onunla başlarını örttüler.” der.
5- Hazret-i Âişe (radiyallâhü anha) bir gün ensâr kadınlarından sitâyişle bahsederken buna benzer bir ifâde ile başörtüsü emrine nasıl uyduklarını anlatır.
6- “Hazret-i Âişe (radiyallâhü anha) şöyle demiştir: “Ebû Bekr (radiyallâhü anh)’ın kızı Esmâ (-ki Âişe vâlidemizin ablasıdır) ınce bir elbise ile örtülü olarak Rasûlüllah (sallallâhu aleyhi vessellem’in) huzûruna girdi. Rasûlüllah (sallallâhu aleyhi vessellem) ondan yüzünü çevirdi ve kendi mübârek yüzünü ve ellerini işâret ederek; “Ey Esmâ! Kadın buluğ çağına ulaşınca, vücûdunun şurası ve burası dışında kalan yerlerinin görülmesi (gösterilmesi) câiz değildir. buyurdu.
7- Yine Hazret-i Âişe (radiyallâhü anha)’den: şöyle demiştir: “Rasûlüllah (sallallâhu aleyhi vessellem) bileklerinin dört parmak yukarısını işâret ederek “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kadın ebuluğ çağına varınca yüzü ve şuraya kadar elleri dışında herhangi bir yerini açması helâl değildir!” buyurdu.
8- “Ebû Hureyre (radiyallâhü anh)’den: şöyle demiştir: “Rasûlullah (sallallâhu aleyhi vessellem) “Ateş ehlinden olup, görmediğim iki sınıf insan vardır: (Birisi) yanlarında bulunan sığır kuyruklarına benzer kamçılarla insanları döğen (işkence yapan) bir kavimdir. (Diğeri) giyinik, çıplak birtakım kadınlardır...” buyurdu.
NETıCE :
1. Hem erkeklerin ve hem de kadınların, gözlerini haramdan korumaları,
2. Kadınların, vücûdun el, yüz ve ayakları dışında kalan kısımlarını, aralarında diynen evlilik câiz olan erkekler yanında, vücûd hatlarını ve rengini göstermiyecek evsafta bir elbise (örtü) ile örtmeleri,
3. Başörtülerini ; saçlarını, başlarını, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmaları, diynimizin; Kitâb, Sünnet ve ıslâm Âlimlerinin ittifaakı ile sâbit olan kat’i emridir. Müslümanların bu emirlere itaat etmeleri diynî bir vecîbedir.
<< Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, "Rabbinize iymân edin!" diye iymâna çağıran bir dâvetçiyi (Peygamberi ve Kur'an'ı) işittik, hemen iymân ettik (inandık). Artık bizim günâhlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, rûhumuzu sâlihkerke berâber al, ey Rabbimiz! >> Âl-i ımrân 193
<< Onlar: “ışittik velâkin ısyân ettik !” dediler.>> Bakara 93
<< Onların kalblerinde bir hastalık vardır.>> Bakara 10
<< Kim Allah'a ve Peygamberine karşı isyân eder ve haddini aşarsa Allah onu, ebediyyen kalacağı bir ateşe (cehenneme) sokar ve onun için alçaltıcı bir azâb vardır.>> Nîsâ 14
<< Ey iymân edenler! Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden, kendinizi ve âilenizi koruyun.>> Tahrîm 6
<< şüphesiz ki Allah'a isyândan sakınanlar, cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar.>> Zâriyat 15